Tuesday, April 21, 2009

düşe kalka


2003'te yazdığım düşe kalka büyümek'in yeni baskısı Doğan Kitap'tan çıktı. eski kitaplarıma talip olan DK için kitabı tepeden tırnağa elden geçirdim. son yıllarda her kitaba kenarından köşesinden "sokuşturduğum" çizgilerimden hazırladım, ve kitaba bolca serpiştirdim. içeriği pek demode olacak cinsten olmasa da, bilimsel yayınlarla ilişkili güncellemeleri de yaptım. eh, daha ne olsun? sıra hiperaktif çocuk okulda'ya geldi. labirent yolculukları ise, kısmet bekleye bekleye kurudu, benim talihsiz ilk kitabım (Remzi K'den çıkmış olmasına rağmen)...

Thursday, April 16, 2009

anıların tadı tazeyken mi çıkar?

son bir kaç haftadır bazen istanbul'da bazen istanbul'un dışında, ama devamlı bir konuşma halindeydim. bu notu yazarken, bir an evvel uyusam da sabah erken kalkabilsem (en azından uykumu biraz almış olarak) diye çimden geçiriyorum. ilginç bir sürü izlenimi toparlayayım da yazayım diye diye, çoğumuzun bir çok zaman yaptığı gibi, bekletirken, güzel bir günde açmayı bekletirken ekşittiğimiz şarap gibi, anıların da tadı kaçmamalı.

Sunday, April 05, 2009

gururlu ve gurultulu bir guru

dalgınlık ile kardeş olan bir başka meselenin acelecilik olduğunu düşünürüm. belki de dikkat dağınklığı ve aşırı hareketlilik sorununa sınırlı sayılan bu "sıradan" belirtilerin anlamı üzerine daha fazla çalışmak, yazmak lazım. kendime bir faydam olur böylece...
marieclaire dergisine yazıçizili bir katkı yapmam istendiğinde, bunun bir "guru"lar köşesinde yer alacağını söylememişlerdi. ama ısrara, hele alttan alan ısrara hiç dayanamadığımı birisi (idil y. mesela) fısıldamış olsa gerek ki, benim "kimseyi kırmayayım", ve "iyi şeyler yapmak isteyenlere destek olayım" yazılımımı harekete geçirmeyi başarmışlardı. neyse, sonra dergiyi grdüm, sayfa düzenine şuna buna bir sürü laf ettim; ama en komiksediğim kısım gurular kısımının künyesinde, ne gurusu olduğum tam belli olmayan biçimde, yer almamdı.
belki de gurular dünyasına olan düşmanca tavırlarımın kendime bir guru pozisyonu tan kaynaklanmaktaydı :) buna gülme işareti koyuyorum ki, ciddiye alınmasın; ne olur ne olmaz...
her neyse, dergideki yazılarıma fırsatı olan göz atabilir. blog gibi yazmaya çalışıyorum. BirGün'deki yazılarımda da aynı tekniği uygulamaya çalışıyorum, mutlaka bir çizgi ve 3-5 satır yazı. çok ama çok zor. başarabilirsem, ne iyi... birisi, aforizma yazıyorsun, yazmaya çalışıyorsun galiba, dedi. doğru, ya da çok kısa makale diyebiliriz. bu tarzındalgınlık ve acelecilik yanlarım(ız) ile bağdaştığını da düşünmeye başladım.

dalgınlık günleri


unutkanlık, savrukluk, dalgınlık... bloguma da mı sıçradı acaba? geçenlerde roma havaalanında aktarma yaparken, laptopumun bulunduğu sırtçantasını az önce oturduğum koltukta bıraktığımı farkettiğimde, uçağa gitmek üzere olan otobüsten kendimi nasıl attığımı hatırlamıyorum...

unutkanlığım, bereket versin ki, yeni değil; yoksa bunadığımı düşünmeye başlayacağım. havaalanına pasaportsuz gitmekten tutun, kongreye götürdüğüm posteri aynı yolculukta 3 kez kaybedip bulmaya kadar uzanan öyküler. bu çerçevede rahmetli seyfi amcamı hatırlıyorum. izmir kemeraltı'nda o muayenehanesinden çıkmış evine giderken, belki sabaha kadar ameliyathanede geçirdği bir günün ertesinde, yanından geçerdim; en sevgili yeğeni olduğuna inanmış olan benim yüzüme bakar, hatta inceler, gülümseyen bir gözle bakar, ama benim ben olduğumu anlamamış olarak geçer giderdi. amcacım, diyerek arkasından koştuğumda az önceki kişinin ben olduğunu bile anlamamış olduğunu görürdüm. çok özlediğim insanlardan birisi olan seyfi amcam ile dedemin bir fotografını bloguma koymak, anılarımı gözle görülür hale getirebilir. resim sanırım 1940ların sonunda amcam 30lu, dedem ise 60lı yaşlarda iken, "self-timer"lı bir fotograf makinesi ile çekilmiş. büyük olasılıkla aydın'da...