Monday, February 23, 2009

Eskisi yenisinden taze olabilir !

Yeni yıl için yeni bir şey yapmamız gerekir mi? Her şeyin yenisi mi makbul? Belki de, bu yıl köhnemiş, eskimiş sayılan fikirlerin, insanların tekrar canlanacağı bir yıl olur. Belki, yeni saydıklarımız aslında yeni kisvesindeki eskiler, yenilik arayışı ise sadece yerinde duramazlığımızı, huzursuzluğumuzu avutmak için yeni diye yutturduğumuz şeyler.Eski çizgilere bakınca bunu görüyorum. 1988, 1989 ve 1991 aralık aylarının son günü için çizdiğim “kapak karikatürleri”ni o zamanki Cumhuriyet Bilim Teknik ilavesinde yayımlanmıştı. Bugünden 20 yıl öncesinde, benim ruh halim kadar, 1980 sonrasındaki ilk 10 yılın umutla karamsarlık, ne olduğunu anlamaya çalışma sırasındaki şaşkınlık, hayatta kişisel çıkış yollarını bulma çabasıyla bir ideale bağlılığı bağdaştırma gibi herkese özgü sayılabilecek ikilemleri de çizgilerde (veya çiziktirmelerde) görmek mümkün. Bugünkü “liberal aydın” tabiatımın öncüllerini de çizgi ve söz arasında yakalamak kolay. Açıkçası, bir gizleme çabası da yok. Yıllar sonra Noel babaya sorduğum soruya aldığım cevabı gösteren son çizgi ise, herhangi birimizin verebileceği sıradan bir cevap. Yeni bir şey istemekten daha doğal ne var? İşin kötüsü, yeni diye sarıldığımız, ya da yeni diye pompaladığımızın “eski”nin kötü kopyası olmasını ne önleyebilir? Hayatımızı aydınlatacak, karamsarlıkla beklenen 2009’da “iyi ki yaşıyorum” dedirtecek cinsten bir yeniyi ne sağlayabilir? Bu sorulara hazır cevaplar arayanlar yanılır. Cevabı oluşturmak herkesin görevi. Gelecek yıl, güzel bir yıl olsun. Yeni ya da eski...

