Tuesday, November 29, 2011

kaba saba sözler ve VIP


Kısa, öz. Küfürlü söz kabalık sayılmakla birlikte, iletişim açısından yüksek değer taşır. Mesajı açık ve net bir şekilde iletmeye yaradığı için vazgeçilmezdir.

Örneğin, ‘lütfen dışarı çıkar mısınız’ dediğinizde karşınızdaki mesajınızı anlamadıysa bunu küfür sayılan bir başka sözle anlatmanız etkili olur. Karikatürlerde kelimeler konuşma balonlarında kalabalık yapmasın diye küfürün bolca kullanıldığı söylenir.

ekteki karikatürü yapalı 3-4 yıl oldu; konuşma balonundaki kelimelerden 'türeyen' kaba sözcük gündelik hayatta kullanmaktan hiç hoşlanmadığım sözlerden birisi olmasına rağmen burada tam yerine oturduğunu düşündüğüm için kullanmıştım. yine de bir süre 'ayıp mı olur acaba' diyerek elimde tuttum.

ortaya çıktığı bağlamı geçenlerde hatırlamak beni rahatlattı: sınıf ayrımlarını burnumuza sokan durumlar, özellikle belli bir statüye hasbel kader ulaşmış kişilerin bu statülerini her vesileyle bize hissettirmeleri içimizdeki isyancıyı ayaklandırmaya yeter. uçaklardaki business class, eskilerin vapur ve tren mevkilerinden pek de farklı olmaksızın, satın alınabilen bir rahatlığı temsil eder. isteyen para biriktirir, isteyen mil, bir biçimde kapağı business'e atabilir.

VIP ise bu anlamda biraz daha garip bir üstünlük simgesi haline gelmiştir. satın bile alamadığınız ama nasıl elde edildiği ya da edileceği daha gizemli veya erişilmez yollarda gözüken bir 'statü'dür. politikacılara, magazinel sanatçılara ya da başka etkiliyetkililere yakın olmakla şişinen bir doktor arkadaşımla uzunca bir seyahatte kendisi businessten first class'a kendisini upgrade ettirtmekle (tanıdıklarına telefon ederek) yetinmeyip, gümrükte VIP'den gireceğini söyleyince, yanımdaki defterime bu çizgiyi karalamıştım. espri tam olarak benim değil, başharflerden değişik akronimler türetilmiştir yılalr içinde zaten; ama bu bağlama oturtma 'şerefi' bana ait oldu:)

kaba söz için özür; ama yerine uyduğunu düşünüyorum.

a dangerous method (türkçe'ye neden tehlikeli ilişki diye çevrildi ki?) filminde JUng ve Freud transatlantikle ABD'ye gitmek üzere transatlantike binerken, Jung kapıdaki görevliye valizini teslim eder ve üst kata yönelir. ne oldu gibisinden kendisine bakan Freud'a biletinin first class olduğunu hafif bir gülümseme ile belirtip karısının bileti ayarladığını mazeret olarak bildirir. freud'un bu davranışa tam ne anlam verdiğini yüzündeki bozulmuş ifadeden anlamaya gerek bile duymayabiliriz. aralarındaki yol ayrımının derinleşip kesinleştiği bir an olduğu açıktır.

not: filmin birkaç ayrı sahnesinde Jung çok zengin bir kadınla evli olduğunu zaman zaman belirtirken, Freud'un ortasınıf viyanalı apartman dairesinden şikayetlenmeyi de unutmaz.

Ticari sağlık

Ticari sağlık. Sağlıkta ticarileşme deyince hastanın doktorun eline tutuşturduğu para akla gelir. Yeni düzenlemelerle paranın tutuşturulacağı el değişmekle kalmıyor, miktarı artıp karşılığında aldığı muğlaklaşıyor. Ne de olsa ‘ağanın eli tutulmaz’. Bu deyişi eve tesisat tamiri için gelen bir ustadan duyduğumda hiç birşey anlamamıştım. Daha sonra ‘ne verirsen’e dönen bu değer biçme mekanizmasının ikinci cümlesi de ‘abi, bu az’ olur. Ticariliği bu çapta bir para alışverişinden ibaret görürsek sağlıktaki ticareti anlayamayız. Bana (ve bir çok meslekdaşıma) göre, ticari sağlık için temel ölçüt, ihtiyacınız olan sağlık hizmeti yerine ihtiyacınız olmayanın sunulmasının öncelik kazanmasıdır.

