Friday, October 12, 2007

kitabı kimlere adamıştık?


250 soruda kitabının şule ve benim için özel bir değeri var; kitabı, doktorluk mesleğini seçmemizde bize ilham kaynağı olmuş aile büyüklerimize adadık. hiç biri hayatta değil ne yazık ki, hepsini rahmetle anıyorum. Kİtapta mezuniyet tarihlerini de verdiğimiz aile büyüklerini kısaca tanıtayım.
Dr Ali Kemali bey (Köse), Şule'nin babası, Kalecik doğumlu, Tıp fakültesinin 1952 mezunu, Ankara'da uzun yıllar serbest çocuk hekimliği yapmış, vakitsiz bir ölümle bizleri kendisinden yoksun bırakmış bir kişi.
Dr Nafiz bey, benim dedem (babamın babası, sağdaki resimde gazete okuyan) Safranbolu 1884 doğumlu, Tıp fakültesinin 1907 mezunu (evet, bugünden yüzyıl önce), Selanik'ten başlayarak bir çok yerde, en uzun süre de Aydın'da serbest hekimlik yapmış bir tatlı adam. benimle zaman geçirecek kadar uzun yaşamış olmasını şans sayıyorum.
Dr Seyfettin bey, amcam, Karacabey doğumlu, Tıp fakültesinin 1939 mezunu, genel cerrahi uzmanı olarak en çok İzmir'de çalıştı. o Her şeyden anlayan doktorlardan, benim aşılarımıo bile yapan bir genel cerrah...
Kendisinden çok şey öğrenme fırsatım oldu; daha fazlasına hayat elvermedi. Amcamın bir özelliği müthiş bir görsel sanatçı olmasıydı, 1930larda kamerası olan nadir insanlardan...
Dr Yılmaz bey, (Bilgin), dayı olarak hitap ettiğim, annemin halaoğlu, Diş Hekimliği Fakültesinin 1955 mezunu, Türk Diş Hekimleri Birliğinin Kurucu Başkanı olarak tanınan, ankara'nın en tonton diş hekimiydi; ankara fen lisesi yıllarımda dizinin dibinde geçirdiğim zamanlarda kendisinden çok şey gördüğümü düşünürüm.

yeni bir kitap: 250 soruda


Dr Şule Yazgan (eşim ve çocuklarımın annesi) ile Açık Radyo'da 2000lerin başında birlikte yaptığımız Güzel Günler programı sırasında bir kitap fikri "doğdu", eşler iki çocuktan sonra çocuk değil beraber kitap yapsınlar, gibi bir fikir türetmeyin lütfen.
Fikir şöyle değildi:
beraber bir soru-cevap kitabı yazalım, herkes ezberlesin, biz de sınav yapalım filan... Tamam, ciddiyete dönüyorum:
Cevabını bildiğimiz soruların yanısıra annebabaların da cevap üretmesine yardımcı olacak cinsten bilgileri de içeren bir kitap yazalım, dedik. geçen yıl olimpos/çıralı'da başladık, bu yaz başı bitirdik. uzun sürmesinin nedeni, kitaba ayırabildiğimiz zamanın kısıtlılığı; yoksa, öyle bir yılda yazılacak cinsten bir şey beklemeyin. ama kesin olan şu, ikimizin de deneyimleriyle beslendi; o sebeple okuyanlardan aldığımız güzel geribildirimlerde "çok gerçekçi, aynen öyle, nerden bildiniz" gibi ifadeler bolca yer alıyor.
aşağıya kitabın önsözünü alıntılıyorum;


Bu kitapta, doğumdan 7 yaşına kadarki dönemde aşılan gelişim basamaklarına, sağlık sorunlarına, beslenme ve büyümenin en önemli yanlarına, yaşanabilecek olayların çocuk ve aile üzerindeki etkilerine ilişkin 250 soru ve cevap bulacaksınız.
Mektuplar ya da elektronik posta ile gelen sorulara cevap vermenin zor bir yanı vardır. Bir yandan, bir yardım çağrısını karşılıksız bırakmamak, okur ya da dinleyici ile bir fikir alışverişine girmek isteriz. Öte yandan, en istemediğimiz şey, sorunun sahibini yanıltmak, eksik ya da yüzeysel bilgiyle yanlış bir yönlendirme yapmak, bir zarar doğurmaktır.
Türkiye’nin dört bir köşesinde, plajda, hastanede, köyde, kasabanın konferans salonunda, yönetim kurulu odasında, uçakta, minibüste, şehir hatları vapurunda, kısacası aklınıza gelebilecek her yerde ve herkesten değişik sorularla karşılaştık.
Bütün soruların ortak bir yanı var: İnsanlarımız çocuklarını, kendini, sevdiklerini ve hayatını daha iyi anlamak ve tanımak, daha iyileştirmek istiyor. Bunun için, “bir bilen” olduğunu düşündüğü her kişinin görüşünü soruyor, kendi yaptıklarının, hissettiklerinin doğruluğunu, uygunluğunu anlamaya çalışıyor, araştırıyor.
Okurlardan, dinleyicilerden gelen soruları seviyoruz. Bazen, tam doğru ve gerekli cevabı veremediğimizi hissetsek bile, bizi o konuda daha çok düşünmeye yönelttiği için seviniyoruz. Yazdıklarımız birer değişmez buyruk, ya da uyulmadığında her şeyin altüst olacağı kanunlar değil. Özellikle ruh sağlığına ilişkin olan bazı soru/cevaplar, kültüre ve hayat felsefesine göre farklı değerlendirilebilir.
Her çocuğun hayat çizgisi. Çocuğunuz anne karnına düştüğü andan başlayarak, değişik aşamalardan geçerek ilerler. Her çocuk için farklı bir hayat çizgisi vardır. Her farklı hayat çizgisinde ortak olan ise, aşılması gereken dönüm noktalarıdır. Her dönüm noktası aşıldıkça çocuğu bir sonraki gelişim durağına taşır. Her gelişim basamağı, evrensel ve kaçınılmazdır; problem çıktığında zorlayıcı olabilir: Anne kucağından yere inebilmeyi (ve ortalığı dağıtabilmeyi) sağlayan yürüme, beden işlevlerini kontrol edebildiğimiz için gelişen tuvalet alışkanlığı (“anne çişim var!”) , anne sütünden katı besine geçiş (“yemiycem bu iğrenç köfteyi!”, okula gidiş (“kimse beni sevmiyor okulda”), ayrılık (“beni bırakma!”)...
Bir çocuğun hayatını etkileyen, hayatın cilvesi sayılabilecek kendi dışındaki olaylar da sayısızdır. Bazıları kaçınılan, ertelenen, ve uzak durulan, bazıları da, hayatın şu ya da bu şekilde getirdiği, herkesin yaşadığı cinsten olaylar: taşınma, boşanma, hastalık, anne-baba ölümü, toplumsal kargaşa, yoksulluk, savaş...
Her gelişim basamağı, her hayat olayı, çocuğunuzun (ve kendinizin) özelliklerini keşfedip, onu daha yakından tanımanız için bir fırsat, aşıldığında çocuğunuzu daha ileriye taşıyan bir basamaktır