güvenlik olmadan güven olmaz

Çocuk yetiştirme alışkanlıkları toplumun işleyişine ilişkin ipuçları taşır. Ne de olsa, “bugünün küçükleri yarının büyükleri”dir, ve bu böylece devam edip gider. Kriz dönemlerinde, toplumsal uyuşmazlık ve çatışmaların öne geçtiği durumlarda, sorunlara nasıl yaklaşılacağının ipuçlarını, anneler ve çocuklarına bakarak bulmayı deneyebiliriz.
Annelerin çocuklarına nasıl yaklaştığını Unilever’in “kirlenmek güzeldir” ve “her çocuğun oynamaya hakkı vardır” kampanyaları çerçevesinde Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 10 ülkede 2006-7’de yaptırttığı araştırma, ülkemiz annelerinin çocuklarını büyütürken nasıl düşündükleri ve davrandıklarını gösteren ilginç bulgular ortaya çıkartmıştı. Hatırlatayım:
Temel sorular, çocuklar ev dışında oynamaları, bunun yararları, ve ne ölçüde mümkün olduğu üzerine kurulmuştu. Çocukların (evin) dışında özgürce oynuyor olmasının önemini net ve doğru biçimde kavrayan annelerin oranı ülkemizde % 86 iken (dünyadaki en yüksek oran), Türkiye’deki çocukların evden dışarıda, parklarda, bahçelerde, sokakta oynama oranlarına baktığımızda gördüğümüz oran ise, çarpıcı biçimde düşük: %28 (dünyadaki en düşük oran, dünya ortalaması % 60). ‘Çocuklar oynamalı, çok faydalı; ama bizimkiler değil’ anlamına gelen çelişkili bir sonuç. Peki, ama neden? Çocuklarını kendi kaygıları sebebiyle evde tuttuklarını, “sokağa, dışarı salmadıklarını” söyleyen annelerin oranı dünyada % 45, Türkiye’de % 83.Annelerimize “Peki ama sizi tam olarak ne kaygılandırıyor ki, çocuklarınıza yararlı olduğunuza inandığınız halde, onları yaşayarak öğrenme hakkından yoksun bırakacak biçimde evde tutuyorsunuz, dışarı bırakamıyorsunuz” diye tek tek sorulduğundaki yanıtlar, annelerin düşünüşlerini ve duygularını yansıtıyor: “dışarısı güvenli değil (Türkiye % 83, dünya %65), bir yerlerine bir şey olur, düşer bir taraflarını incitirler (Türkiye %75, dünya ortalaması %57), (üşütür) hasta olurlar” (Türkiye %48, dünya ortalaması %31)...
Annelerin çoğu, çocuklarına her an bir zarar gelme olasılığını akıllarına getiriyorlar. Bu olasılıkları düşünme eğiliminin evrensel olduğunu, en çok gebelik ve doğumdan sonraki ilk birkaç yıl boyunca yoğun olduğunu gösteren sayısız araştırma var. Ancak ülkemizdeki annelerde bu kaygılar hiç hafiflemiyor. Annelerin çocukların yaşayarak öğrenmesinin önemine inanmalarına rağmen, çocuklarına zarar gelebileceği kaygısı ile, çocuğu ev dışına, kendi haline bırakmaya içleri elvermiyor.
Kendine güvensin, n’aparsa yapsın. “Peki, çocuklara özgürce oynama, gelişme olanağı tanınsa, ne kazanmalarını beklersiniz?” diye sorsak: kendine güven (% 59; aynı beklenti oranı özgüven şampiyonu Amerikalılar için % 20). Sosyal anlamdaki gelişim, yardımlaşma, işbirliği ve arkadaşlık gibi beklentiler ise, daha arka planda kalıyor (ülkemizde % 38, Amerikalılarda % 60 ). Çocukların geleceğine dönük beklentileri (annelere) sorulduğunda ise, “daha güvenli” bir gelecek umduklarını söylemeleri de ruh hallerini yansıtıyor. Türkçe’deki (kendinden) emin olma ile emniyet, (öz) güvenli olma ile güvenlik kelimeleri arasında kurabildiğimiz ilişkileri, İngilizce’deki confidence ve safety (ya da security) kelimeleri arasında kuramadığımıza dikkatinizi çekmek isterim. Her lisan ait olduğu kültürün önceliklerini ve eğilimlerini yansıtır. Bilmiyorum, başlıca beklentileri olan güvenden annelerimizin anladıkları, altta kalmama, kendini ezdirmeme (gerekirse, başkasını ezme) gibi, klinik görüşmelerde olsun, toplum eğitim çalışmalarında olsun, çok sık dile getirilen, sonuçta yine güvenlikle ilgili bazı davranışlar mı? Güvenliğin olmadığı yerde, güven hissinin gelişmesi de mümkün değil.

Ülkemizin çocuk yetiştirme kültüründe çocuğun sadece ekonomik değer taşımaktan çıkıp psikolojik bir değer kazanması, hem sosyo-ekonomik açıdan farklı toplumsal kesimler, hem aynı kesimden kuşaklar arasında, çocuklara yaklaşım açısından önemli farklara yol açıyor.. Bir yanda geleneksel olarak bağımlılığı körükleyen, bağımsız birey olma yolunda yetiştirmekten uzak duran, itaate ve söz dinlemeye önem veren yaklaşım. Az ötede, çocukların özerk, kendine güvenli olmasını, yaşayarak deneyerek öğrenmesini isterken, bunun aileden uzaklaşmaya yol açacak düzeye varmasından, kopmalardan kaygı duyan yaklaşım. Üçüncü bir yaklaşım gerekli, ama henüz ortada yok.
Annelerin yaklaşımlarını, ülkemize yön verenlerin topluma bakış açısına benzetmemek mümkün değil. Ne de olsa, çocuk kalmış milletimizin ebeveyn ihtiyacı sürgit devam ediyor.

özlemesi güzel, yaşaması zor

Çocukluk özlemesi güzel, yaşaması zor bir hayat dönemidir. Modern zamanların çocukluğu, modern anne-babaların ezberlenmiş özlemlerinin peşindeki debelenmelerinden nasıl etkileniyor? Sn Berrak Coşkun’un bir sektör dergisi için sorularına yanıtlarımı toparlarken, bu temel soru oluştu. Cevabını arayanların görüşlerini duyabilmek isterim.

