Sunday, April 28, 2013

'Türk çayı': bir Cumhuriyet içeceği (Kahveye nazaran)

(İngilizcesi Feelings Run Faster adıyla yayımlanmış, 'Bir Tatlı Telaş' (Haziran 2013) kitabından alıntı)

Türk çayına gelince…
Ülkenin dört bir yanında her sınıftan, her bölgeden insan tarafından içilen çay da ‘Türk’ değil. Ama devşirilip kültürel işlemlerle Türk yapılmış birçok başka şey gibi sahiplenmekten hiç çekinmediğimiz, ama tüketim tarzımızla bu sahiplenmeyi de hak etttiğimiz bu bitkinin1930’lara kadar Türkiye’de yaygın üretimi yapılmıyordu. 1920lerin çocuğu olan babam kahvaltıda süt içerken, dedem de sade kahvesini kahvaltı sonrasında içerdi. Kahvaltıda çay yoktu.

Çay bir bakıma Cumhuriyetçi bir içecek sayılabilir; kahve ise daha emperyal, Osmanlılıkla ilişkili bir çağrışım yapıyor.

Mutfağımızın başarısı kendinden olmayan (‘ecnebi’, ‘yabancı’) lezzetleri kabullenip kendininin yapmakta, diye düşünürüm. ‘Kendi’ lezzetlerimizi tatmak ve geliştirmek için kullandığımız dil ve burun, başkalarından aldığımız lezzetler için de aynı işi yapıyor. Beynimizde farklı bir durum olduğunu sanmıyorum. Bizde bulunmayan, başka, ‘yabancı’ bir lezzeti ya da davranışı ithal ederken (bir anlamda taklit ederken) beynimizin kullandığı mekanizma ile yeni bir bakış üretirken kullandığı mekanizma birbiriyle
örtüşüyor. Böyle baktığınızda taklit için kullandığımız becerilerin, sadece lezzet için değil, Türklerin İslam dinini kabul etmesi ya da Batılılaşması gibi köklü ve karşıt gözüken değişimleri başarıyla, bazen aslından iyi, yapabilmesini bu mekanizmaları daha iyi çalıştırmasına bağlayabilir miyiz?

Feelings Run Faster
Türk 25
Kahvesi


Tea is a 'Republican' drink

(from my book of essays and sketches, 'Feelings Run Faster', published by Boyut, Nov 2012)

Turkish tea (a.k.a. chai), widely consumed

across the country beyond
social classes and geographic regions, is another
manifestation of claiming ownership
of a product that is not Turkish per se, but
was made our very own through a cultural
‘processing’. Tea as a plant did not grow inTurkey (at least endemically) until 1930s
and tea as a drink was not an essential part
of our lives. My father, a child in 1920s and
30s used to drink milk at breakfast, while
my grandfather additionally had a small cup
of coffee with no sugar right after the breakfast and lunch.
Tea is a “republican” drink, while coffee
is more “imperial”. Our cuisine has been
succesful in , importing and incorporating
non-self (“foreign, other”) tastes and dishes
utilizing the exact same tongue and nose (for
taste and flavor) we used for ‘our’ very own
tastes and dishes. We exploit the same neural
mechanisms when we import a behavior
or a lifestyle using the same brain structure
in order to generate a new “frame of mind”.
Imitation may be one the underlying abilities
for this cultural transformation, and
have worked well in Westernization and
Islamization of the society during different
periods of history.

Turkish
Coffee 25
YYazgan

Hayat twitter gibi akarken


Hayat önlerinden twitter gibi akıp giderken gördükleri arasından neyin önemli olduğunu iyi sezemeyen çocuklar, bağlamın gerekli ve zorunlu kıldıklarını ya da zevkli bulduklarını yaparak geleceğe ilerliyorlar.
Yaşamın temel sorusu şu oluyor: Şart mı? Değil. O zaman kalsın.
Okulda, işte, hayatta sadece şart olanları yapmakla yetinip ‘o lüzumsuz bu lüzumsuz’ dediğimizde geriye anlamlı pek az şey kalmakta; o zaman, hayatımızda doğan boşluğu neyle dolduracağımızı şaşırıyor, ne bulursak dolduruyoruz.

