Saturday, July 21, 2007

masumiyetçi muhafazakâr

“Kaybolmuş çocukluk yılları” ya da “tertemiz gençlik seneleri” gibisinden ne anlama geldiği pek anlaşılmasa da, gözlerimizi nemlendirmeye yeten klişeler nasıl olup da bu kadar etkililer? Hele çocukluk yıllarımıza, ya da “nerede o eski bayramlar”a, ya da “hey gidi günler hey”e dönüş fantezilerine ne dersiniz? Geride kalmış, ve bir daha da geri gelmeyecek dönemlere duyduğumuz özlemin kişisel hayatımızın “nostalji”leri dışındaki izdüşümlerini bir çok siyasi akımda görebiliriz.
Toplumsal sınıflar henüz oluşmadan önce özel mülkiyetin bilinmediği ve herkesin ihtiyacı ölçüsünde hayattan payını aldığı ilkel komünal toplum, sosyalistlerin özlem duyduğu ve yeniden canlandırmayı hedefledikleri bir dönemdir.
Besinlerin endüstriyel tarım öncesi dönem yöntemleri ile katkısız üretilmiş sebze ve meyveden, pek pişirilmeksizin hazırlandığı, sentetik hiçbir malzemenin kullanılmadığı superekolojik, kirlenmemiş bir toplum özlemi, ekolojistlerin hayali ve hedefidir.
Dindarlar peygamberlerin yaşadığı dönemin toplumsal koşullarını yeniden yaratmayı, peygamberlerin yaşam tarzlarını “kopyalama”yı hayal eder, bu hayali gerçekleştirmek için çabalarlar. Bu listeyi uzatabiliriz.
Doğaya, eskiye, hayatın başlangıcına dönmek, başlangıcın, eskinin kirlenmemiş, bozulmamış, el değmemiş yapısını özlemek, birbirinden çok farklı (sosyalizm ve dincilik gibi) siyasetleri birleştiren bir nokta olarak gözüküyor. Irkçılık bile, ırkın bozulmasını, başlangıçtaki saflığını yitirmesini durdurma çabasının siyasi bir tezahürü olarak düşünülebilir.
Bu son cümleyi unutsak mı, ırkçılarla aynı tip özlemleri paylaşıyor olmak, aynı yemekleri sevmek ya da aynı otobüslere binmek gibi epeyce bir yakınlık hissi vermekte zira.
Masumiyet. Saf ve temiz, kirlenmemiş ve el değmemiş gibi metaforik kelimelerin çağrıştırdığı bir başka sözcük masumiyettir. Masumiyetin muhafazasını ve yeniden canlandırılmasını amaçlayan akımlara masumiyetçi muhafazakâr diyebilir miyiz? Masumiyetçi muhafazakârlığın birbirine karşıt bir çok siyasetin ortak altyapısı olması, özünde muhafazakâr ruhsal yapımızın her yerde kendisine bir yuva bulabilmesini sağlıyor. İnsan zaten muhafazakârdır gibi boyumdan büyük bir iddia ortaya atmıyorum; ama, hepimiz masumiyetçi muhafazakârız diyebilirim. Masumiyetimizi muhafaza etme gayretimiz, kendi yaşamadığımız dönemlerin, bizden öncesinin sahici ve kirlenmemiş olduğu varsayımıyla beslenir. Muhafaza etmeye çalıştığımız, çoktan kaybolmuş, nerede olduğu bilinmeyen bir masumiyet de olsa...