1- Çocuktuk. Büyüdük ve yitirdik mutluluğu. Mutlu olamadığımız gibi mutlu da edemiyoruz artık. Yetişkinlerin dünyasında kaybettiğimiz şey ne? Sizce nerede kaçırıyoruz ipin ucunu?
Çocukluğu mutlu bir dönem olarak görmek biz büyüklerin bir özelliği. Çocuklara, gençlere sorduğunuzda hiç mutlu tanımlamıyorlar kendilerini. “Mecburiyetler içinde” büyüyen, “her istediklerini yapamayan”, dört gözle büyümeyi bekleyen çocuklar, biz böyle dedikçe gülüyorlar. Bence geçmişi hep iyi yanlarıyla hatırlama eğilimimiz sebebiyle böyle düşünüyoruz. Nerede o eski bayramlar gibi...Bugünden odağımızı uzaklaştırmak, en azından bir zamanlar mutlu olmuş olduğumuza inanarak avunuyoruz. Mutluluk yaşanmaz, hatırlanır. Geçmişte kalan, geri gelmeyecek olan güzel hatırlanıyor.
Bir röportajınızda, “Mutsuzluğu öğretmeye gerek yok. Bu bizim doğal eğilimimiz” diyorsunuz. Biraz açıklamanız mümkün mü acaba?
Zihin mekanizmaları önce gerçeği tüm çıplaklığıyla, aynı kral çıplak diyen çocuğun gördüğü netlikte, görerek büyürüz. Sonra, büyüme ve olgunlaşma “sayesinde”, gerçeğin rengini siyah beyazdan pembelere dönüştürme becerimizi kazanırız. “kral çıplak ama böyle de hoş duruyor” ya da “belki bana öyle gözüküyordur, aslında değildir” diyebilmeye başladığımızda, yalan söyleyebildiğimizde, kendimizi “mutlu” hissettirmeyi, gerçeğin acı yanlarını arka plana itmeyi başarırız. Buradaki mutluluk terimi aldatıcı olabilir, acı çekmeye dayanabilmek de mutluluğun bir parçası aslında... Ama herşeyin iyi yanını görelim, ideolojisi çoğumuza iyi hissetmek ile mutlu olmayı karıştırtıyor. İyi hissetmek zorunda değiliz.

Bebekliğin ilk üç yılı, insanın bütün hayatını belirliyormuş. Doğru mu?
Önemli, ama o kadar da değil, korkmayın. Temel güven duygusu, başkalarına güvenebilmek, korunacağına kollanacağına inanmak bu yaşlarda gerçekleşir. Kendimize değer verildiğini hissedebilmeye başladığımız yıllardır. bu kimlik inşası yıllarca devam edecektir. İyi bir başlangıç yapmak kolaylık sağlasa da, sonradan da kapatabilecek açıklar vardır.

Peki, sevmek öğrenilebilen bir şey mi? Genetikle ne kadar ilgili?
Sevebilmek, başkasına önem vermek hemen hemen tüm insanlarda yapısal olarak varolan bir dürtü. Ancak, bunu ortaya koyma biçimleri, koyabilmeyi becerebilme zaman içinde öğrenilen başka şeylerle ilişkili. Örneğin, sabredebilme ve bekleme, ya da başkasının duygularını hesap edebilme ve anlayabilme gibi..

Coğrafya değiştikçe, yaşanan sorunlar da değişiyordur mutlaka. Diğer ülkelere kıyasla Türkiye’de çocuk olmanın bedeli daha mı ağır?
Ülkelerin refah düzeyi düştükçe, çocuklar daha kolayca gözden çıkartılır oluyorlar. Yetişkinlerin hayatta kalma dertleri önplana geçiyor. Ülkemiz zenginlik ve refahın dağılımı açısından büyük eşitsizlik gösteren bir ülke... Krizli, güvenlik sorunları olan, moralsiz bir ortam ağır bastığında anne-babalar çocuklarına ilgi düzeyleri yüksek de olsa, korku ve umutsuzluk aşılayıcı davranıyorlar. Çocukların geleceğine yatırım adı altında yapılanların çoğu bağımsız, ama çevresindekilere ilgili ve duyarlı bir insan yetiştirmekten ziyade gündelik amaçlara yöneliyor. Üstelik bu arzular toplumsal sınıf ya da bölgeler ötesi bir yaygınlıkta.