Wednesday, April 24, 2013

Şimdiki Gelecek Zaman



Türkçe nasıl bir dildir? Bir sabır dilidir; bunu daha önce yazmıştım, ilk cümlesi tekrar olacak. Öznenin ne yapacağını veya ne yapmayacağını anlamak için cümlenin sonundaki yüklemi beklemeniz gerekir. Devrik cümle ise sabırsızlar için yüklemin başa alındığı bir ek hizmettir.
Bir umut dilidir, son kelimeye kadar ne olacağı belli olmaz.
Bir güven (ya da güvenmeme) dilidir, kimin neyi ne zaman ve görerek mi duyarak mı söylediğinin (bilginin sağlamlığının) sicilini yüklemin sonuna gelen takılardan (-mıştı, -mışmış, -mıştır) takip edebiliriz.
‘Zoom’u güçlü bir dildir. Gelecek hem uzak, hem yakındır. ‘Ileride büyük adam olacağım’ dediğimizdeki ‘-cek’ işleri epeyce uzağa atarak, bugün küçük adam olmaya dayanmayı biraz zorlaştırır.
Bazen şimdiki zamanı geleceğe bir merdiven dayamış gibi kullanabiliriz. Örneğin, ‘şimdi geliyorum’daki ‘şimdi’ ve ‘-yor’, şimdiki zamanı biraz sonraya (geleceğe) taşıyabilir. Büyük adam (olacağım yerine) oluyorum, dersek, gelecekte olacak bir olayı olabildiğince yakına almış, süreci bugünden başlatmış oluruz. Biz geleceğe gidemesek de, -yor’lu gelecek zaman geleceği yakınımıza getirir.
Bazı diller geleceği sadece şimdiye benzer biçimde tanımlar. Geleceği daha yakın gösteren bu dilleri konuşanların geleceğe daha çok yatırım yaptıklarını (bankacılar dikkat!), sigorta, emeklilik gibi bağlayıcı ilişkilere daha kolayca girdiklerini bildiriyorlar. Geleceğin çok uzakta olmadığı algısı, ‘‘kim öle kim kala, du’ bakalım’’ davranışını azaltır. Yarını bugünden kurmanın anahtarı belki de şimdiki gelecek zaman’lı cümleleri daha çok kurmaktadır.

hemderd




Alper Görmüş'ün 16.4.2013 tarihli Taraf'taki yazısında 1999 depreminin hemen sonrasında Gölcük'teki Siyaset Meydanı programından söz ediyor. Yazının günümüzdeki sorunlarla kurduğu paralellik ilginç; ama benim ilgimi çeken 'hemderd'lik kavramı üzerinden o geceki duygu alışverişini ve sonrasında ortaya çıkan etkiyi açıklamasıydı. O gece orada yaşananların önemini ya da anlamını uzun süre pek anlamadım; en nihayetinde eve kapanmak zorunda kalmış bir çok kişinin aynı anda seyrettiği bir TV programının getirdiği bir tesirdir diye adeta geçiştirdim. Bir çok kişinin o gece orada olmamı önemsemesini (ve bu önemsemenin yıllar içinde devam etmesini) biraz garipsemeyi sürdürdüm. Klasik anlamda 'medyatik' bir aktivite olmadığının farkındaydım; ama tanımadığım sayısız insanla yıllarca sürecek bir yakınlık doğmasına sebep olmasını tam da açıklayamıyordum. Alper Görmüş'ün yazısı bana 14 yıl öncesini düşündürdü. Hemderd olmanın acıyı azaltıcı bir etkisi olabileceğinin (bir kez daha) farkına vardım. bu günümüzün dertleri için nasıl bir yol gösterir, düşünmeye değer.