Biz her şeyi bilen gurular değiliz. “Çocuğunuz ne kadar şanslı!” sözünü her duyduğumuzda bir durup düşünüyoruz. Birimiz (Yankı) çocuk psikiyatristi, diğerimiz (Şule) çocuk doktoru olduğundan, çocuklar hakkında kimsenin bilmediği şeyler bildiğimiz, kimsenin çözemeyeceği sorunları daha çıkmadan görebileceğimizi düşünüp varsayan bir çok kişi ile karşılaşıyoruz. “Çocuğunuz ne kadar şanslı,” sözüne inanabilmek isterdik. Çocuklarımızın ne düşündüğü apayrı bir konu. Ne var ki, bizde olduğu varsayılan olağanüstü becerilere sahip değiliz. Bildiklerimizi yok sayacak ya da sahte bir tevazu gösterecek değiliz; ama bildiklerimizi kendimize ve yakınlarımıza uygulama başarısı konusunda bir iddiamız hiç yok. Üstelik, kesinlikle bildiğimiz bir şey var ise, o da, bir çocuğun hayatındaki her dönüm noktasının, bize bildiklerimizi unutturan, elimizi ayağımızı birbirine karıştırtan bir yanı olduğu...
Kafamız karıştığında. Dostlarımız, çocuklarımızın dedeleri, büyükanneleri, komşumuz, öğretmenler, çocuk doktorları, çocuk psikiyatristleri, gelişim uzmanları, pedagoglar, psikologlar, anne-çocuk sağlığı doktorları ve hemşireleri... Ne kadar çok akıl alacak, yol gösterecek insan var. Sağduyumuz, içgüdülerimiz, deneyimlerimiz, mantığımız... Bu kitabı da kafanız karıştığında, ya da kafanızı biraz karıştırmak, değişik konularda yeni fikirler üretmek istediğinizde kullanabilmeniz, yanınızda görebilmeniz dileğiyle.
Hayatında çocukların yeri olan herkese...


Şule Yazgan
Yankı Yazgan
İstanbul, 2007 Haziran

küçük otelde mahalle baskısı

küçük otellere gitmenin tatlı ve tatsız yanları vardır. şimdiye kadar hep tatlı yanlarını hissetmiştim, belki aynı yerlere gittiğim için.
Değişiklik olsun ve belki bu mevsimde daha sıcak olur diye gittiğim, benim yer seçimim de yanlış olan, sekiz-on odalı güzel mi güzel binalı bir otelde kalırken, diğer odalardakiler kaynaşmış bütünleşmiş bir grup olarak otele vasıl olduklarında, mahalle baskısı denen durumu hissedebildim.
Yok, gayet iyiyim, baskı yapanlara baskı yaptıklarını bile hissettirmedim, hatta durumdan memnun olduğumu düşünmüş bile olabilirler.
Ama gözlemlerimi hemen kaydettim:
küçük otelin çarkları, otomatik olarak, birlikte, toptan hareket eden çoğunluğa göre dönmeye başladığı için (ben de zaman zaman o çoğunlukta olduğum durumları, çevredekilerin "biz"i nasıl algıladığını, bu azınlık günlerimde daha iyi hatırlıyorum, anlıyorum), küçük otel bir totaliter sisteme dönüşebilir. gece gürültüsü artar, yemek ve dinlenme alanının düzenlemesi çoğunluğun (tabii, bu öbeklenmeyi tercih eden bir çoğunluk ise, her zaman böyle olmuyor) pozisyonuna göre şekillenir.
üstelik bu değişiklikler, oteli yönetenlerin ya da çalışanların arzusu dışında, hayatın doğal akışı sonucu gerçekleşir. herkes iyi niyetlidir; aslında, oteldeki çoğunluğu oluşturan grubun da, azınlığın haklarını yerinden oynatmak gibi bir amacı yoktur. en azından bizim kaldığımız yerdeki çoğunluk mensupları, demokrat diye bilinen gazeteleri okuyan, tek tek baktığınızda derli toplu saygılı insanlardı. bir anket yapsaydık, hepsi de küçük otel totalitarzimine karşı çıkabilirlerdi.
otellerin şu sıkışık piyasada, ne kadar yer satabilirlerse, "o kadar kâr edeceğiz" diye düşünmelerini anlayabilirim. o bayram için iyi bir alışveriş olabilir. ama bir sonraki tatil dönemi içinden en azından beni listeden silebilir. fanatik bir küçük otel/pansiyon meraklısı olarak bu duruma üzülüyorum.
Oda sayısını arttırmanın da buna çözüm olacağını düşünmüyorum, o zaman da küçük otel olmaktan çıkılabiliyor. Tabii, sayı sekizde kalmayabilir, ama 30 odalı bir oteli küçük otel kabul etmek zor. 2 metre boyunda ve 13 yaşında bir genci çocuk gibi görebilmenin zorluğu gibi.
küçük otellere dörttebirden büyük çoğunluğu oluşturacak öbek misafiri kabul etmemek totalitarizmi önleyebilir.
buna bir tür üst sınır barajı, diyebiliriz, alışılmışın tersi yönde bir baraj: yüzde 25 ve altında olanların "kazandığı." ya da, oteli olduğu gibi kapatırsınız, öbek dışında kimseyi kabul etmezsiniz, baskı yapacak adam kalmaz. tam diktatörlük. o zaman da grup içinde bölünür, seyreyle gümbürtüyü.
Tabii bu arada, Türk zekasının değişik kıvrımlarını ve çalımlarını artık "yasa koyucu" düşünsün, rezervasyon sırasında birbirini tanımıyormuş gibi yapıp, sonradan "ah, ne tesadüf" durumlarına karşı ne yapılabilir ki... En önlenmesi zor gözüken ise, oteldeki kalış sürecindeki tanışmaların getireceği öbekleşmeler; koalisyonlar...
Bu hiç bir zaman 20 yıldır tatili birlikte yapan arkadaş gruplarının çevredekiler üzerinde oluşturduğu mahalle baskısıyla yarışamaz, ama, belki otelde kalış süresine bir sınır getirilerek bu tür kemikleşmeler önlenebilir. umarım, bu post-bayram yazısını gereğinden fazla ciddiye almazsınız:))

Saturday, July 21, 2007

masumiyetçi muhafazakâr

“Kaybolmuş çocukluk yılları” ya da “tertemiz gençlik seneleri” gibisinden ne anlama geldiği pek anlaşılmasa da, gözlerimizi nemlendirmeye yeten klişeler nasıl olup da bu kadar etkililer? Hele çocukluk yıllarımıza, ya da “nerede o eski bayramlar”a, ya da “hey gidi günler hey”e dönüş fantezilerine ne dersiniz? Geride kalmış, ve bir daha da geri gelmeyecek dönemlere duyduğumuz özlemin kişisel hayatımızın “nostalji”leri dışındaki izdüşümlerini bir çok siyasi akımda görebiliriz.
Toplumsal sınıflar henüz oluşmadan önce özel mülkiyetin bilinmediği ve herkesin ihtiyacı ölçüsünde hayattan payını aldığı ilkel komünal toplum, sosyalistlerin özlem duyduğu ve yeniden canlandırmayı hedefledikleri bir dönemdir.
Besinlerin endüstriyel tarım öncesi dönem yöntemleri ile katkısız üretilmiş sebze ve meyveden, pek pişirilmeksizin hazırlandığı, sentetik hiçbir malzemenin kullanılmadığı superekolojik, kirlenmemiş bir toplum özlemi, ekolojistlerin hayali ve hedefidir.
Dindarlar peygamberlerin yaşadığı dönemin toplumsal koşullarını yeniden yaratmayı, peygamberlerin yaşam tarzlarını “kopyalama”yı hayal eder, bu hayali gerçekleştirmek için çabalarlar. Bu listeyi uzatabiliriz.
Doğaya, eskiye, hayatın başlangıcına dönmek, başlangıcın, eskinin kirlenmemiş, bozulmamış, el değmemiş yapısını özlemek, birbirinden çok farklı (sosyalizm ve dincilik gibi) siyasetleri birleştiren bir nokta olarak gözüküyor. Irkçılık bile, ırkın bozulmasını, başlangıçtaki saflığını yitirmesini durdurma çabasının siyasi bir tezahürü olarak düşünülebilir.
Bu son cümleyi unutsak mı, ırkçılarla aynı tip özlemleri paylaşıyor olmak, aynı yemekleri sevmek ya da aynı otobüslere binmek gibi epeyce bir yakınlık hissi vermekte zira.
Masumiyet. Saf ve temiz, kirlenmemiş ve el değmemiş gibi metaforik kelimelerin çağrıştırdığı bir başka sözcük masumiyettir. Masumiyetin muhafazasını ve yeniden canlandırılmasını amaçlayan akımlara masumiyetçi muhafazakâr diyebilir miyiz? Masumiyetçi muhafazakârlığın birbirine karşıt bir çok siyasetin ortak altyapısı olması, özünde muhafazakâr ruhsal yapımızın her yerde kendisine bir yuva bulabilmesini sağlıyor. İnsan zaten muhafazakârdır gibi boyumdan büyük bir iddia ortaya atmıyorum; ama, hepimiz masumiyetçi muhafazakârız diyebilirim. Masumiyetimizi muhafaza etme gayretimiz, kendi yaşamadığımız dönemlerin, bizden öncesinin sahici ve kirlenmemiş olduğu varsayımıyla beslenir. Muhafaza etmeye çalıştığımız, çoktan kaybolmuş, nerede olduğu bilinmeyen bir masumiyet de olsa...


