Sunday, September 23, 2012

şimdiki gençler


Şimdiki gençler (PerYön'ün PY dergisi için)
Yönetim kurulu toplantısında ilk 5 dakikadan sonra Blackberry’sinden (biraz yaşlıca kaçtı, iPhone demeliyim) mesajlaşmaya başlayan, ne YK başkanı babasının, YK başkan yardımcısı amcasının, ne de SRX Holding’den yeni transfer edilmiş CFO’nun anlattıklarını dinlemeyen ‘şimdiki genç’ YK murahhas azasına (kartında öyle yazıyor) ne demeli? Saygısız? Kimsenin görüşüne değer vermeyen? Kendisine kulak verirseniz, toplantının sonucu çoktan belli olduğu ve artık boşa aşamasına geçildiği için, odadan çıkıp gitmek gibi bir saygısızlık yapmak yerine ses çıkartmayıp bbm’i ile meşgul. Üstelik işiyle ilgili mesajlaşmakta.
Babası lisedeyken ‘dersin düzenini bozuyor, dinlemiyor’ diye onu uyarmış olan öğretmenlerine on yıl sonra hak verirken, bu durumu anlamak için ‘test kuşağı’dır ya da ‘z’ kuşağıdır deyip geçebilse rahat edecek. Okuldayken sınavda çıkacak soruların cevabı dışındaki konularla, ‘hayatta kesin işine yaramayacak’ bilgilerle uğraşmaması için yıllarca çabalayıp, iyi bir işadamı olsun, uyanık olsun, kimselere kendini ezdirmesin diye yetiştirdiği oğlunun sağındaki solundakileri küçük görüp ezmesine, hiç bir (‘küçük’) işi sonuna kadar sürdüremezken büyük işlerin adamı olma hevesine akıl erdiremiyor.
Aile şirketlerinin herkesten fazla hissettiği, ama aileleşmiş şirketlerde de pekala hissedilen kuşaklar arası farklılığı ya da eskilerin yenileri beğenmezliğini yeni bir durum olarak görebilir miyiz? Gençlerin kendilerinin anlaşılmadığını ve büyüklerin geçmişinin günümüzdekinden çok farklı olduğunu sanmaları, büyüklerin ise onların hep öyle kalacaklarına inanıp kendi geçmişlerini hiç hatırlamamaları kuşak farkının mutlak ve giderek keskinleşen bir çelişki olduğunu düşündürebilir. Hem (bu yazıda kendi dilim olan orta yaşkuşağının diliyle konuşursam) gençlerin bize benzemelerinden (babamız hayatta olsa: ‘ne varmış halinde?’), bizim ‘çektiklerimizi’ çekmelerinden (‘kötü mü oldu?’) kaygı duyup, hem de hiç bize benzemiyor olduklarını (ve bizim gibi adam olamayacaklarını) dert etmemiz paradoksal değil ise, nasıl?
Kuşakların birbirini anlamaması ya da birbirine hayret etmesinin zihnimizde yarattığı karışıklığı aşmanın bir yolu, X, Y ya da Z kuşağı saptamalarındaki gerçeklerin ötesinde kuşaklar arasındaki benzerlikleri bulmayı denemek.