''Aynı derde ve kedere duçar olanların beheri anlamına gelen “hemderd”, bence Türkçenin en şiirli kelimelerinden biri...

Ferit Devellioğlu da Osmanlıca yazılışını “hem-derd” olarak verdiği kelimenin anlamını açıklarken “dert ve mihneti bir olan” diyor.
Hemderd olma hâli, acıları ve manevi yaraları azaltan yönüyle acılı ve yaralı insanlar için gerçek bir ilaçtır... Bunu anlamak için, mesela sadece bizim ailemizin etkilendiği bir felaketin açtığı manevi yaralarla baş etmekle, bizimle birlikte binlerce insanın etkilendiği bir felaketin manevi yaralarıyla baş etmek arasında bir karşılaştırma yapmak yeter; ikinciyle baş etmek, hiç şüphesiz daha kolaydır.

17 Ağustos 1999 depreminden bir hafta kadar sonraydı, bir Gölcük gecesinde psikolog Yankı Yazgan’ın katılımıyla gerçekleştirilen “sohbet-terapi”yi hiç unutmuyorum... Sohbet televizyondan canlı yayınlanıyordu, Yazgan ortada oturuyor ve etrafını almış depremzedelerle dertleşiyordu. Konuşmasını tümüyle hemderdlik üzerine kurmuştu ve ben ilk kez o zaman, aynı derdi paylaşmanın insanları nasıl yumuşatıp yekdiğerine yaklaştırdığını bu kadar somut bir biçimde tecrübe etmiştim.
Televizyonlar sayesinde deprem bölgesinin dışındakilere de geçen bu duyguya bakıp da, o andan itibaren Türkiye’de bir daha deprem öncesi toplumsal gerilimlerine dönmeyeceğine dair bir ümit peydahlamak dahi mümkündü...

Fakat öyle ümit edenlerin ümitleri gerçekleşmedi... Çünkü o gerilimler kendi derdinin önemli ve anlamlı; başkasının derdinin önemsiz ve anlamsız olduğuna inanmaktan kaynaklanıyordu...
Neticede, o Gölcük gecesinden bütün ülkeye yayılan hemderd olma hâli çok kısa bir zamanda sona erdi, herkes ve her grup kendi yaşam biçiminin doğru, öbürünün yanlış; kendi manevi ihtiyaçlarının anlamlı, öbürünün manevi ihtiyaçlarının anlamsız olduğunu düşünmeye başladı...'' (http://www.taraf.com.tr/alper-gormus/makale-hemderd-olmak-fakat-bunun-farkinda-olmamak.htm)

Saturday, April 20, 2013

artichokes forever


An Izmir artichoke requires, from
us to fully savor its unique taste, a
high level of concentration and more time
to chew before swallowing its leaves, stalks
and small heart. A child is, by definition,
a person of the immediate moment, responding
to what s/he thinks (indeed, feels)
urgent and essentially not very much different
from ‘contemporary urban human
being’. S/he rarely has reached that level
of concentration (enough for enjoying the
artichoke) until age 12, or even 14 for a
boy, thus, almost no enjoyment borne out
of the experience. I avoided the experience
as much as I could, until one point
around the age of 15 or 16, when I came
back home from boarding school during a
spring break. Upon my mother’s insistence
that I should taste it this time (‘it will be
different’ she said), I tasted a small bit of
the heart and stalks floating in the olive oil.
I continued with sucking the leaves, and
my mind/brain allowed me to keep the stuff
in my mouth and fully concentrate on the
taste. I never said no to artichokes in my
lifetime since then. Not only the pleasure
I had was heavenly, but the awareness of
my being able to enjoy the pleasurable-not
at first bite artichoke was telling me that
I had transitioned to a different phase of
my life and my brain had begun working
differently. Urgency and immediacy would
not be able to rule my life as intensively as
they did before.