Hepimiz muhafazakârız. Hepimiz değişimden rahatsızlık duyar, mevcut pozisyonumuzu korumaya çalışırız. Bu durumu koruma çabası, değişime duyduğumuz ilgi ve merak ile zıtlaşarak hayat içinde yeniliklere açıklık ölçümüzü belirler. Beynimizin hemen bütün yapıları, değişimi saptama (hırsız alarmlarındaki hareket algılayıcılar gibi) üzerine kuruludur. Durağanlık ve değişimsizlik dinlendirici ve rahat ettirici gelebilir; beynin fazladan çalışması gerekmez. Durumu muhafaza etmeye çalışırız.
Bir de sıkılmak var. Diğer yandan, sıkılmak gibi insana özgü bir başka mekanizma bu durağanlığın getirdiği uyku halinden uyanmamız için gereken hareket sistemlerini tetikler. Kımıldarız, birkaç adım ilerleriz. Sonra, değişim saptama sistemlerimiz harekete geçirir, bizi yerli yerimize oturtur. İlerlemeler ve duraklamalar arasındaki bu denge ile hayat geçer gider.
Toplumların hayatı, bireylerin ya da devletlerin hayatlarından daha uzun sürer. Masumiyetçi muhazafakârlar, sıkıldıkça ilerler, korktukça duraklar ya da bir adım geri atarlar.“İki adım ileri, bir adım geri” Lenin’in aynı adlı kitabında tanımladığı bir devrimci yöntem olarak, sosyalistlere sınırlı olmayan bir yaygınlık kazandıysa boşuna değil. Toplam 3 adım atıp, net bir adım ileri gitmek masumiyetçi muhafazakârların ilerleme yöntemidir zira...

kral mı, o da kim?

" kral çıplak" metaforu pek tutulur. genellikle (giyinik olduğunu hayal eden kralın ve onun hayaline bir biçimde katılan halkın tersine) gördüğünü söyleyerek "kral çıplak" diyen çocuk, yüceltilir. Herkes de kendisinin o doğruyu söylediği halde, kimsenin kulak asmadığı çocuk olduğu düşüncesindedir. Burada iki itirazım var:
bir. çocuk, doğrucu ya da dürüst olmayı "seçtiği" için değil, o yaşlarda hayal gücünün gelişmemişliği ve kıvırtma/yalan söyleme becerisinin (evet, beceri) gelişmemiş olması sebebiyle, kral çıplak demektedir. Bir cesaret örneğinden ziyade, öyle demekten başka bir yol bilmemek ile karşı karşıyayız.
iki. "kral çıplak" dememeyi öğrenmek, hayatın temel sırlarından birisi olan kendini aldatmayı öğrenebilmiş olmak demektir. hayatın çıplak gerçeklerini görmeyi erteleyebilmek, hayatı hiç bitmeyecekmişcesine yaşayabilmeyi, asılmayı sağlar.
başka itirazı olan?
bozacak ezber çok vallahi.

Saturday, July 07, 2007

amerika'nın sırrı


resimin altyazısı:
Sır Broadway’de değilmiş. New Haven'da çalışmaktan aramaya fırsat bulamadığımız amerikan sırlarını bebeğimiz belki bulur diye geldigimiz bir Manhattan ziyaretinden görüntü (1995). Amerika'nın sırrından ne kastettiğimizi anlamak için yazıyı okumanızı rica edebilir miyim?

yazı:
Bu yazı geçen hafta new york'tayken yazılmıştı; şimdi biraz yabancılıyorum, onu bloguma istanbul'da yüklerken:

amerika'nın sırrı
Hayatın sırrını çözme ve (ev-otomobil ya da para kasası) anahtar teslimi mutlu-zengin yapma iddiasında olan kitapların ve DVD’lerin Amerika’dan çıkması (Türkçe’deki kötü kopyaları da benzer kökenlerde) tesadüf değil. Bu ülkenin sırrını çözmeye kalkacak değilim. Zaten ben, “Amerika’dan gelmiş doktor” kılığından çıkalı yıllar oldu; suretim çoktandır daha yerli. Ama bu ülkede sır gibi bir şey var (yazıyı ayıptır söylemesi Amerika’dan yazdığım için “bu ülke”, bu haftalık amerika b.d. oluyor). Biraz düşünelim, bir zamanlar küçük Amerika olma hayali ile yaşamış, olamamış Türkiyemiz’den buraya bakarak yazıyorum.
Gözdoyuran ülke. Önce standartlardan başlayalım; örneğin, porsiyonların büyüklüğü, ya da mağazalardaki çeşitlerin (ve de indirimlerin) bolluğu... 1990’ların başında New Haven’daki hastanede çalışmaya başladığımda, gazetelerdeki indirim ilanlarını o haftaya özgü tenzilat kampanyası sanıp, “aman kaçırmayalım,” diye mağazalara koşturduğumuzu hatırlıyorum. O zamanlar Doğan tipi Murat 131 lerin Cadilac sayıldığı bir ülkeden geliyorduk, belki ondandır. Ya da, her fırsatın kaçırılmak üzere yaratıldığına inananlardandık. Her neyse, biz terkedeli 15 yıla yaklaştıysa da, otomobil ve insan sayısındaki artış, bir de cep telefonlarının son 7-8 yıldaki yaygınlaşması dışında, Amerika, tabii ki, çok farklı değil.
İyimserlik bir milli gelenek. Bir de, Amerikalılara yakıştırılan, belki de “self-help” endüstrisinin de etkisiyle, süper iyimser bir ortam. Ben doktor olarak çalıştığımda, bu iyimserliği kaybetmiş ya da hiç kazanamamış olanlara daha çok tesadüf ettiysem de, belki Kristof Kolomb’dan bu yana iyimser olmaktan başka hiçbir seçeneği kalmamışların atıldığı bir maceranın son durağı olmasının da rolü vardır, diyebilirim. Üstelik, self-help gurularının vaazlarında duyduğumuz, “istersen olur/yaparsın” tavsiyesini (bilmeden) uygulamak zorunda kalarak hayatta kalabilmiş olanların torunları, tabiatıyla, iflah olmaz iyimserler olarak yaşıyorlar. Bolluk ortamının iyimserleştirici etkilerini, “bizde de o para olsa” ile başlayan itirazları hesaba katıyorum, ama....
Kendini eleştirebilen. O kadar yıl aklıma bile getirmediğim (“amerikayı amerika yapan”) sırlardan birisini, bu ziyaretimde gittiğim bir sergide keşfettim desem... New York’un tarihini inceleme amaçlı dernek New York Historical Society’nin müzesindeki serginin özeti: New York birden bire New York olmadı. Onsekizinci yüzyıl sonunda bile köleliğin kaldırılmasına inananların yönetimde olduğu ülkede, kimse bu fikirleri uygulamaya geçirmek için harekete geçmedi. Kölelerin sağladığı bedava (ücretsiz anlamına, yoksa adamlar epey bir bakım masrafı yapmışlar) emek, New York’u ve diğer doğu eyaletlerini özellikle pamuk ve pamuğa dayalı sanayide kadar ön plana geçirmişti ki bu öncülükten vazgeçmek, herkese zor geldi.
Kölelik. Sonuçta köleliğin kaldırılması da iyi niyet ya da insanseverlik gibi ideallerden ziyade, ülke içinde sınıflar arasındaki mücadelenin bir aracı olarak kullanıldıysa da, bu işten köleler de yararlanmış oldu. Şimdi, ABD köle emeğiyle zengin oldu, biz Türkler ise “ne sömürgecilik yapabildik, ne de kölelerimizi haremde cariye ve ağa olmak dışında kullanamadık, kötü olmayı beceremiyoruz,” edebiyatına girmeyeceğim. Amerika’nın ekonomik sırlarından birisi, pek tabii ki, kölelik olabilir. Benim dikkatinizi çekmek istediğim sır o sır değil, zaten ekonomiden de o kadar anlamam.
Geçmişteki kötülükler. Bir toplumun geçmişte yaptığı “kötülük”leri hatırlayabilmesi, bunları samimiyetinden şüphe duysak bile tartışmaya açması, kendine karşı “straightforward” olması, o toplumun iç yapısını sağlam tutması için önemli bir unsur gibi gözüküyor. Buna bir sır diyebilir miyiz bilemem.
ABD’nin, bütün garipsediğimiz yanlarına rağmen, toplum olarak çözüm üretebilen, olmadık sorunların altından girip (bzk. Irak) olmadık biçimde üstünden çıkabilen (henüz yakın bir örnek yok) esnekliğinin ve kendi kötülüklerine karşı açık fikirli olma çabasının bu toplumun neredeyse kendini bilmezcesine iyimserliğinin kaynağındaki en önemli sırlarından birisi olduğunu düşünüyorum. Dünyada olan biten bir çok “kötülük”ün içinde yer alması, o ülkede yaşayanların iyimserliğinin kökenı olan bu kendine bakıştaki rahatlığını yok etmez.
Kötülük. Peki, bütün bunlardan bize ne? Bizim sırrımız ne olacak? Derim ki, tıpkı amerika gibi istanbul’un da taşı toprağı altın değil midir? Beklentiniz neyse, onu bulmaz mısınız? Hayatın sırrı bu kadar basitse, İstanbul’a gelip de o altınları bulamayanlara ne diyeceğiz? “Gidip sırları kitaptan öğrenin” demeyeceğiz herhalde.
Amerika’daki durum da aynı minvalde; kötülük itirafları bir yandan samimi bir aydın duruşu olurken, bir yandan da Babil ya da Çarpışma gibi kendini eleştiriyormuş gibi yapan ve kötülüklerden etkilenenlerin gönüllerini alan samimiyetsiz filmlerle, altından taş ve toprak (en azından bir kesim için) hakikat oluyor. Geride ve dışarıda kalanlar ise, altından taş ve toprağı bulamamanın sorumluluğunu kendilerinde buluyorlar. İsteseler bulabilirlerdi. İstesek zengin olamayabiliriz. Ama, istersek, kendi olumsuzluklarımızla daha fazla yüzleşip, sahiden iyimser olmayı, sahiden isteklerimizin peşinden koşmayı öğrenebiliriz. Bu anlamda küçük amerika olmakta sakınca yok. Ama bunu isteyen de yok...

Friday, July 06, 2007

senli benli siyaset


İbrahim Tatlıses’ten, bir önceki blog-notumda İbo diye söz etmeme şaşırmayın, bunu kabalık olsun, ya da olmayan bir samimiyete gönderme olsun, (siz “name dropping” diyordursunuz) diye söylemiyorum. Kendisini sunuş biçimi bu değil mi? Sadece o değil, Mehmet Ağar’ın afişlerindeki yazılar MEHMET Ağar şeklinde, "call me Mehmet" dercesine; ama, afişler ne derse desin, Ağar'ın birinci tekil şahıs ve ismen hitap edilmesi zor birisi olduğunu kabul edelim; belki “abi” demek, hitaplar içindeki en samimisi görülebilir. Sen ne derdin diyenler oluyor. Bana hiç bakmayın, ben, İbo bey, veya Mehmet abi bey ifadeleri ile laübalilik ile mesafelilik arasında bir orta yol bulurdum herhalde. Senli benli olmayı yakınlık ve içtenlik işareti görmek, içtenliğe hasret insanımızın temel ihtiyaçlar listesinde, birinci sırada. Hani Amerika'ya filan gittiğinde, tanımadığımız birisi asansörde günaydın dedi, diye çok sevindirik olanlarımız var ya... Adam yerine konduğunda, şaşırma, önce inanamama, sonra da bir çeşit saygınlık hissetme geliyor.

ikinci bölgenin eniştesi, birinci bölgenin dayısı

Baskın Oran tanıtımlarında da BASKIN kelimesi fazla önplana çıkıyor, ama ona da en samimi hitap şekli “Baskın hoca” olarak tutundu; ama, kendisine ilişkin bloglarda gördüğüm eleştirilerden başlıcası da, “üniversite hocası gibi konuşuyor” olması. Baskın Oran’ın ne hocası olarak konuşacağını belirtmemiş bu blogcu ! Toplumumuza yaranmak, daha doğrusu kendini beğendirmek, hele muhalif olma sebebi kronik huysuzluktan ibaret olan kesimlerin “hoşuna gitmek” zordur; insanı canından bezdirir.
Siyasette yakınlık çağrıştırıcı hitap ya da anma şekli tam ne zaman başladı bilemiyorum. Samimi üslup siyasete değişik biçimlerde yansıtılmaktaysa da, hoca ya da usta gibi expertise, yetkinlik ve "bizden iyi bilir"lik ima eden terimlerle, ailevi yakınlık çağrıştıran abi, amca, baba gibi deyimler yarışabiliyor.
Baskın Oran, "hoca" ünvanı ile anılanlardan birisi (diğer "hoca"yı da biliyorsunuz zaten). Bence Baskın Oran’a Baskın hoca’dan ziyade Baskın Enişte hitabı daha çok yakışır. Böylece hocalığından ya da beyaz Türk olmasından şikayetçi müstakbel seçmenler de, bulacak başka kusurların peşine düşerler (Bkz: İletişim yayınlarından çıkmış olan, “Dalavere Mehmet’in Bodrum Tarihi” ve “Enişte Gözüyle Bodrum” kitapları). Her ne kadar o eğlenceli anlatılarda kendisini Bodrum’un eniştesi olarak tanımlasa da, ikinci bölgenin eniştesi olma yolunda ilerlemekte gibi gözüküyor. Bu enişte, amca, abi muhabbeti arasında bağımsız sol adaylardan Ufuk Uras’ın ihmal edildiği öne sürülse de, bu durumun ona uygun bir samimi hitap şekli bulunamamış olmasına bağlı olduğunu düşünüyorum. belki yaşlarımızın yakınlığı sebebiyle, kendisine bacanak ya da kayınço demek uygun olabilir, ama bencileyinler nostaljiklerden ziyade, özellikle genç yaşta seçmenlerinin de olacağı umuduyla,
dayı uygun bir akrabalık çağrışımı sayılabilir. Dayıyı, genç, dinamik, evde sıkıldığımız haftasonları alıp bizi lunaparka götüren cinsten bir akraba olarak düşündüm, dayılanan anlamına değil... Baskın enişte ve Ufuk dayı'nın hedefi olan ezber bozmak kolay olmasa da, fikir olarak hoş.