Sağlıkta ticari yaklaşım eldeki ürünün tam tükettirilmesine dayalıdır. Hem üretim fazlasının gerekliliği ve etkililiği tartışılır tetkik ve tedavilerle eritilmesini, hem de hastanın bu gereksiz ve etkisiz uygulamaları arzu eder hale gelmesini sağlayacak propaganda tekniklerini içerir. Sadece paranın el değiştirmesine odaklanıp doktorların para karşılığında sağladıkları (muayenehanecilik gibi) hizmete ticaret demek, üretim-tüketim zincirini oluşturan daha kapsamlı işlemler dizisini arkaplanda tutar. Oysa, doktorlar atölye sahibinin fabrikada çalışmaya başlamasına çok benzeyen bir rol değişimi içindeler. En azından öyle hissediyorlar.

Sunday, November 20, 2011

ihtiyaç yaratmak fikrinin çağrışımları


ihtiyacı karşılamak için yapılan bir çaba ihtiyaç karşılandığında biter. sevmek ya da merak gibi ihtiyaçlar süreyle veya doyurulma ile sınırlı değiller. ama diyelim bir kazak ya da pantolon ya da cep telefonu karşılandığında tamam yeter diyebildiğimiz ihtiyaçlar olduğunda üretilen onca kazak ya da telefonu ne yapacağız, ne yapacaklar? o zaman 'ihtiyaç yaratmak' işlemi başlıyor.
olmayan ihtiyaçlar oluşturmak; var olan ihtiyaçları doyurulmazlaştırmak... yeni icat mı?reklam ve pazarlama bu işlemin en bilinen örnekleri.
ve günah keçileri, sanki fazla malı onlar oluşturmuş gibi antikapitalist söylemlerde ilk üstine gidilenler.
oysa reklamdan ya da pazarlamadan veya aşırı tüketim dalgasından çok önceleri ata olup da fazla mal göz çıkarmaz sözünü diyenlerin üretim fazlası gibi kavramlardan haberleri herhalde yoktu.

mutfakta erkek var kitabında besin ve yemeiçme üzerine söylediklerimdekine benzer bir frugal'liğin (az tüketme; kaynakları israf etmeme diyelim) ilkeleri arasında eldeki her şeyi sonuna kadar kullanma, hiç birşeyi ziyan etmeme var.
ama iki lokma bir hırka havalara girmek de istemiyorum. öyle sahici bir antikapitalist sayılmam; sistemin nimetlerinden yararlanmama ilkeliliğinde değilim (mümkün görmediğim için).
ama sınırlı kurtarılmış zaman dilimlerinde veya ilişkiler adacıklarında yapılabilecekler var.
eldekinin kıymetini bilme yaklaşımını yemeklere ya da mallara değilse de insanlara uygulamaktan yanayım; üretim fazlası varmış gibi gözükse de sevebileceğiniz ya da çevrenizde görmekten hoşlanacağınız insan sayısı sınırlı olabilir. iş hayatında bile bu böyle; üstelik orada bu değerbilirlik için de bir iş üretilmiş; yanılıyorsam düzeltin, CRM denen MİY meseleleri...
hayırseverliğin profesyonelleşmiş araçlarının gelişmesi gibi vefakarlık da varlığını sürdürmek için kurumsallaşmaya ihtiyaç duyuyor herhalde.
bu daldan dala yazıyı anlamadık diyenlere kızmayacağım :) çizgi ile idare edin lütfen.

Monday, November 14, 2011

romancının safı ile düşüncelisi

Orhan Pamuk’un “the naive and the sentimental novelist” adı altında bir kitapta toplanmış olan Harvard Üniversitesi’nde verdiği dizi konferansları Türkçe’de de yayımlanıyor. Kitaba “saf ve düşünceli romancı” isminin verildiğini gördüm. Bu tercümeye itiraz edebilir miyim? Türkçe'de konan başlıktan sanki tek bir romancının iki özelliğinden bahsediliyormuş gibi bir anlam çıkıyor.

Oysa, Pamuk kitapta iki ayrı yazar tipinden söz ediyor; biri “naive” ya da saf, içinden geldiği gibi, ek bir işlem uygulanmaksızın yazan; diğeri ise, “sentimental”, (Almanca’daki sentimentalische karşılığı) hesap kitapla, düşüne taşına, tasarlayarak yazan.

Türkçeleştirilmiş başğı seçen ya da yazan Pamuk’un kendisi ise, ne demek istediğini ya da hangi kelimeyi kastettiğini benden daha iyi bilir elbette :). Ama, söylemeden de edemiyorum, ne de olsa vesayetçi bir meslek olan doktorluğun getirdiği "ama doğrusu böyle" deme alışkanlığı ruhuma yer etmiş.