Wednesday, April 17, 2013

FEELINGS RUN FASTER hk YANKI YAZGAN ile bir söyleşi (TheGuideIstanbul)


DUYGULAR HIZLI KOŞAR: YANKI YAZGAN İLE BİR SÖYLEŞİ   
Yeşim Yemni
The Guide Istanbul, Mart-Nisan 2013 için hazırlanmıştır.

İstanbul, hem yerlilerine için, hem de ziyaretçilerine derin tepkiler doğurtan bir şehir. İster aşık olun, ister nefret edin; ister onu terk etmek için sabırsızlanın ya da onsuz yaşayamayın, kesin olan o ki, bu şehir sizi hissiz bırakmaz. Yine de, en sıkı Türkofil’in, en tutkulu İstanbul aşığının, İstanbul trafiği karşısında, veya Türk kültürünü anlayamamaktan dolayı, pes edercesine ellerini havaya kaldırıp çaresizlik ve umutsuzluğa kapılmışlığı olmuştur.
Tanınmış psikiyatr Dr. Yankı Yazgan tarafından yazılmış ve çizilmiş olan yeni bir yayın, “Duygular Daha Hızlı Koşar: İstanbul’da Yaşama Bilinç/Beyin Açısından Bakış”,  İstanbul'un çıldırtan, aldatan kaotik ağını anlamlandırmaya çalışıyor. Daha doğrusu bu kitap, İstanbul’u örnek olarak kullanarak, günlük yaşantımızı, bilişsel nörobilim ve psikolojiden yararlanan bir bakış açısıyla anlamlandırmayı hedefliyor. Dr. Yazgan Türkiye’de çok iyi tanınan bir yazar, konuşmacı ve psikiyatr olmasına rağmen bu kitap onun İngilizce yayınlanan ilk kitabı.
Yakın zamanda, Dr. Yazgan ile oturup Duygular Daha Hızlı Koşar’ı ve genel olarak çalışmalarını konuşma fırsatım oldu. İlk sorduğum sorulardan biri, neden bu kitabı İngilizce yazmaya karar verdiğiydi. Eğer çok tanınmış olduğu Türkiye’de, anadili olan Türkçe olarak yazsaydı, daha geniş bir kitleye ulaşabileceği şüphesizdi. Dr. Yazgan, bu kararını etkileyen birkaç öge olduğunu açıkladı. Ana sebeplerden bir tanesi, daha geniş ve daha çeşitli bir okuyucu kitlesine ulaşmak ve onlarla temas haline geçip geribildirim alabilmekmiş. Ama Dr. Yazgan sadece bununla kalmayıp, aslında kendisini de zorlamak istemiş. Türkiye dışında bir yazar ve karikatürist olarak neredeyse hiç tanınmadığından dolayı, bu kitap onun için, tabiri caizse, bir ‘sıfırdan başlangıç’ olmuş.
Daha önceki çalışmalarından da görüldüğü üzere, Dr. Yazgan'ın gönüllü olarak yaptığı şeylerden biri de bilim, farklı düşünce tarzları, ve bunlara bağlı olan bilgilerin günlük hayata nasıl uygulanabileceğine dair  tüm insanlara bir şeyler öğretebilmek. Yazılarını ve çizimlerini, nörobilime dayalı verileri en iyi şekilde günlük hayatımızda nasıl kullanabileceğimize dair bir mesaj iletme aracı olarak kullanıyor. 
Bir diğer önemli sebebi de, Türkiye hakkında bir Türk tarafından yazılmış bir kitap ortaya çıkarmak istemiş ve baktığında, bu alanda henüz karşılanmamış bir talep olduğunu görmüş. Bu kitap, sadece burada yaşayan veya sık sık ziyaret eden yabancılara yönelik değil, Türkiye ile ilgili herhangi bir şeyi merak eden herkese yönelik olarak hedeflenmiş. Ve tabi, nörobilim ile psikolojinin kesiştiği noktayla ilgilenen herkese.