Her kuşakta mevcut olup, çoğunlukta veya azınlıkta oluşu çağa ya da çağın ruhuna (zeitgeist diyor ya konferans guruları)  göre değişen özelliklerin (çabuk sıkılan, maymun iştahlı, gözükara, dinlemeyen, kavgacı, şirin, kendini her şeyi biliyor sanan, dalavereci, acımasız, sessiz, itaatkar, kararlı, çalışkan, alttan alan, dürüst, soğuk, donuk, insaflı) yeni olmadığını düşünüyorum. Değişik çağlarda bazıları öne çıkıp makbul olurken diğerleri demode görülen bu özelliklerin bir kısmını cinsiyete, bir kısmını yaş olarak genç kuşağın neresinde olduğuna (başı, sonu gibi), bir kısmını ise sosyal statüye (ve onunla gelen akademik eğitim, aile terbiyesi vb) bağlayabiliriz. ‘Şimdiki gençler’ diye başlayan bir paragrafta sanki başkasının yetiştirdiği birisinden söz edercesine çocuklarımızı yerin dibine batırır ya da her şeyini biz ellerimizle belirlemişiz gibi yere göğe sığdıramayız.
Ben de (bu satırların bir çok okuru gibi) bir zamanlar ‘şimdiki genç’tim. Babamın bana o sırada söylediklerini 35 yıl sonra kendi çocuklarıma söylerken kendimi yakaladığımda, içimin yeterince rahat etmemesi kendi şu anki durumumdan memnuniyetsizlikten kaynaklanmıyor. Zamanın değiştiğine olan inancım, babamın geleceğimle ilgili kaygılarının bir bölümünün boşa çıktığı gibi çocuklarım için duyduğum kaygıların da boşa çıkacağına inanmamı engelliyor.
Zaman (sahiden) değişti mi?  Bu sorunun iş hayatındaki yansımalarından birisi ‘şimdiki gençler’ ise, dinlediğim ya da katıldığım her panelde ve seminerde ‘kuşak farkı’ başlığıyla ele alınması sonucunda, (gençlerle yaşlıların biribirinden değil) bu zamanın genç ve yaşlı kuşaklarının eski zamanın genç ve yaşlı kuşaklarından farklı olduğunu düşündüren bir ‘markalama’ stratejisi ile (değişmezliği döneme ve dönemin koşullarına sınırlayan) karşılaşıyoruz.
Oysa, ister Deli Dumrul gibi kendi kültürümüzün destanlarına, ister Kral Lear gibi ‘batı’ kaynaklı destanlara bakalım, hepsinde gördüğümüz ‘hiç değişmeyenler’e odaklanmak durumu anlamak için daha verimli olabilir.
Değişmezler neler? Arzular, ihtiyaçlar. Değişenler ne? Bu arzuların gerçekleştirilme, bu ihtiyaçların karşılanma biçimi. Şimdiki gençlerle şimdiki anne-babalar, şimdiki müdürler ve patronlar arzu ve ihtiyaçların doğru saptamasını yapabilir, bu ihtiyaçların nasıl karşılanacağı üzerinden çıkan tartışmada ihtiyaçların karşılanmaması riski sebebiyle doğan gerilimleri kontrol edebilirler.
Yerim bitti. Konu ilginizi çektiyse, haber verin. Kalan yerden devam edeyim.