“Romancının Safı ile Düşüncelisi” gibi bir başlık kullanılsa, tek bir kişinin iki özelliği yerine, iki ayrı tip olduğu daha iyi anlatılmaz mı? Peki, bunu bana soran mı var? Bunu açıklayabilmek için ortaokul yıllarına geri dönmek lazım. Üstüme vazife olmayan konulara merakım yeni değil anlayacağınız. Buraya da bir gülümseme işareti koymak içimden geldi, ama bu kadar çok “sırıtma” kuşku uyandırıcı olacağı için vazgeçtim.

Pamuk’un Schiller’den esinlerek tanımladığı yazma tarzlarından ilham alarak kaleme aldığım psikiyatrik tanılar hakkındaki bir yorum yazısını (Journal of Child Psychology and Psychiatry için) linkte okuyabilirsiniz. Türkçesini de ilk fırsatta hazırlamak niyetindeyim.

http://www.yankiyazgan.com/admin/articlefiles/791-the+naive+and+the+sentimental+diagnostician.pdf

Saturday, November 12, 2011

Sihirbaz, kimyacı, felsefeci,astrolog

Sihirbaz, kimyacı, felsefeci,astrolog. Psikoterapi devrini kaçırmış bir ülkede bu fırsat nasıl yakalanabilir? Karşındakini anlayabilme sanatı ile biyolojik bilimleri doğası gereği en iyi ve en çok birleştiren (birleştirmesi beklenen) psikiyatri eğitimi hakkında 1991'de psikiyatri uzmanlık eğitimimi yeni tamamladığım bir dönemde yazdığım bir yazı, meslekten okurlara ilginç gelebilir. Yazıda Karasu'nun Frost'tan aktardığı gibi, yeni çağın psikiyatrı en azından "sihirbaz, kimyacı, felsefeci, astrolog" olmalı. Yeni çağ geldi geçiyor, ne olabildik acaba? 1990'da yazdığım bir makale. Türkçeleştiremediğim için kusura bakmayın. Bir gün...
http://www.yankiyazgan.com/admin/anmviewer.asp?a=759&z=22

Friday, November 11, 2011

adalet(i) dağıtmak

Türkçe'den İngilizce'ye tercüme ile mücadele ettiğim günlerde adalet dağıtmak ile adaleti dağıtmak arasındaki fark nedense dikkatimi çekiverdi. bugün gazeteye yetiştiremediğim çizgiyi buraya yükleyeyim dedim.

nasolsa ölecez

kurban bayramında kuzu kuzu kesilmeyi bekleyen koçları görünce aklıma gelenleri çizdim. çok iyimser oldukları için mi, yoksa bir göreve getiriyor olmanın huzurunu hissettikleri için mi, artık bilemem, öylece durmalarını ilk bakışın akla getireceği gibi bir acizlik olarak görmedim.

hayal ile proje

'başkalaşım ise (değişimcilikten) şu farkla ayrılır: hiçbir reçete önermez; topyekun, ani ve sonunun nereye varacağının baştan bilinmediği bir başkalaşma hayal eder. Böyle olunca da, gerek siyasetçinin gerekse teklif sahibi aydının projesi olamaz; olsa olsa sanatçının hayali olabilir' (Jale Parla ile Remzi kitabevinin bülteninde yapılmış bir röportajdan, I Zileli). nedense burada çok iyi bir ifadesini bulan düşünce yıllar sonra tekrar karşılaştığım çok eski bir sevgili arkadaş gibi geldi. projesi olmak ile hayali olmak arasındaki farkları yıllar sonra hatırlamak içimi ısıttı. diğer yandan arada geçen yıllar 'hayal gerçekleştirme' ya da 'heyecan duyma' gibi naif sayılabilecek bohemce ruh durumlarını reklam ya da PR sektörünün sürekli ödünç almış olması bu duygumu aşındırıyor.
bohemce demişken, genellikle küçümsenen, işe yaramazlık ya da 'entel serserilik' anlamına kullanılan bohem kelimesine Parla'nın yüklediği anlamı da alıntılayayım: 'kendini sanata (bilime de olabilir) adamış genç yeteneklere Balzac ve Murger'in yakıştırdığı sıfattır. onlar para, pul, statüye önem vermez, tek fikir halinde ideallerinin peşinde koşar, bu uğurda aç ve açıkta kalsalar da vazgeçmezler.' Bo-bo diye bilinen bohem burjuvalar için aynı şeyleri söyleyebilir miyiz?
hayal'i düşünün; sonunda nereye varacağı belli olmayan, tekinsiz bir yoldan giderken ortaya çıkar. Bo-bo'ların rezervasyonsuz (ya da özel harcama ya da tasarruf kartlarının geçmediği) köfteciye bile gitmediğini düşünürseniz; belirsizliğe tahammül ölçütünü hayaleperest ile proje adamı arasındaki ayrım için kullanabilirsiniz.