güzel şey söyleyen kazanır

İbrahim Tatlıses’i Okan Bayülgen’in seçim programında seyrettim; partisini neye göre seçtiğini anlatırken, “insanların hoşuna giden, güzel şeyler” söylüyor olmalarını gerekçelerden birisi olarak belirtti. Kötü şeyler duymak istemeyen insanların duymak istediği güzel şeyler’e örnek olarak gösterdiği: üniversiteye sınavsız girmek. Kendisi çok zorluk çektiği için başkalarının zorluk çekmesini istemediğini söyleyen Tatlıses nerede zorluk varsa, onu ortadan kaldıracak gibi... Her şeyin bir kolayı vardır, diye düşünenlerden, epey bir destek alır herhalde. Kızım, okullarının yıllığına önsöz yazan bir işadamının “zoru tercih ederseniz, çabuk ilerlersiniz” ile biten paragrafını burnuma sokuyor bu arada. Ne demek istediğini tam anlayamıyorum, o da, “sınavı kaldıracağız” diyenlere oy vermemi istiyor olabilir. Kalkacak olanın ne sınavı olduğunu anlamamış olsa bile...
İbo’nun (kendisine böyle de diyebiliriz herhalde, şovundan cesaret alarak), kastı herkesin eşit eğitim hakkına ve fırsatına kavuşması ise, onun yolu sınav kaldırmaktan geçmiyor.

Thursday, June 07, 2007

aşıya gelen antepli kız 1983


köylerde çocuklarını aşılatmaya pek hevesli olmayan, tavuk aşılatmayı tercih eden ailelerden bahsettigim bir yazıyı www.yankiyazgan.com da bulabilirsiniz. 1983'te adını hatırlamadığım bir köyde çektiğim yandaki fotograf, kendisi kalkıp da aşılamaya gelen küçük köylü kızın yandaki fotoğrafı zihnimde o yıllara ait sayısız anıyı tetiklemeye yetiyor. arkada duran cipte, şoför mustafa, sağlık memuru şahin ve ebehemşireler hicran ve tamam ile yaptığımız sayısız köy, gebe ya da çocuk ziyaretinin anıları, hele görsel anıları çok taze. o sıralar, 24 yaşını ancak doldurmakta olan bir genç doktor olduğumu düşündükçe, bugünkü gençlerin cüretkarlıklarına daha fazla anlayış göstermek istiyorum.

Wednesday, June 06, 2007

arkadaşlık


doktorlara 1981 ağustos'unda gelen zorunlu hizmet yükümlülüğü sonucunda, 1983 ekiminde kendimi, gaziantep'in oğuzeli kasabasının tek doktoru olarak buldum. sonra bir dönem de biga zorunlu hizmetim oldu, onun da fotografı bir yerlerde olacak bu blogda.
o dönemin hikayesi değil, bu notun amacı.
zorunlu hizmetin getirdikleri (ülkeyi tanımak, toplumun sağlığına bir damla olsun katkıda bulunabilmek) ve götürdükleri (kişisel hayatımı çok farklı bir mecraya sürüklemek gibi) etkileri başka bir zamana kalsın.
geçenlerde izmir'de annebaba evi ziyaretimde sağı solu kurcalarken elime geçen siyah beyaz negatiflerin arasından bulduğum yandaki resim bir çok şeyi anlatıyor.
30 yıl önce lisede ve sonrasında marmara'da, kısmen de amerikada beraber oldugum bir arkadaşımla (dr nedim çakan) oğuzeli merkez sağlık ocağının önünde, briket duvarların üzerinde, kırık dökük lojman ve sağlık ocağı... yüzümüz gülüyor.
sorum şu:
arkadaşlık, yüz güldüren, zor zamanlara dayanmamıza yardım eden bir gençlik olgusu mudur?

Tuesday, May 22, 2007

pamuk'tan karikatürü'ne ekleme


Orhan Pamuk'un babamın bavulu başlıklı Nobel ödülü konuşma metnindeki (yaş ve senelere ilişkin) hesap hatası hakkında sonradan kendisi ile konuşma fırsatı bulduğumda, bunun çok da farkında olmadığı, belki de pek önemsemediği, kanısına vardım. bu konuya ilişkin başlangıçta yazdığım yazıyı okumayanlar için ........

belki bir yazarda ya da bilimadamında yadırganmayacak cinsten bir savrukluğu, dalgınlığı yansıtan bu "hata"nın, iletişim yayınlarının kitaplaştırma sürecinde düzeltilmesi bence pek de gerekmezdi. hata, hata olarak kalsa bir zararı olur muydu ?

gerçi nobel ödülü bir aktüalite olmaktan çıkalı epey oldu, ve ülkemizin güncelliği o kadar hızla değişmekte, hayatı zorlaştıran olaylar ardarda gelmekte... hava karamsar...

orhan pamuk'un kendisi hakkında çizdiğim karikatürü gördüğünde, üzerine yaptığı eklemeyi bloguma koymayı, yine de, istedim.

Wednesday, May 09, 2007

izmir'de önce okulda sonra aile şirketlerine konferans ve hatırlattıkları


yukarıdaki resim, dün bornova anadolu lisesinin konferans salonunda, dönemin atmosferine uygun bir "background"la çekilmiş. okuldaki konuşmadan dünkü "post"ta bahsetmiştim. fotografı bugüne kaldı. bu hafta izmir'de, bir yandan okulumu ziyaret ederken, bir yandan da aile şirketlerinin kurumsallaşması konulu bir kursta konuşma yaptım.

aile şirketleri ile ilgim ne, mi?

işin aile kısmı ile yıllardır içli dışlıyım.

şirket kısmı hakkında da, sora sora, Türk usulü anlayacağınız, bir şeyler öğrendim.
üstelik aile şirketten daha eski, kıdemli olduğu için, aile şirketinin aile yanı daha büyük yer kaplıyor...

üstelik çocuk dediğimiz kişilerin, 0 yaşından 70 yaşına kadar olanlarının psikolojisiyle ilgili birisi olduğum için, her yaşta çocuk konusunda uzmanlaşmış oldum.

şaka bir yana gördüğüm en yaşlı çocuk (anne ya da babasıyla birlikte görerek, sorunlarına yardımcı olmaya çalıştığım kişi) 68 yaşında, ve babası 92 yaşındaydı. çocuk psikiyatrisinin adını "evlat psikiyatrisi" olarak değiştirmek de düşünülebilir.