inanç ve eğitim



Inanç ve eğitim üzerine Eylül 2012’de Balçiçek İlter’in eğitim üzerine TV programında ‘Ilkokulda din dersi olur mu, olmaz mı?’ tartışmasına ilişkin bir sorusu üzerine din öğrenme için ilkokul ortamının ve 12 yaş öncesi zihin gelişim özelliklerinin uygun olmadığı kanaatimi belirtmiştim. Internette bu görüşün yansıtılış biçimini eksik ve fazla yönlendirici buldum; zaten eksik ifade ettiğim konudaki kanaatimi doğruca yansıtamamış olmam sebebiyle bu notu kaleme aldım. Bir (eksik anlatım sebepli) kendimi düzeltme olarak da okuyabilirsiniz.Inançlı ya da inançsız herkes için önem taşıyan, ve daha etraflıca konuşulup tartışılması gereken bir konu. Fikirlerimi biraz daha ayrıntılı belirtirsem konuyu gündelik polemiklere alet etmek yerine üzerinde daha fazla düşünüp taşınmak isteyenler için (kendim dahil) yararlı olacak kanısındayım.Programdan sonra aklıma gelenleri de ekleyerek enine boyuna tartışmak isteyenler için fikirleri başlıklar halinde özetledim. Gündelik uygulamaların eleştirisi ya da savunusu üzerinden yapılacak polemiklerin dışında kalmaya çalışarak, çocukların ve ailenin, dolayısıyla toplumun ruh sağlığını geliştiricilik perspektifi ile düşünerek, beyin ve zihin gelişimi ilkelerini gözönüne alarak düşündüm. 9.9.20121. İnanç bir ihtiyaçtır. Yaşa, toplumun ve hayatın getirdiklerine bağlı olarak gücü ve kişinin hayatındaki yeri değişir.
2. Iyi, doğru ve güzel şeyler yapmayı arzu eden bir çok insan bunun yolunu din’de bulur. Diğer yanda, aynı arzuları paylaşan ve dindar olmayan bir çok kişi aynı arzu ile  iyi, doğru ve güzel şeyler yapabilir.
3. Çocuklarını inançlı ya da dindar yetiştirmek, ya da yetiştirmemek, ailelerin kendi eğitim anlayışlarına bağlıdır. Zorunlulukla veya resmiyetle bağdaşmaz.
4. Dinsel kavramları anlama, tartma ve benimseme için gereken soyut düşünebilme olgunluğu ortalama 11-12 yaşında oluşur. Bunun öncesinde öğretilen ezbere dini bilgi, bilinçli bir inanç oluşumuna pek katkıda bulunmayabilir.
5. Ezberci eğitim, her bilginin ve kültürün içini boşalttığı gibi din eğitiminin de içini boşaltacaktır. Benimsenmemiş, yüzeysel bir takım bilgilerle dindar olunmasını bir çok dindar aile de arzu etmemektedir.
6. Ilkokul çağı (12 yaş öncesi) döneminde din bilgisi dersinde öğrenileceklerin dindarlığa katkıda bulunma olasılığı düşüktür.
7. Amaç, iyi ve ahlaklı (moral) davranışı geliştirmek ise, bu din dersi ile sınırlı kalamayacak bir hedeftir. Iyi ve ahlaklı davranışı sadece dinin bir uygulaması/yorumu ile sınırlayarak anlatmak gelişimi ve özgür muhakemeyi kısıtlayıcı olabilir.
8. İnanç, din ve mezhep farklılıkları olan ve benzerler arasında bile büyük uygulama çeşitliliği olan ülkemizde,çocukları tek tip egemen bir dinsel söyleme tabi tutmak inanç özgürlüğü açısından problemli bir uygulamadır. Ailelere ait olan bir hakkın devlet tarafından kullanılmasını getirir.
9. Okul tartışma ve farklı düşünebilmeyi öğrenme yeridir. Çocukların muhakemeleri, öğretmenlerinin bilgisi ve sınıf ortamları dinsel bilgiyi, inançları etraflıca tartışmaya elverecek midir? Dini inançları tartışmak istemeyenler nasıl hissedeceklerdir? Lise sınıflarında felsefe ve ahlak gibi konuların tartışıldığı ortamlarda din ve ilişkili konular tartışılabilir. Bunun için de bir önkoşul olarak sınıfta ve toplumda, fikirlerin ortaya atılmasına elverişli, fikirlere ve inançlara saygılı bir ortam oluşturulabilmesi gerekir. Başka daha az hassasiyet içeren konularda bile bir tartışma ortamı yaratamazken, bu şu anda ne kadar mümkündür?
10.  Aileler kendi inançlarını ve düşünüşlerini, kendi dini uygulamaları toplumun çoğunluğundan farklı olsa bile, uygulayabilmeli ve öğretebilmelidir (çocuğa ruhsal ve fiziksel bir zarar vermedikleri sürece).
11.  İlkokuldaki din bilgisi dersi ne çocuğunu dindar yetiştirmek isteyenlerin ihtiyacını karşılar, ne de çocuğunu devletin dini söylemi dışında tutmak isteyenlerin kendilerini korumalarına izin verir. Bu sebeple ilkokullar din gereklerini öğrenmenin en uygun yeri olmadıkları gibi, din gereklerini öğrenmeye uygun ortamların ancak aile ve ailenin belirlediği kurumlar olduğunu düşünüyorum. Bu herkesi istemediği bir durumdan koruyan bir kural olabilir.
12.  İmam-hatip okullarının ve 12 yaş üzerindekilerin durumunu siyasi/ideolojik polemikler içermesi konuyu tartışmayı zorlaştırıyor. Dersin seçmeli ya da zorunlu olması konusu da büyük ölçüde benzer tartışmanın parçası sayılabilir. Ancak, ilkesel olarak, değişik sebeplerle eğitimlerini devletin din eğitimi ağırlıklı okullarında yapmış çocukların ve gençlerin sırf bu sebeple zarar görmesine (sınavlar vs) taraftar durumuna düşmemek ve temel haklarını kaybetmelerine sebep olabilecek durumlara kayıtsız kalmamak gerekir.

'Nasıl' yapmalı?


‘Nasıl’ yapmalı?