Dr. Yazgan, kitabın ‘Türk beyni’ ile ilgili değil, beyinlerimizin farklı ortamlarda nasıl çalıştığıyla ilgili olduğunun altını çiziyor. Kitabında tasvir ettiği birçok unsur, Türkiye’ye özgü şeyler değil, ama bahsettiklerinin burada tesadüf edip toplanmaları Türkiye’yi özgün kılan şey. Yazgan, kitabın İstanbul hakkında değil de İstanbul’da yaşamak hakkında olduğunu söylüyor. ‘Kitap, İstanbul’da birikmiş, ama illa ki İstanbul ile sınırlı olmayan tecrübelerden ilham alıyor. İstanbul’un hala birçok açıdan yerel ve marjinal bir sahne sunduğunu unutmayıp, yaşantılarımızın ise evrensel olduğunu aklımızda bulundurmalıyız.’ Yazgan, kitabın günlük Türk hayatının püf noktalarını sunmadığını, ama bu şehirdeki deneyimlerimizle ilgili ilginç içgörü ve perspektifler sunmayı amaçladığını söylüyor.
Kitap beş bölüme ayrılmış: Türk Kahvesi, Mutluluk, Diğerleri, Sevgi, ile Zemin ve Zaman. Her bölüm, karikatürlerle tamamlanmış, Türkiye'deki gündelik yaşama dair çeşitli örnekler veriyor. Aslında, neşeli ve eğlendirici çizimler kitabı, renk ve mizah katarak, benzersiz yapan unsurlarından biri. Yazgan, kitabı ‘her ihtiyacı karşılayacak bir mönü’ gibi olması için, özelden genele doğru ilerleyen bir şekilde hazırladığını söylüyor. Başlangıç ve bitiş bölümleri, muhtemelen kitabın en enteresan, anlaşılır, ve Türklüğe özgün kısımlarıyken, orta bölümleri, her ne kadar herkes tarafından anlaşılabilecek seviyede de olsa, daha bilimsel olmuş.
Duygular Daha Hızlı Koşar, pop kültüründen alıntılarla çeşnilendirilmiş.  Her ne kadar bu alıntıların bir çoğu - özellikle de Yazgan’ın gençlik çağıyla ilgili olanlar -Türkiye’ye özgü olsa da, küreselleşme çağında bazı alıntıların Batı kültüründen gelmesi şaşırtıcı değil. Kitapta Atwood ve Marquez’in kitaplarından, HBO dizisi olan In Treatment’a kadar herşeye yapılan atıflar var. Bu özellik, kitabı daha yaygın bir kitleye hitap eder kılıyor. Çünkü, Yazgan’ın da dediği gibi, pop kültürü hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olmakla beraber, aynı zamanda da bizim hayatımızın da bir ürünü- sadece medyanın düşünüşümüzü şekillendirmesi değil. Kitapta ayrıca Yazgan’ın kendi hayatından da bir çok örnek var: mesela sünnet fotoğrafı veya askerlikte çizdiği bir karikatür gibi.  Doğrusu, kitap sık sık resimli örneklerle Yazgan’ın büyüme çağındaki kişisel deneyimlerine değiniyor.
Yazgan, Türkiye'de doğma büyüme bir kişi. İzmir’de büyümüş ve bu ona İstanbul hakkında yazarken hem içeriden hem de dışarıdan bir bakış açısı kazandırmış. Türkiye’nin yakın zaman tarihine aşina olanların bildiği gibi, burası son zamanlarda gerek ekonomik gerekse değişen değerler açısından çok hızlı bir değişim yaşayan bir ülke. Hem hayat kalitesinde, hem de hayat kalitesinin nasıl ölçüldüğü hakkında çok ciddi değişiklikler oldu. Yazgan’a bu konuyla ilgili ne düşündüğünü sorduğumda, günümüz Türklerinin hayatın keyfini çıkarmaya çok daha düşkün olduğun, ancak bugün elimizde olan kaynakların, zamanında anne-babalarımızın kısıtlı imkanlarla hayatın tadını çıkardığındaki hazzı veremediğini söyledi. 