şirketlerin aile kurallarına göre işlemesinin getirebileceği zorlukların, özellikle karar alma anlarında duyguların etkisinin olması gerekenden çok daha güçlü olması sebebiyle ortaya çıktığını vurguladığım konuşmada, katılımcıların görüşleri, soruları ile konuşmam daha zenginleşti. konferans vermenin en güzel yanlarından birisi bu; her seferinde kendisine "konuşulan"ların (bir başka deyişle, "dinleyenler") söylediklerini katarak, aynı konuda aynı gün içinde bir kez daha konuşsam bile farklı bir içerik oluyor. konuşmanın, şimdilik, aldığı en son şekli websiteme koymuş olacağım haftaya...

konuşmalarımda, kendi anlattığımı, bir biçimde ben de dinlemiş oluyorum aslında. tekrar tekrar aynı konuşmayı dinlemekten sıkıldığım için, her konuşma, görünürde aynı konuda olsa bile, farklı oluyor bu sayede:)

bu ara hep okul günlerine kayıyorum ya; aklıma geldi.

özellikle lisedeyken, aynı tipte soru bir kaç ayrı sınavda geldiğinde, her seferinde sanki farklı yöntemlerle çözmem gerekiyormuş gibi düşünür, daha önce kullandığım bir çözüm yolunu bilsem de, bildiğimden farklı ve yeni bir yolla çözmeye çalışırdım. her zaman da "mutlu son" olmaz, bildiğim sorudan puan alamadan kağıdı verirdim. antikalık işte... belki de onun için matematikçimizin "şeytan azapta gerek" muamelesi yaptığı tiplerden birisi olmuştum.

yok, merak etmeyin, doktorluk yaparken bu tip maceralara atılmıyorum:))

Tuesday, May 08, 2007

37 yıl sonra kolej yolunda


yukarıda resmi gözüken yolu ilk kez yürüyeli 37 yıl olmuş. Bugün 37 yıl önce, (ortaokul) hazırlık sınıfına başladığım okula konferansçı olarak gittim.
yol, tanıyanların geçmişteki halini hatırlamasına izin verecek kadar, değişmiş; sağında solundaki tarlalar ve "jiro"ların çiftliği villalarla dolmuş olsa da.

Annebabalar, öğrenciler, öğretmenlerle genç olma üstüne sohbet...


O zaman, okulun sınavını kazanıp kazanamadığımı öğrenmek için annemle beraber bornova istasyonundan, kolej yolunu yürüyerek gelmiş, listelere bakmaya başlamıştık. Her zamankinden de fazla olan o zamanki kötümserliğimle, adıma bakmaya listenin sonundan başlamış, yukarılara geldiğimde, herhalde buralarda yokumdur diyerekten gitmeye kalkmıştım. annem son dakikada bir kere daha bakalım diyince, listede olduğum ortaya çıkmıştı. Dönüş yolunu adeta uçarak gittikten sonra, konak'a dönerken, otobüsün en arka koltuğunda oturduğum gibi bir ayrıntıyı hatırlıyorum, nedense.

her neyse, bugün el üstünde tutulup, pohpohlandığım okulumdaki (izmir koleji/bornova anadolu lisesi) konferans hk bilgi içeren link:



Thursday, May 03, 2007

ödülün ayrıntısı, haberin hüzünlendiren yanı


yeni yüzyıl'ın biraz abartılı bir başlıkla duyurduğu, "ödüllü" çalışmaların tam metinleri www.yankiyazgan.com da araştırmalarım sayfasında görülebilir. bugün beni biraz hüzünlendiren, o zamanki bilimsel performansımın gerisinde kalmam... bunu söyledğimde bir çok kişi, içinde olduğumuz ortamla kıyaslayarak, kendime haksızlık ettiğimi söylüyor.
yazıpçizdiğim makaleler ve araştırma "paper"larının, (ülkemiz ortalamasına göre) başka ülkelerdeki bilimsel yayınlarda kaynak olarak kullanılma oranının oldukça yüksek olmasına bakıp (kendi fakültemde ilk bir kaç taneden birisi, bu kadar verimsizliğime rağmen)
kaygımı gereksiz bulanlar çok.
ama ben yaptıklarımın yapabilecek olduklarımın çok gerisinde kaldığını görmeye üzüldüğüm gibi, bir de bu kadar geride kalmama rağmen halâ sahiden de önlerde gözükmeme hayret ediyorum. umarım, yetişmesinde çok rol oynadığım yepyeni kuşaktan olanlar bu dengesiz durumu değiştirecekler. elimden geleni yapacağım.
bu arada; 1995te yayımlanan yandaki kupürdeki haberi kaleme alan Didem Ünsal, aynı zamanda 12 yıl sonra, mayıs 07de yayımlanan ergenlikten gençliğe kitabını beraberce hazırladığımız kişi...

1995'ten bir ödül




bir baska bloga beni roche ödülü aldığım günden tanıyan ahmet bey'den söz etmiştim. roche ödülü nedir? 1990lı yıllarda sırayla değişik tıp dallarında verilen, psikiyatri'ye verilme sırası geldiğinde, bana da amerika dönüşü türkiye'deki ilk aylarda moral verip, bu ülkede kalsam dedirten bir ödül...

araştırmacılık yanımın daha kuvvetli olduğu bir dönemi hatırlatan bu konuyla ilgili bir gazete kupürü yanda. bir başka blog yazısında da, ödüle konu alan beyin görüntülemesi çalışmalarından söz ettiğim gazete kupürünü ekliyorum.

aya irini'deki törende çekilmiş fotografta, hemen asağımda duran murat rezaki ankara fen lisesinden benden bir kac sinif kucuk, cok parlak bir psikiyatr ve bilimci... idi. ne yazık ki, geçtiğimiz yıl bir trafik kazasında kendisini kaybettik. psikiyatri topluluğu içinde gerçekten bilimsel çalışma yapan pırıltısıyüksek bir kaç insandan bir tanesiydi.

Tuesday, May 01, 2007

kitap kapağında resmi olmak

bugün tasarımını yaptığım ve hazırlanmasına katkıda bulunduğun yıpranmadan yıpratmadan yönetmek adında bir stres yönetimi eğitim programının uygulama toplantısını ziyaret ettim. Toplantıya katılanlara "kalp çarpar..." kitabım hediye edilmişti.
katılımcılar (kitap hk) değişik görüşlerini aktardılar. katılımcı ahmet bey (kimliğini açıkça yazıp yazmamı istemediğini birden hatırlayamadım) kitabımı zaten bir kaç gün önce satın almış. ilgiyle okuduğunu söyledikten sonra, şakayla karışık (benim ciddiye aldığım) bir eleştirisini incelikle ekledi: "kitabı yatmadan önce okuyordum; ara verdiğimde başucuma bıraktım. birden, yüzünüzün yatak odamızın ortasında olması irkiltti. bu adamın suratının odamızda ne işi var diye düşündüm."
kitap kapağında resmimin olması hakkında bu blogdaki bir başka notta görüşlerimi yazmıştım. yayıncımın tavsiyesine kulak vermem gerektiğini düşünerek (yani, işin uzmanlarının görüşünü dinleyerek) resmimin kapakta olmasına rıza gösterdim; memnun olmasam da, sorumluluk bende...
ahmet bey'in söylediği ve aklıma düşürdüğü bir başka husus, beni iyice huzursuz etti: "sizi 1995'te Roche'un tıp alanında verdiği ödülü psikiyatri alanından almış tek kişi olarak tanıdık. popüler bir kişisiniz, ama bu kapak acaba biraz popülist olmadı mı?" roche ödülü nedir, o da bir başka blogda.
galiba öyle oldu; bağışlanmayı umuyorum. niyetim saf:)