Eğitim sisteminde düzenlemeler ne bu dönemde başladı, ne de bitecek. Eğitimin toplumsal hayata katılım biçimimizi belirleyici rolü üzerinde ilk berrak düşüncelerimi lise yıllarında ‘Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?’u (Gözlem yayınları, 1976?) okuduğumda oluşturmuştum.  Daha sonra her akademik başarımda bunu kafamın daha da ‘düzene uygun’laşmasına bağlayarak buruk sevinçler yaşamama sebep olan bu kitabın günümüzde geçerliliğini sürdürmesi şaşırtıcı değil.
Benim bildiğim kısmı 45 yıldır devam eden ‘sınavlar kalkacak mı, kalkmayacak mı, ya da tarih milli mi olacak, nesnel mi, din dersi zorunlu mu olacak seçmeli mi gibi aslında eğitimin tuzbiber ayarının yapıldığı tartışmaların bazen odağımızı şaşırttığını düşünüyorum. İçerik ile ilgili tartışmalara giremiyoruz. Çocukların (ve yetişkinlerin) öğrenme arzularını, meraklarını, anlama çabalarını besleyecek öğrenme ortamları sağlamamakta ısrar ediyoruz. Nasıl öğrendiği ne öğrendiğinden daha önemli olduğu halde, neyin öğretileceğine odaklanıldığı için, itiraz ya da ısrar edilen  konu ister inkılap tarihi isterse din bilgisi olsun, çocuğun (o gelişim düzeyinde ve o öğretme tarzıyla) bu bilgiyi gerçekte öğrenemediği, sadece kendisinden isteneni (yetişkinlerin ya da o anda egemen olan eğitim otoritesinin onaylayacağı tipte) yaptığı görülmüyor. Kabaca, biz ve onlar perspektifinin nasıl’ı önemsemeyen mevcut eğitim yaklaşımının bir ürünü olduğu söylenebilir. İnançların ya da ideolojik duruşların kutuplaşmış taraflar biçiminde oluşmasına yol açan bu bakış açısı bireyleri tek tek kim olduğunu, insan olarak değerlerini düşünmemize fırsat vermeden bir kutuya yerleştiriyor.
Örneğin, üzerinden bolca tartışma yapılan İHL mezunlarının nasıl birer çocuk/genç oldukları ‘karşıt/taraftar’ çevrelerde önemsiz mi? Çocukların kendi istekleri ya da annebabalarının (ve içinde yaşadıkları toplumun) tercihiyle girdikleri bir okulun bir dönem için pozitif, bir başka dönem için negatif bir ideolojik mana taşıyıp taşımadığı hayatlarını ne kadar etkilemeli?  Bir dönem karşıt düşünenler, işler tersine dönüp, iktidar değiştiğinde negatif ayrımcılığın nesnesinin değişip, sonucunda bambaşka okulların aynı dışlama, etiketlemeye maruz kalmasını zımnen onaylamış olmuyor mu?
Bu çıkmazlara ya da ayrımcı yaklaşımlara toplum olarak nasıl neden girdiğimiz siyasi bir konu; ama bu çıkmaz düşünce tarzlarını aşmanın yolu, zihinlerimizi kullanmayı öğrendiğimiz aile ortamlarında ve okullarda esneklik ve insancıllıka ağırlık vermekten geçiyor. Eğitim sistemi içinde nasıl’cı yaklaşımın yerini öne çıkartmak, zihnin kıvraklığını, problem çözme kapasitesini ne veya niçin/neden’e göre, olumlu etkiler.
Nasıl’ı öğrenen çocuklar, ne’yi ezberleyenlerden veya niçin sorusunu spekülatif sebep-sonuç ilişkilerine indirgeyenlerden farklı olarak yaşlarının elverdiği ölçüde kavramları tartışarak anlar.
Bence bir eğitim sistemi çocukları, ‘seçimlerini (siyaset, inanç vb) kendisi yapar, başkasına kendi doğrusunu zorla kabul ettirmez, doğru bildiğini değerlendirmekten ve değiştirmekten çekinmez, ve yanlış/doğru ne yaparsa onun sorumluluğunu kendi alır ve taşır’ noktasına getirme amacına yaklaştığı ölçüde ‘iyi’ sayılabilir.

eleştiri var, çözüm yok?


Eleştiri var; çözüm yok? Eğitim ortamındaki son karmaşanın küçük çocuklara ilişkin kısmında daha iyi bir eğitim için atılabilecek bazı ilk ve ilkesel adımlar: 60-71 ay arasındaki her çocuk okulöncesi eğitim sınıfına devam etsin; 72 ay ve sonrası yola devam etsin. Birinci sınıf müfredatı da farklı öğrenme hızlarındaki çocukların ihtiyaçlarına göre değişen ağırlık düzeylerinde düzenlensin. Sınıfların nüfusu 30’u aşmasın, ideal sayı olan 20-24 arası hedeflensin. Öğretmenlere daha fazla ders öğretmesi (ezberletmesi) için değil,  doğru, iyi ve güzel davranışların kazandırılması için hedefler konsun. Barışçı, duygularının farkında olan, kendine ve başkasına saygılı öğrenmeye meraklı, okuma-yazmayı iyi bilen, sayılardan korkmayan, insanlar yetiştirmek bir amaç olsun. Dinsel inanç, siyasi fikir ya da etnik köken farklılığından ötürü çocuklarda başka çocuklara karşı bir eksiklik hissi yaratacak içerikten, kin duygusunu doğuracak her türlü ayrımcılıktan kaçınılsın.