Günümüzde, bereket çelişkisini ve Türk gençlerinin üzerindeki etkisini görebiliyoruz. Her ne kadar, refah seviyeleri zengin anne-babalarından daha yüksek olsa bile, günümüzde her şeye sahip olmak yeterli olmuyor.
Türkiye’yi Batı’dan ayıran şey (diğer gelişmekte olan ülkelere baktığımızda çok farklı olmasa da), bu değişimlerin oluşma hızı. Öyle ki, Yazgan’ın merak konularından bir tanesi de zaman kavramı. Yazgan, Türkiye örneğinde, tüm bu değişimleri yaşadığımız zaman dilimi çok hızlı olmasının bazı gerginliklere ve yeni sorunlara yol açtığını söylüyor. Yazgan, kliniğinde birçok çocukla çalışıyor ve bu değişimlerin çocukları nasıl etkilediğini ekliyor. 1960larda bir çocuğun hedefinin olması ondan beklenen bir şey değilken, Türk toplumu giderek rekabetçi oldukça, çocukların da hedeflerinin olması ve epey erken yaşlardan itibaren bu hedeflere hazırlanması bekleniyor. Seçeneklerin artmış olması iyi bir şey olarak görülebilirken, aynı zamanda belirsizlik ve kaygının artmasına yol açıyor.
Öyle ki, Yazgan, bugün İstanbul’da hiç bitmeyen trafik ve kuyruklardan, endişenin bazıları için sabit bir ruh hali olduğunu görebileceğimizi söylüyor. Burada bir çok şey belirsiz bırakılıyor ve bu kasıtlı yapılan bir toplu kontrol mekanizması olarak kullanılıyor olabilir: ‘Zaman baskısı ve günlük kat edilen mesafelerden dolayı, belirsizlik ve tereddüt, İstanbul’da, muhtemelen Türkiye’nin geri kalanına kıyasla daha da fazla, şehrin günlük yaşantısının bir parçası ve iletişim tarzı olarak fazlasıyla baskın olarak ortaya çıkıyor.’ 
Yazgan, Türklerin neden her yere geç kaldığını ve her cümleyi ‘İnşaallah’ ile bitirdiğini merak eden yabancılara, bunun İstanbul’daki günlük yaşamın değişmez bir parçası olan belirsizlik ile başa çıkma yöntemimiz olabileceğini söylüyor- bir şeyin gerçekten olup olmayacağından emin olamadığımızda, riski minimuma indirmek için gitmek için son dakkaya kadar bekliyoruz.
Yazgan ayrıca bu kitabın ilk yazdığı İngilizce kitap olduğundan dolayı kusursuzlukta epey uzak olduğunu, ama bazı hataları da bilerek muhafaza ettiğini ekledi. Aynı bu şehirde ve kültürde de olduğu gibi kusurlar, kitabın enteresan parçaları. Yazgan, bu kitabı okuyanların İstanbul hakkında kesin sonuçlara varmalarını değil, kendisinin İstanbul’a baktığında hissettiği gibi içlerinin heyecanlandırıcı belirsizliklerle dolmasını arzuladığını
söylüyor. (Türkçesi: Selin Karaçam).
metnin İngilizce aslını okumak isteyenler aşağıdaki linklerden birisinden ulaşabilirler.
http://www.theguideistanbul.com/news/detail/1201/Feelings-Run-Faster-A-Discussion-with-Yanki-Yazgan-