Hepimiz muhafazakârız. Hepimiz değişimden rahatsızlık duyar, mevcut pozisyonumuzu korumaya çalışırız. Bu durumu koruma çabası, değişime duyduğumuz ilgi ve merak ile zıtlaşarak hayat içinde yeniliklere açıklık ölçümüzü belirler. Beynimizin hemen bütün yapıları, değişimi saptama (hırsız alarmlarındaki hareket algılayıcılar gibi) üzerine kuruludur. Durağanlık ve değişimsizlik dinlendirici ve rahat ettirici gelebilir; beynin fazladan çalışması gerekmez. Durumu muhafaza etmeye çalışırız.
Bir de sıkılmak var. Diğer yandan, sıkılmak gibi insana özgü bir başka mekanizma bu durağanlığın getirdiği uyku halinden uyanmamız için gereken hareket sistemlerini tetikler. Kımıldarız, birkaç adım ilerleriz. Sonra, değişim saptama sistemlerimiz harekete geçirir, bizi yerli yerimize oturtur. İlerlemeler ve duraklamalar arasındaki bu denge ile hayat geçer gider.
Toplumların hayatı, bireylerin ya da devletlerin hayatlarından daha uzun sürer. Masumiyetçi muhazafakârlar, sıkıldıkça ilerler, korktukça duraklar ya da bir adım geri atarlar.“İki adım ileri, bir adım geri” Lenin’in aynı adlı kitabında tanımladığı bir devrimci yöntem olarak, sosyalistlere sınırlı olmayan bir yaygınlık kazandıysa boşuna değil. Toplam 3 adım atıp, net bir adım ileri gitmek masumiyetçi muhafazakârların ilerleme yöntemidir zira...

kral mı, o da kim?

" kral çıplak" metaforu pek tutulur. genellikle (giyinik olduğunu hayal eden kralın ve onun hayaline bir biçimde katılan halkın tersine) gördüğünü söyleyerek "kral çıplak" diyen çocuk, yüceltilir. Herkes de kendisinin o doğruyu söylediği halde, kimsenin kulak asmadığı çocuk olduğu düşüncesindedir. Burada iki itirazım var:
bir. çocuk, doğrucu ya da dürüst olmayı "seçtiği" için değil, o yaşlarda hayal gücünün gelişmemişliği ve kıvırtma/yalan söyleme becerisinin (evet, beceri) gelişmemiş olması sebebiyle, kral çıplak demektedir. Bir cesaret örneğinden ziyade, öyle demekten başka bir yol bilmemek ile karşı karşıyayız.
iki. "kral çıplak" dememeyi öğrenmek, hayatın temel sırlarından birisi olan kendini aldatmayı öğrenebilmiş olmak demektir. hayatın çıplak gerçeklerini görmeyi erteleyebilmek, hayatı hiç bitmeyecekmişcesine yaşayabilmeyi, asılmayı sağlar.
başka itirazı olan?
bozacak ezber çok vallahi.

Saturday, July 07, 2007

amerika'nın sırrı


resimin altyazısı:
Sır Broadway’de değilmiş. New Haven'da çalışmaktan aramaya fırsat bulamadığımız amerikan sırlarını bebeğimiz belki bulur diye geldigimiz bir Manhattan ziyaretinden görüntü (1995). Amerika'nın sırrından ne kastettiğimizi anlamak için yazıyı okumanızı rica edebilir miyim?

yazı:
Bu yazı geçen hafta new york'tayken yazılmıştı; şimdi biraz yabancılıyorum, onu bloguma istanbul'da yüklerken:

amerika'nın sırrı
Hayatın sırrını çözme ve (ev-otomobil ya da para kasası) anahtar teslimi mutlu-zengin yapma iddiasında olan kitapların ve DVD’lerin Amerika’dan çıkması (Türkçe’deki kötü kopyaları da benzer kökenlerde) tesadüf değil. Bu ülkenin sırrını çözmeye kalkacak değilim. Zaten ben, “Amerika’dan gelmiş doktor” kılığından çıkalı yıllar oldu; suretim çoktandır daha yerli. Ama bu ülkede sır gibi bir şey var (yazıyı ayıptır söylemesi Amerika’dan yazdığım için “bu ülke”, bu haftalık amerika b.d. oluyor). Biraz düşünelim, bir zamanlar küçük Amerika olma hayali ile yaşamış, olamamış Türkiyemiz’den buraya bakarak yazıyorum.
Gözdoyuran ülke. Önce standartlardan başlayalım; örneğin, porsiyonların büyüklüğü, ya da mağazalardaki çeşitlerin (ve de indirimlerin) bolluğu... 1990’ların başında New Haven’daki hastanede çalışmaya başladığımda, gazetelerdeki indirim ilanlarını o haftaya özgü tenzilat kampanyası sanıp, “aman kaçırmayalım,” diye mağazalara koşturduğumuzu hatırlıyorum. O zamanlar Doğan tipi Murat 131 lerin Cadilac sayıldığı bir ülkeden geliyorduk, belki ondandır. Ya da, her fırsatın kaçırılmak üzere yaratıldığına inananlardandık. Her neyse, biz terkedeli 15 yıla yaklaştıysa da, otomobil ve insan sayısındaki artış, bir de cep telefonlarının son 7-8 yıldaki yaygınlaşması dışında, Amerika, tabii ki, çok farklı değil.
İyimserlik bir milli gelenek. Bir de, Amerikalılara yakıştırılan, belki de “self-help” endüstrisinin de etkisiyle, süper iyimser bir ortam. Ben doktor olarak çalıştığımda, bu iyimserliği kaybetmiş ya da hiç kazanamamış olanlara daha çok tesadüf ettiysem de, belki Kristof Kolomb’dan bu yana iyimser olmaktan başka hiçbir seçeneği kalmamışların atıldığı bir maceranın son durağı olmasının da rolü vardır, diyebilirim. Üstelik, self-help gurularının vaazlarında duyduğumuz, “istersen olur/yaparsın” tavsiyesini (bilmeden) uygulamak zorunda kalarak hayatta kalabilmiş olanların torunları, tabiatıyla, iflah olmaz iyimserler olarak yaşıyorlar. Bolluk ortamının iyimserleştirici etkilerini, “bizde de o para olsa” ile başlayan itirazları hesaba katıyorum, ama....
Kendini eleştirebilen. O kadar yıl aklıma bile getirmediğim (“amerikayı amerika yapan”) sırlardan birisini, bu ziyaretimde gittiğim bir sergide keşfettim desem... New York’un tarihini inceleme amaçlı dernek New York Historical Society’nin müzesindeki serginin özeti: New York birden bire New York olmadı. Onsekizinci yüzyıl sonunda bile köleliğin kaldırılmasına inananların yönetimde olduğu ülkede, kimse bu fikirleri uygulamaya geçirmek için harekete geçmedi. Kölelerin sağladığı bedava (ücretsiz anlamına, yoksa adamlar epey bir bakım masrafı yapmışlar) emek, New York’u ve diğer doğu eyaletlerini özellikle pamuk ve pamuğa dayalı sanayide kadar ön plana geçirmişti ki bu öncülükten vazgeçmek, herkese zor geldi.
Kölelik. Sonuçta köleliğin kaldırılması da iyi niyet ya da insanseverlik gibi ideallerden ziyade, ülke içinde sınıflar arasındaki mücadelenin bir aracı olarak kullanıldıysa da, bu işten köleler de yararlanmış oldu. Şimdi, ABD köle emeğiyle zengin oldu, biz Türkler ise “ne sömürgecilik yapabildik, ne de kölelerimizi haremde cariye ve ağa olmak dışında kullanamadık, kötü olmayı beceremiyoruz,” edebiyatına girmeyeceğim. Amerika’nın ekonomik sırlarından birisi, pek tabii ki, kölelik olabilir. Benim dikkatinizi çekmek istediğim sır o sır değil, zaten ekonomiden de o kadar anlamam.
Geçmişteki kötülükler. Bir toplumun geçmişte yaptığı “kötülük”leri hatırlayabilmesi, bunları samimiyetinden şüphe duysak bile tartışmaya açması, kendine karşı “straightforward” olması, o toplumun iç yapısını sağlam tutması için önemli bir unsur gibi gözüküyor. Buna bir sır diyebilir miyiz bilemem.
ABD’nin, bütün garipsediğimiz yanlarına rağmen, toplum olarak çözüm üretebilen, olmadık sorunların altından girip (bzk. Irak) olmadık biçimde üstünden çıkabilen (henüz yakın bir örnek yok) esnekliğinin ve kendi kötülüklerine karşı açık fikirli olma çabasının bu toplumun neredeyse kendini bilmezcesine iyimserliğinin kaynağındaki en önemli sırlarından birisi olduğunu düşünüyorum. Dünyada olan biten bir çok “kötülük”ün içinde yer alması, o ülkede yaşayanların iyimserliğinin kökenı olan bu kendine bakıştaki rahatlığını yok etmez.
Kötülük. Peki, bütün bunlardan bize ne? Bizim sırrımız ne olacak? Derim ki, tıpkı amerika gibi istanbul’un da taşı toprağı altın değil midir? Beklentiniz neyse, onu bulmaz mısınız? Hayatın sırrı bu kadar basitse, İstanbul’a gelip de o altınları bulamayanlara ne diyeceğiz? “Gidip sırları kitaptan öğrenin” demeyeceğiz herhalde.
Amerika’daki durum da aynı minvalde; kötülük itirafları bir yandan samimi bir aydın duruşu olurken, bir yandan da Babil ya da Çarpışma gibi kendini eleştiriyormuş gibi yapan ve kötülüklerden etkilenenlerin gönüllerini alan samimiyetsiz filmlerle, altından taş ve toprak (en azından bir kesim için) hakikat oluyor. Geride ve dışarıda kalanlar ise, altından taş ve toprağı bulamamanın sorumluluğunu kendilerinde buluyorlar. İsteseler bulabilirlerdi. İstesek zengin olamayabiliriz. Ama, istersek, kendi olumsuzluklarımızla daha fazla yüzleşip, sahiden iyimser olmayı, sahiden isteklerimizin peşinden koşmayı öğrenebiliriz. Bu anlamda küçük amerika olmakta sakınca yok. Ama bunu isteyen de yok...