Toplum olarak hangi yanlışları paylaşıyoruz? Ebeveynlerin tekrarlamaktan yorulmadığı hatalar neler?
Sabırsız, müdaheleci, üşengeç... Hoşgörülecek şeyi hoşgörmeyen, boşverilecek şeye boş vermeyen, ama hep hoşgörüden ve özgürlükten bahseden anne-babalar çok sayıda.. diğer yandan meseleye yakından baktığınızda, özellikle küçük yaştaki çocuklarda özgür bırakma adı altında boş verme, kendini yormama, çocuğa kendini sevdirmeye çalışma gibi davranışlar gözüküyor. Bunun sonucu, ergenlik çağına vardığında kendini nasıl kontrol edeceğini bilemeyen, başkaları ile ilişkilerinde tek taraflı, “maddiyatçı”, sınırlara uymayı sevmeyen ama baskıcı otoritelere boyun eğen, ve kendisi baskıcı otorite kuran genç adayları ile karşılaşıyor, ne yaptık biz? diye üzülüyoruz. Bebek ve küçük çocuklara annebabalık yaptığımız dönem çok kritik: çocuk olarak hayata ilişkin sınırları, kendi sınırlarımızı ve kapasitelerimizi öğrendiğimiz, kaybetmeye, zorlanmaya alıştığımız bir dönem. Ancak bu sayede yaptıklarımızın, kazandıklarımızın bir değeri olduğunu anlamaya başlıyoruz. Ergenlik döneminde bu altyapı ile ilerlemek, güvenli bir kimlik oluşturmak çok daha kolay olabilir.

Yeni bir dünyada yaşıyoruz artık. Hayatımızı kolaylaştıran teknoloji, duygusal ifadeleri büyük ölçüde zayıflatıyor. Anne, baba, çocuk üçgeninde üstlendiğimiz roller de etkileniyor tabii tüm bu gelişmelerden. Neler değişiyor? Anne baba olmanın kuralları yeniden mi belirleniyor ? 2000’lerde çocuk yetiştirmenin 60’lardan, 70’lerden farkı ne?
Pek bir farkı yok galiba. Çocuklar yine sevilmek ve sevmek istiyor. Annebabalar da... İhtiyaçlar, dilekler, özlemler aynı. Ama bu dileklerin gerçekleşeceğine inanç azalmış olabilir. Şimdiki çocuklar geçmişten farksız, ama, anne-babalar çok değişti; zamanları, enerjileri, yaşama arzuları eskisi kadar güçlü değil. Yetişemiyorlar. Hayat çok hızlı, yapmak istediğimiz çok şey var; yetişemiyoruz. Söylenen bu. Yapmak istediklerimiz neler diye soararsanız, yeni mallar, oyuncaklar almak, evimizi yenilemek... Neylik bir laf, ama yetişemediğimizi söylediğimiz şeylerin çoğu tüketime ilişkin. İstersek yapmayı düşündüğümüz ama yapamadığımız her şeye zaman var. Yeter ki, bir şeylerden vazgeçmeyi bilebilelim. Hiçbir şeyden vazgeçmeden, her şeyi elde etmek... Çocukça bir istek. Çocuk kalmışlık bizim suçumuz mu? Bilemiyorum.

Ne kömür sobasında pişen kestanenin tadını ne de bayramlarda kapı kapı dolaşıp el öpmenin tatlı rekabetini biliyor şimdiki çocuklar... Bütün günü evde bilgisayar başında geçirirken, alabildiğine kopuklar hayattan. Teknolojiye uyum, çocuklarımızı yalnızlığa sürüklemeyecek mi? Çocuk büyüteyim derken, bencillik ormanı mı yetiştiriyoruz acaba?
Yalnızlık, sadece teknolojinin sonucu değil. Biraz da, yalnız kalmayı istemiş olabiliriz. Teknoloji bunu yapmamızı sağladı mı acaba? Tanımladığınız geleneksel ilişkilerin bir kısmı içinde olduğunuzda bunaltıcı, bireysel sınırları zorlayıcı hatta yok edici etkiler de oluşturan bir dönemi temsil ediyor. Yalnız kalabilmeyi istemekte bir sakınca yok bence. Ama teknoloji tam da o yalnız kalabilme isteğine bir cevap ararken, yine de yalnız kalmayı, bir şeyle meşgul olmadan, kendi kendiyle durabilmeyi becerebilmiş değiliz.