http://yankiyazgan.blogspot.com/2013/03/feelings-run-faster-theguideistanbul.html

Saturday, April 13, 2013

uzman sorusu amatör cevap


Uzman sorusu, amatör cevap



Anne-babaların çocuklarının gelişimine ve gelişimdeki aksamalara ilişkin kaygılarını ‘uzman’lara yönelttikleri sorularda izleyebilirsiniz. Soru bazen çocuğun çevreyle ilişkisinde çıkan sorunlara, bazen çocukta arzu ettiğimiz karakter özelliklerinin bir türlü bulunamamasına ilişkindir. Hepsinin ortak yanı ise çocuğun bir zarar görmesi olasılığından duyulan endişeden beslenmesidir.
Ne yazık ki, bazı konular bir psikiyatrın ya da başka bir uzmanın vereceği cevaplarla pek karşılanamaz; toplumun işleyişi ya da insanın temel yapısına ilişkin hususlara gelir dayanır.
Yıllardır her yaştan çocuk ve ailesiyle çalıştığımdan ötürü belki bir cevap verebilirim umuduyla sorulan sorulara bulduğum yanıtları paylaşmak isterim. Hepsinin altında, sadece çocuklarla ilgili olmayıp içinde yaşadığımız toplumun özelliklerine işaret eden yönler bulabiliriz. Işte birkaç tanesi:

Saldırganlardan nasıl korunuruz? Beş yaşındaki kızımın gittiği yuvada bir iki tane saldırgan çocuk her dinlenme arasında, oyun bahçesinde sıkıştırıp, ağlatıyorlar. Okul yöneticilerine durumu ilettiğimizde, o saatte çocukların özgür olduklarını, bu şekilde dövüşerek hayata hazırlık yaptıklarını söyleyerek sanki bizimle alay etti.
Zayıflığa tahammülü olmayan çocuklar, yuvada, parkta, okulda, bazen gözlerine zayıf buldukları bir çocuğu kestirebilirler. Hedef çocuk, genellikle pek güçlü değildir.  Biraz çekingen ve sıkılgan olabilir. Kendini ifade becerileri yeterince iyi gelişmemiştir. Ya da, davranışları yeterince saldırgan olmadığı için zayıf olarak algılanabilir (sizin nezaketinizi zaaf olarak gören olmadı mı hiç?). Her durumda, ezen çocuktan kaçış bazen zordur. Çocukların başında bir yetişkinin olduğu ortamlarda, ezici davranışlara “sıfır müsamaha” göstermekten başka önleyici çare yoktur. Ezen çocuğun ruhsal durumu çok iyi değilse, onunla ayrıca ilgilenmemiz gerekir. Çocuğun bir ruhsal sorunu olması bir mazeret olarak değildir. Okullarda her türlü zararı önlemeye yönelik hazırlığın yapılmış olması gerekir. Kısacası, ezilen çocuğu korumasız bırakamayız.



Popüler ve sosyal değil. Dört yaşında bir kız çocuğum var. Arkadaşlarımın çocuklarıyla oynamak istiyor. Ancak, sanırım ilk adım karşı taraftan gelsin istiyor. Ve nerdeyse, onların, gözlerine , ağızlarına bakıyor beni çağırsalar da oynasam diye. Sizce neden böyle özgüvensiz olabilir?