Friday, July 06, 2007

senli benli siyaset


İbrahim Tatlıses’ten, bir önceki blog-notumda İbo diye söz etmeme şaşırmayın, bunu kabalık olsun, ya da olmayan bir samimiyete gönderme olsun, (siz “name dropping” diyordursunuz) diye söylemiyorum. Kendisini sunuş biçimi bu değil mi? Sadece o değil, Mehmet Ağar’ın afişlerindeki yazılar MEHMET Ağar şeklinde, "call me Mehmet" dercesine; ama, afişler ne derse desin, Ağar'ın birinci tekil şahıs ve ismen hitap edilmesi zor birisi olduğunu kabul edelim; belki “abi” demek, hitaplar içindeki en samimisi görülebilir. Sen ne derdin diyenler oluyor. Bana hiç bakmayın, ben, İbo bey, veya Mehmet abi bey ifadeleri ile laübalilik ile mesafelilik arasında bir orta yol bulurdum herhalde. Senli benli olmayı yakınlık ve içtenlik işareti görmek, içtenliğe hasret insanımızın temel ihtiyaçlar listesinde, birinci sırada. Hani Amerika'ya filan gittiğinde, tanımadığımız birisi asansörde günaydın dedi, diye çok sevindirik olanlarımız var ya... Adam yerine konduğunda, şaşırma, önce inanamama, sonra da bir çeşit saygınlık hissetme geliyor.