Her çocuk bir proje mi? Doğdukları andan itibaren bilimsel bir düşünce gibi ele almak, hatta “üzerinde çalışmak”, yetişkin hayatında avantaj sağlar mı ona?

Bilimsel düşünceyi, kötü ya da kuru, duygusuz yaklaşımın kaynağı olarak görmek haksızlık olur. Bilim bize kullanacağımız bir malzeme, ve en önemlisi, bu malzemeyi koşulsuz kabul etmememe ilkesini verir. Çocuğunu bir proje gibi görenlerin bilimsel bir proje yapmaktan ziyade bir iş yatırımı projesi gibi görmesi, sadece kâr edilecek, zarara tahammül olmayan bir işletme mantığıyla hareket etmesi dediğiniz durum olabilir. Bunun çocuğa avantaj getirmesi beklenebilir mi? çocuk pasif bir hammadde değildir. Proje kaldırmaz. Ama makul, bilgili ve ne yaptığını bilen insanların annebabalık tarzlarına da “proje” yakıştırması yapılıyor. Hiç bir şey yapmadan bakma, her şeyin kendiliğinden olmasını bekleme ekolü, “proje”ciliğin ikiz kardeşi, ve ne yazık ki aynı zararı verebilir.

Çocuğun karakteri, büyük ölçüde annelerin eseri... André Maurois, “Başarısızlık ve felaketlere rağmen hayata karşı güvenlerini sonuna kadar saklayabilen iyimser insanlar, daha çok iyi bir anne tarafından büyütülmüş olanlardır” sözleriyle çok güzel özetliyor bunu. Siz de aynı görüşte misiniz?
Ben çocuğuna güvenen, kendi eksiklerini arayıp bulan anneleri babaları daha çok önemserim. “İyi anne”yi nasıl anlayacağız, neresinden tanıyacağız ? İyi bir anne olduğuna ürün ortadan çıktıktan sonra karar veriyor isek, evet, Maurois haklı diyebiliriz. İyi annelerin yetiştirdiği çocukların hepsi bir birine benzemeyebilir, onu da unutmayın.

Yetişkinlerin dünyasına baktığınızda, çocuk olarak en çok ne şaşırtırdı sizi? Nelere anlam veremezdiniz?
Büyüklerin sofrada çok uzun kalmaları, misafirliklerde saatlerce hiç bir şey yapmadan, sadece konuşarak oturabilmeleri, enginardan, alkolden, kerevizden tad almaları.... Çok sıkıldığım her durum anlamakta zorlanırdım. Ama çocukluk sıkılmak demektir. Sıkılmaya dayanmayı öğrendiğiniz, eğlencenin değerini bildiğiniz bir zaman.

valkyrie: doğru tarafta olmak

valküre filminde bir sahne var, telgrafhanede geçen... hitler'e karşı darbe girişiminde bulunanlardan ve hitler'in karargahından gelen (ve tabii ki birbirine karşıt) mesajlar aynı anda ulaşırlar. mesajları inceleyip, askeri birliklere dağıtmakla görevli komutan zor durumda kalır; karar veremez. darbeciler, hitler'in ölmüş olduğu varsayımı ile işleyecek bir yasal mekanizma ile hareket etmektedirler. hitler'in ölüp ölmediği konusunda ise, bir kuşku vardır. görevli başçavuş komutanın kararsızlığını görünce, doğru tarafta olmalıyız, der. doğru taraf, haklı olan mıdır, yoksa, kazanacak olan mıdır? bu soruyu saniyelerle irdeleyen komutan, kazanacak olanın doğru taraf olduğuna hükmeder. darbecilerin mesajlarını bloke eder.