Popülerlik, özgüvenlilik, atılganlık… Bu özelliklerin formülünü bildiğimi düşünüp, soran çok olur. Her sorunun tam bir cevabı yok elbette, bunun da yok. Çoğumuz popüler olmayı, aranan ya da davet edilen kişi olmayı arzu ederiz. Çocuklarımızın da öyle olmasını dileriz. Bunun sosyal olmak, toplumla uyumu yüksek birisi olmakla eşdeğer olduğunu düşünürüz. Oysa, popüler olmak, toplumsal olarak uyumlu olacağımız, ya da anlamlı ve sürekli arkadaşlıklar kurabileceğimiz anlamına gelmiyor. Popüler olmak, derin ilişki kurmaya engel bile olabilir.
“Sosyal” olmak kimimiz için sonradan öğrenilen, kimimiz için de yaradılıştan mevcut olan bir özellik... Ama, sosyal olmak bir zorunluluk mu, ne kadar öncelikli? Sosyal olmamak (mahcup, çekingen olmak) ne kadar sorunlu bir durum? Her çocuk, her birey için ayrı ayrı düşünmeliyiz. Bazen de, biraz beklemeliyiz...
Küçük çocuklarda, yürümeye başladıktan sonraki dönemde giderek yabancılara karşı bir kaygı ve uzaklık gözleriz. Anne-baba ya da diğer bildik (siz “emniyetli, sağlam, zarar gelmeyecek” olarak okuyun) kişiler dışındakilere mesafeli yaklaşır. İlişkiler arasında ayrım yapabilmesi, bazı kişilere daha bağlı, bazı kişilere daha az bağlı olması küçük çocuğun sosyal mesafeyi ayırd edebilmesi  çok önemli bir gelişim aşamasıdır.
Bazı çocuklar için emniyet  ve sağlamlık duygusunun önemi diğer çocuklar için olandan daha fazla olabilir. Emniyet bazen doğrudan zarardan korunmak için, bazen de, reddedilmek, arkadaş grubuna alınmamak gibi psikolojik zararlardan korunmak için gerekebilir... Bazı çocukların arkadaşlık ilişkisi kurma sürati diğer çocuklardan daha yavaş olabilir. Zorlamadan ziyade, yavaşça ısınmasına fırsat vermekle başlamak uygun olur.

Zeka Mozart’la artmıyormuş. Mozart’ın müziğini dinleterek çocukların zekasının arttığını öne süren bir iddianın geçerli olmadığını gösteren bir araştırma yayımlanmış, ne düşünüyorsunuz?
Bir bilimsel görünüşlü palavra daha deşifre oldu, sırada bekleyen de çok. Konuyu tam bilmeyen ailelere ‘zekaya iyi gelir’, dediğinizde her şeyi yapmaya hazırlar. Mozart dinletmek ya da diğer Einstein yapma önerilerinin sağladığı söylenen puanlar zaten çok çok az. Herhangi bir aktivite yapmadan bekleseniz bile kazanılabilecek kadar.
Çocuklar, zeka geliştirici olduğu iddia edilen programlar ile kazanabileceklerinin çok daha fazlasını anne-babalar ile karşılıklı birebir etkileşimden, oyun oynamaktan, kitap sayfalarını karıştırmaktan kazanırlar. Çocukların gelişmek için karşılıklı ilişki kurmaya, bir makina ile değil bir insanla oynamaya, onu dinlemeye,konuşmaya ihtiyaçları var.
İnsan zekasının en önemli parçası olan "dil" karşılıklı oyun ve konuşma ile gelişir. Bunun için de televizyonu 3 yaşın altında çocukların hayatına hiç sokmamak iyi bir başlangıç olur. Bu Mozart dinleterek ya da başka yollarla çocukları dahileştirme projelerini gördükçe, benim aklıma gelen soru da şu: Güzel müzik dinlemenin iyi bir şey olması için zekayı pek de önemli olmayan 3-5 puan arttırması mı gerekiyor ?
Yaratıcılık ölüyormuş. Prof Filanca televizyonda boyama kitaplarının (verilmiş şekillerin içini boyama) çocuklarda yaratıcılığı öldürdüğünü söyledi. Siz ne diyorsunuz?
Böyle bir görüşe karşı ne denebilir ki? Bu tür uzmanlığı kendinden menkul iddialara bir yanıt vermek, saçma ve yersiz bir lafa cevap yetiştirmek, temelsiz bir görüşe meşruiyet kazandıracağı için, ne olur bu sorunuza bir cevap vermeyeyim.