ikinci bölgenin eniştesi, birinci bölgenin dayısı

Baskın Oran tanıtımlarında da BASKIN kelimesi fazla önplana çıkıyor, ama ona da en samimi hitap şekli “Baskın hoca” olarak tutundu; ama, kendisine ilişkin bloglarda gördüğüm eleştirilerden başlıcası da, “üniversite hocası gibi konuşuyor” olması. Baskın Oran’ın ne hocası olarak konuşacağını belirtmemiş bu blogcu ! Toplumumuza yaranmak, daha doğrusu kendini beğendirmek, hele muhalif olma sebebi kronik huysuzluktan ibaret olan kesimlerin “hoşuna gitmek” zordur; insanı canından bezdirir.
Siyasette yakınlık çağrıştırıcı hitap ya da anma şekli tam ne zaman başladı bilemiyorum. Samimi üslup siyasete değişik biçimlerde yansıtılmaktaysa da, hoca ya da usta gibi expertise, yetkinlik ve "bizden iyi bilir"lik ima eden terimlerle, ailevi yakınlık çağrıştıran abi, amca, baba gibi deyimler yarışabiliyor.
Baskın Oran, "hoca" ünvanı ile anılanlardan birisi (diğer "hoca"yı da biliyorsunuz zaten). Bence Baskın Oran’a Baskın hoca’dan ziyade Baskın Enişte hitabı daha çok yakışır. Böylece hocalığından ya da beyaz Türk olmasından şikayetçi müstakbel seçmenler de, bulacak başka kusurların peşine düşerler (Bkz: İletişim yayınlarından çıkmış olan, “Dalavere Mehmet’in Bodrum Tarihi” ve “Enişte Gözüyle Bodrum” kitapları). Her ne kadar o eğlenceli anlatılarda kendisini Bodrum’un eniştesi olarak tanımlasa da, ikinci bölgenin eniştesi olma yolunda ilerlemekte gibi gözüküyor. Bu enişte, amca, abi muhabbeti arasında bağımsız sol adaylardan Ufuk Uras’ın ihmal edildiği öne sürülse de, bu durumun ona uygun bir samimi hitap şekli bulunamamış olmasına bağlı olduğunu düşünüyorum. belki yaşlarımızın yakınlığı sebebiyle, kendisine bacanak ya da kayınço demek uygun olabilir, ama bencileyinler nostaljiklerden ziyade, özellikle genç yaşta seçmenlerinin de olacağı umuduyla,
dayı uygun bir akrabalık çağrışımı sayılabilir. Dayıyı, genç, dinamik, evde sıkıldığımız haftasonları alıp bizi lunaparka götüren cinsten bir akraba olarak düşündüm, dayılanan anlamına değil... Baskın enişte ve Ufuk dayı'nın hedefi olan ezber bozmak kolay olmasa da, fikir olarak hoş.

güzel şey söyleyen kazanır

İbrahim Tatlıses’i Okan Bayülgen’in seçim programında seyrettim; partisini neye göre seçtiğini anlatırken, “insanların hoşuna giden, güzel şeyler” söylüyor olmalarını gerekçelerden birisi olarak belirtti. Kötü şeyler duymak istemeyen insanların duymak istediği güzel şeyler’e örnek olarak gösterdiği: üniversiteye sınavsız girmek. Kendisi çok zorluk çektiği için başkalarının zorluk çekmesini istemediğini söyleyen Tatlıses nerede zorluk varsa, onu ortadan kaldıracak gibi... Her şeyin bir kolayı vardır, diye düşünenlerden, epey bir destek alır herhalde. Kızım, okullarının yıllığına önsöz yazan bir işadamının “zoru tercih ederseniz, çabuk ilerlersiniz” ile biten paragrafını burnuma sokuyor bu arada. Ne demek istediğini tam anlayamıyorum, o da, “sınavı kaldıracağız” diyenlere oy vermemi istiyor olabilir. Kalkacak olanın ne sınavı olduğunu anlamamış olsa bile...
İbo’nun (kendisine böyle de diyebiliriz herhalde, şovundan cesaret alarak), kastı herkesin eşit eğitim hakkına ve fırsatına kavuşması ise, onun yolu sınav kaldırmaktan geçmiyor.