30 yıl önce bugün


bu yıl ne çok şeyin 30uncu yılı... lise mezuniyet mesela.
bugün ise bir tek şeyin 30uncu yılı. 1 mayıs 1977. benim hayatımdaki yeri, bir tek benim için önemli; ama, benzeri ruh halinde çok insanla tanıştım 30 yılda...
ankara fen lisesinde son sınıf öğrencisiydim. yatılı, iddialı bir okul. ama ders dışındaki alanlara, özellikle siyasete, ülkemizin geleceğine çok ilgi duyuyordum. o yaştaki bir çok genç gibi.. (yandaki resim o yılların havasını yanıstıyor bence, sağdan ikinci ben, resmin soluna doğru, haldun mıdoğlu, nihat demirer, semih doğan, rıdvan akkurt, uğur algan, resmin sağında ali tükel; hepsi ülkenin hatta dünyanın dört bir yanına savrulmuş).
kendi geleceğim o kadar da ilgimi çekmiyordu. kafama yakın arkadaşlarımla siyasetten konuşmak, ufak tefek riskler alarak fikirlerimi yaymaya çalışmak için ankara'nın şimdi blok apartmanlara dönüşmüş gecekondu mahallelerinde dolanmak başlıca uğraşımdı. ders mers hepsini nasıl idare ediyordum, şimdi akıl erdiremiyorum.
1 Mayıs kutlamalarına istanbul'a gitmeye karar verdim. yakın arkadaşlarımın çoğu düzenleyici siyasi gruplara karşı olduğu için zaten niyetsizdi. ben, her zamanki gibi, bir gruba bağlanma sorunu olan yanımla, daha ortayolcu sayılanlara yakın durarak toplantıya katılabileceğimi düşünüyordum.
1 mayıs 77, sanırım cumartesiye ya da pazara geliyordu. bir heves hazırlandım, tren biletimi aldım; perşembe günü pazartesi için geometri sınavı kondu. geometri mi, 1 mayıs mı ikileminden, geometri galip çıktı; 17 yaşında ve dersine yine de düşkün birisiydim, insaf edin.
Pazar akşamı, tamam 1 mayıs pazara geliyordu, akşam etüdünde, galiba radyosu olan birisi, istanbul'da 30 kişi ölmüş, dedi. Sanki ben de orada olsaydım ölecekmişim gibi, bir ölümden kurtulmuşluk coşkusuna girdim önce. Sonra da, herkesin hayatını riske attığı bir zamanda korkakça geometri sınavını tercih ettiğim için bugün bile hissettiğim (tek korkaklığım bu olmadığı için aynı hisleri değişik vesilelerle yaşadım) utanç ağır bastı. bazen bir tehlikeyi atlatmak, herkesin zarar gördüğü bir durumdan zarar görmeden "sıyrılmak" acı verici olabilir.

Bugün, 30 yıl sonra, aynı meydanda, benzer olayların olması, 30 yıl önce panzerler altında kalıp parçalananların ve kurşunlardan canını kurtarmaya çalışırken ezilenlerin hayatlarını hâlâ kimsenin umursamaması, beni sadece utandırıyor. İçim eziliyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum.

Çoğu 30 yıl önce aynı alanda hayatta kalmışlar arasında yer alan bir çok insanın, bugün 30 yıllık bir acı ve utancın giderilmesi için uğraşının azımsanmasına şaşıyorum.
sorun bu biçimde aşılabilir mi, o başka bir tartışma konusu. Ama, acı anıların, hayatımızı altüst etmişliğini aşmaya çalışanlara, neden hiç anlayış yok?

çanakkale'deki bizim entellektüel

Murat Belge'nin biyografisinin çağrıştırdıklarını mart ayında yazdığımda, çok kişiye sıradan gelebilecek ama nedense unutmadığım bir anekdotu da ekleyeceğimi belirtmiştim. çanakkale'de kilitbahir motorlarının kalktığı rıhtımda bizim entellektüel (çift L yazım hatası lokantacıya ait) adında bir balık lokantasına gitmiştik, beni biga'ya ziyarete geldiklerinde (1986 baharı). Murat lokantanın patronu ile sohbete daldığında, o zaman entelektüel kelimesi yeniden yaygınlık kazanmaktaydı, lokantanın isminin manasını sordu. partonun cevabı: "entellektüel beynelmilel demektir, buraya da her milletten insan geliyor, biz de böyle dedik."
enternasyonalist entelektüellere yönelik diyerek durumu idare ettik; o zamana kadar kendimize adını pek yakıştırdığımız bu lokantayı, geçen yıl çanakkale'ye gittiğimde arayıp sordum. sorduklarımdan kimse hatırlamıyordu.

Sunday, March 25, 2007

murat belge'nin izmir ziyareti 1982

murat belge'nin biyografisi (tûba çandar) yayımlanıp, ben de hemen okuyunca aklıma yazacak çok fazla anı doluştu. murat belge'nin zarif fikir adamlığı yanını gazetedeki yazımda vurgulamıştım, benim için belirleyici bir yanı 1980ler boyunca dostluğu ile destek veren yanı olmuştur. evinde aile üyelerini bıktırıcı düzeyde devamlı bir misafir olduğumu biraz mahcup olarak hatırlamaktayım.
ama muratın insanı yüreklendiren tarzı sonucu, misafirlikle yetinmeyip, yazı çizi hayatına fazlasıyla cesur (kendini bilmez de diyebilirsiniz) adımlar attım...
biyografiye birkaç kişisel notu eklememin bir sakıncası var mıdır, yoktur herhalde:
1982 yılında, İzmir'de, 12 Eylül sonrası yılgınlık ortamında kendi küçük çevresini canlandırma gayretleri içerisinde olan entel bir tıp talebesiydim. Murat Belge'nin yazdığı çizdiği ile Birikim dergisinden aşinaydım. Tarihten Güncelliğe kitabının yayımının hemen sonrasında (galiba), MB'yi İzmir'de bir konferans için davet etmeye karar verdim; o zaman birlikte takıldığım biriki arkadaşımla, amerikan kültür merkezinin salonunu tuttuk. Bir de afiş hazırladım; bütün kantinlere...
MB hiç nazlanmadan kabul etti, biraz şaşırarak da olsa... Telefonunu nasıl bulduğumu hatırlayamıyorum. Çiğli'deki havaalanında karşıladık, karşıyakada kilise sokağındaki "genç evi"nde, salondaki kanepede gecelettik. Ziyaretin şıklığı olarak, o sıra yeni açılmış olan deniz restorandaki yemekti (parayı tabii ki babamdan almıştım).
MB'nin "ben yazılı değil sözel adamım" kendini-tasvirini doğrulayankonferans dolu dolu geçti, hepimiz hayranlık duyguları içinde peşi sıra dolaştık durduk.
O günden ve sonrasından tek bir resim yok. Garip...
Net hatırladığım şeylerden birisi, MB'nin Deniz Restoran da balık ciğeri yapıp yapmadıklarını sorması, sonra da ciğer gelince lokantaya tam not vermesi... ben de, bu "iyi balık lokantası" ölçütünü, sıkıştıkça, kullanıyorum yıllardır. bir de, çanakkaledeki bizim entellektüel lokantasının adına ilişkin hikaye var, ama onu, ve ben bigada mecburi hizmetteyken çoluk çocuk yaptığı ziyareti başka bir bloga bırakayım.