Sunday, November 06, 2011

'bayramda ziyaret âdet, evde bulamamak oh ne saadet'.

ardarda dizilmiş bayram ziyaretleriyle uzayıp giden (çocuklar için) bitmek bilmeyen günler günümüz orta ve üstorta sınıfının gündeminden silinmekte. ama çocukluk anılarımızın parçası olan bu duruma bizi sürükleyen anne-babalarımızın zili ilk çalışta açılmayan kapılarda bir an evvel kartvizitlerini sıkıştırıp gitme telaşına şimdi anlam verebiliyorum. onların bile bazen isteksizce gerçekleştirdiklerini anladığım bu ziyaretleri özleme çağındayım. izmir'de bir bayram ziyaretinde giriş cümlemi ödünç veren amcamın kızına teşekkür etmeliyim. ziyaretlerin her zaman sıkıcı olmadığını da böylece hatırladım:)

Wednesday, November 02, 2011

farklılık ve eşitlik

1 Kasım'da Sabancı Üniv'de lise öğretmenleri ve rehber öğretmenlerle yaptığım bir konuşmadan (slaydlarını websiteme ayrıca yükleyeceğim). konu, çocukların farklılıklarının eğitim haklarını kullanmalarına etkilerini nasıl telafi edebiliriz? bu konuda kapsayıcı/içerici (inclusive) eğitim modelleri hakkında konuşan Dr Val Chapman'ın konuşmasını temel alarak yaptığım "tartışma" konuşmasından notlarım aşağıda:

eşitlik, İhtiyaçların karşılanmasındaki eşitliktir.
Farklılıklar, ihtiyaçları ve karşılanma biçimlerini değiştirir.
Herkesi kapsayan bir yaklaşım herkesi kucaklayan ve kimseyi dışarıda bırakmayan bir etki yaratır.
İngilizce’deki «inclusive» karşılığı önerilmiş olan ‘içerici’lik böyle bir içerik taşır.

12-14 yaş
Çocuklar arasında beyin gelişimi ve bu gelişimin ürünü olan zihinsel yetiler ve kontrol becerilerinin gelişim hızı açısından önemli farkların olduğu bir dönem.
Bazı çocukların daha hızlı ve önde gittiği, bazılarının arkadan geldiği bir dönem.
Ancak, bu farkların bir süreliğine olduğu, 14-16 yaş civarında en geriden gelenlerin bile açıkları önemli ölçüde kapattığı düşünülüyor (DEHB’lilerin bir bölümü dahil).
Hem tipik (‘normal’) gelişen, hem de DEHB’si olan çocuklarda kortikal gelişimin, bilhassa prefrontal kortekste, önce belli bir kalınlaşmaya eriştikten sonra incelme ile gerçekleştiğini biliyoruz. Bu erişim önemli ölçüde 12-14 yaş arasındaki bir dönüm noktasına denk geliyor.
DEHB’si olan çocukların yarısına yakınında bu gelişim yaklaşık 3 yıl gecikmeli oluyor.
Daha ilginci, tipik gelişim gösterenler arasında, erkeklerde daha belirgin olmak üzere, gelişimde gecikmeli giden bir çok çocuk var.
Bu biyolojik temelli ve dönemsel farklılıkların kilit rol oynadığı becerilere dayalı sınavlarla (SBS vb) çocukların eğitsel geleceği üzerinde belirleyici olacak kararlar almak ne kadar doğru?
Sınavların daha erken veya daha geç yaşlarda yapılması döneme özgü bu gelişimsel eşitsizliği kısmen de olsa telafi edecektir.
DEHB’li çocuklarda ise, bu açıklar daha da belirgin ve bir bölümünde sürekli nitelikte olduğundan ötürü, sınavlarda ve öğrenme ortamlarında zaman ve mekan kullanımı açısından dikkatteki yetmezlikler hesaba katılmalıdır.
Ülkemizdeki bazı sınavlarda ek süre ve ayrı mekan gibi olanakların tanınıyor olması bu yönde adımlardDEHB’si olan çocuklar düşünülerek sağlanabilecek (ihtiyaçların karşılanmasını eşitleme amaçlı) ‘ayrıcalık’lar, sadece o çocuklara değil herkese yarar getirecektir.
Küçük sınıflarda olmak,
Öğretmenle yakın mesafede ve temasta olma olanağı,
Çocuğun yük kaldırabildiği oranda ödev ve sınavların ‘doz’unun ayarlanması gibi…