Wednesday, March 07, 2007

çocukların doktoru olmak


Sağlık ocağında çalıştığım sırada, günde 70-75 tane hasta görürdüm. Nedense, bunların çoğu çocuklardı. Herkesi tepeden tırnağa muayene etme “takıntı”m sebebiyle işim uzun sürer, geç saatlere kadar çıkamazdım. Bir gün kentin çocuk doktoru beni aradı; azarlayıcı bir tonda: “sen kendini çocuk doktoru olarak tanıtıyormuşsun..” Pratisyen hekim olarak çocuk baktığımı, ama böyle bir iddianın sözkonusu olamayacağını kendimce anlattım. Ama konu içime dert oldu. Ertesi gün sağlık ocağında hasta kayıtlarını yapan müstahdem Ahmet bey’e, bu konuşmayı aktardım. Bıyık altından güldü: “Doktor bey, sen biraz gençsin, bir de yaşını ufak gösteriyorsun ya... İşte bu köylü hastalar senin adını da tam söyleyemiyorlar. Sana “çocuk doktor” diye isim takmışlar. Muayenenden de çok memnunlar. O öbürüne, öbürü başkasına söylüyor. Köylerde meşhur olmuşsun. Çocuk doktor diyince herkes biliyor.” Tipimin neticesi edindiğim “Çocuk doktor” etiketi ile çocuk doktoru arasındaki tek harflik fark yüzünden, giderek, çocuğunu kapanın geldiği bir sağlık ocağı doktoru oldum, “keşfedildim”.

Thursday, March 01, 2007

medyada kendime muzip demek!

yeni kitabımı gören gazeteci-televizyoncu okurlarımdan birkaçı programlarda ya da gazetelerinde yer vermeyi isteyince, bu ara medyaya dönüş yaptım:) sanki her hafta akşama, her ay farmaskopa, ve bu arada zaman zaman değişik yayınlara yazıp çizen ben değilim. şımarıklık işte:)
medyatik şımarıklık örneklerinden birisini, business channel'ın seans arası programında kendimden "muzip" diye söz ederek verdim.
belki laf kalabalığında arada kaynamıştır, belki kimse zaten seyretmemiştir diyerek avunsam da, söyledim. benzeri durum formsante dergisinde geçen ay yayınlanan bir röportajda kendimi "huysuz ama iyi kalpli" gibi bir biçimde tanımladığımda olmuştu. kendim bile "excuse me?" demekten kendimi alamadım. işin garibi, gazeteci arkadaşımın ısrarı sonucu araya sıkışan bu röportaj sabahın 8inde oldugundan, ve ben hastaneye yetişme telaşıyla ne dediğimi pek bilemediğimden, hatamdan öğrenemeden bir hata daha yaptım.
hoş, böyle saçmalamasam da, dudak büken büker herhalde. aman kimse kızmasın diye düşünerek hareket etsem, ilkokul 2 terk bir adam da olabilirdim, o kafayla.

Monday, February 26, 2007

'kalp çarpar'



yeni kitap yayımlamak zevkli. kitapçılarda, okur mesajlarında keyfi sürülecek cinsten. ben yine sorun bulurum; örneğin, niye bazı kitapçılarda öne çıkıyor da, bazılarında kitap ortada yok? Düşün dur, "acaba yapmam gereken bir şey mi var?" yoksa, "yapmamam gereken bir şey mi var?"

Bu inceliklerle yayınevi ilgilenir herhalde derken, kitap kapağına ilişkin "bu ne surat?" ya da "yılların insafsızlığını sergileyen kapak" diye eleştiriler alınca, tekrar kafam karıştı. Kitabın kapağında yüz resminin kullanılması son dönemde kapak tasarımında bir trendmiş, ben de yayıncının tavsiyesini dinledim (ehil insanların tavsiyesini dinleyen adamımdır). Ama, kapakta en düzgün halimle durmasam da olur diye kendimi avuttum:)


kendimi eleştirdiğim bir şey var kapak resminde, suratımın eskimiş görünümü vs değil; ama gülüşümü samimiyetsiz buldum açıkçası.
Peki ama, insan bir kameraya ne kadar samimi bakabilir, ne kadar samimi gülümseyebilir... Kameraya bakıp gülümserken samimi olmamak, en samimi tavır sayılır, diyerek teselli buldum.
kalp çarpar'ın 2013'teki baskısının kapağı. 6 yıl sonra kapaktan yana muradıma erdim.(1.2014)

Tuesday, January 16, 2007

nasıl keşfedildim?


Yaşımdan küçük gösterme meselesi, tıp fakültesinden başlayarak başımın derdi olmuş bir durumdu. Doktorluk yaptığım çeşitli kurumlarda, "oğlum, doktor ne zaman gelecek?" ya da, sonradan öğretim üyesi olduğum zamanlarda, "hoca yok mu?" sorularına sinirli cevaplar vermemeyi öğrenene kadar gerçek yaşımı buldum. Hürriyet İK'nın sorduğu bir soru, çocuk ve 26 yaşında olduğum günlerin bir hatırasını canlandırdı.

Fotografta Biga Merkez Sağlık Ocağı doktoru olduğum zamandan bir görüntü; en sağdaki de ben...

Hürriyet İK'nın sorusu:
Sizi iş hayatında kim nasıl keşfetti? Detaylı bir şekilde anlatabilir misiniz?



Keşfedilmek, kendi durumum için, biraz iddialı bir kelime sayılır. Mutlaka bir cevap vermek gerekirse... Doktorlar, hastaları tarafından “keşfedilir”ler. Beni de, zorunlu hizmetimin bir bölümünü yaptığım Biga ilçesinin köylerinde yaşayan aileler “keşfetti”. 1985 yılında... Nasıl mı?

" Çocukların doktoru olmak" post'una bkz.

biraz daha kıbrıs


bugün akşamdaki yazımda kıbrısın, nerdeyse 25 yıldır devam eden kararsız ruh durumundan çıkmışlığını anlatmaya çalıştım. hayatımın 14 ayını geçirdiğim adadaki askerlik yaşantısı zor olduysa da, öğretici ve perspektif değiştirici idi. o güne kadar yoksulluktan sünnet olamamış askerlerin sünnetinden tutun, adada yerleşik yaşlı ingiliz nüfusa doktorluk yapmaya kadar uzanan bir mesleki uygulama... marmite, şeftali kebabı, lamb curry gibi hayatta ilk kez karşılaştığım kıbrıslı ya da "brit" tadlar da cabası. hastanenin olduğu tepebaşı köyünün "bus"çısı salih ya da hasan, sayısız askerlik arkadaşına eklendi. insanlar geçmişi her zaman güzel hatırlar diyen, doğruya yakın... öyle olmasa, en şikayetlendiğimiz dönemlerden birisi olan askerlik, herkesin dilinden düşmeyen bir dönem nasıl olurdu?
blogdaki resimler de o günlerin hatırlatıcıları.

kıbrıstan eski bir yılbaşı kartı


1984’ü 85’e bağlayan yılbaşında arkadalarıma göndermek için hazırladığım, o zamanlar moda “you are in the army now” şarkısından esinli tebrik kartının bir kopyası, bendenizin, o günkü Kıbrıs’taki ruh halini de biraz yansıtmakta.
Kıbrıs'ta çocuk doktorlarına ve ilgi duyanlara yaptığım bir sunumdan sonra çeyiz sandığına benzeyen kutularımdan çekip çıkarttığım karikatürü fotokopi ile çoğaltıp kart yapmak için bir bütün cumartesi harcamıştım (fotokopi makinesi bulabilmek için)

Wednesday, January 03, 2007

1989 yılının sonu için bir karikatür



cumhuriyet bilim teknik için 1989da yaptığım bir kapak karikatürü.. o zaman daha mı makbul bir çizerdim, ne versem yayınlıyorlarmış adeta??
1989dan 1990a geçiş gerçekten çok güzel bir çok şey getirmişti, bir tür fal bakma gibi oldu.