Tuesday, October 29, 2013

Ruh sağlığı anlamını nasıl buldu? (90 yılda)



Ruh sağlığı anlamını nasıl buldu ?

(Hürriyet gazetesinin Cumhuriyet’in 90’ıncı yılı ekinde yayımlanmış yazı)

Ülkemizdeki insanların tek tek ve toplumun birer parçası olarak ruh sağlıklarının bu 90 yıl içindeki dökümünü yapmaya kalksak gözümüze en çok ne çarpar?
Ruh sağlığımız yerinde diyebilmemiz için hastalanmaksızın yaşamak yetmez ; çalışabilmek, üretebilmek, sevebilmek ve anlamlı ilişkiler kurabilmek lazım.
Kendini ruh sağlığı yerinde ve mutlu olarak tanımlayan kişiler, bu iyilik haline kaynaklık eden umut ve iyimserliklerini yaşadıkları zevk ve keyiflerden ziyade başkalarıyla kurdukları anlamlı ilişkilere ve başkaları için yapabildiklerine bağlıyorlar. Umutlu ve iyimser olanlarımız hayatlarımızın ruhumuzu altüst edici etkilerine daha dayanıklı.
Acıları ve sıkıntıları yaşamış kuşakların hayatta kalanları, dayanıklı olanları travma’nın insanı ‘geliştirici’ etkisi ile kazandıkları iyimserlik ve umudu hayatlarını yeniden kurarken eylemlerine yansıtırlar. Cumhuriyet’in ilk kuşağının bir başka devrin son kuşağı olması tesadüf müdür ?
Ülkemiz cumhuriyete geçtiğinde öncesinde ardarda yaşamış olduğu savaşlar, toplu kıyımlar, zoraki göçler ve milyonlarca ölüm ile karakterize uzun bir kayıplar döneminin büyük bölümü ‘tamamlanmıştı’.
Travmatik hayat değişiklikleri, çekilen ve çektirilen acılar kimimizde dayanıklılığı, umudu ve iyimserliği arttırırken, kimimizde düşmanca duyguları, kendine ve başkasına güvenmezliği körükler. Travmanın sarsıcı etkisinden iyimserlik çıkartabilmiş bir kesime örnek sağlık alanında çalışanlarda görülebilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki veremle ya da sıtma ile savaş için yürütülen sağlık seferberliğinde, dayanıklı olanların hayata nasıl dört elle sarılarak başkaları için çabaladıklarını görebilirsiniz.
Hayatta kimin daha çok acı çektiğini kıyaslamak zor olsa da, topluca acı çekilen olayların dönüştürücü etkisi daha büyük sayılabilir. Ikinci dünya savaşı sonrasında ruhsal alanda açılan yaraların iyileştirilmesi gereği Amerikan psikiyatrisinin gelişim hamlesini doğurmuştu. Türkiye’de cumhuriyet döneminin ruh sağlığı alanına etkisi olmuş acılarının listesini yapmak bu yazının işi değil ; ancak ülkemizde Cumhuriyet öncesindeki toplumsal travmaların ruhsal sonuçlarını tam kavrayamadan yola devam etmiş olduğumuz gibi, sonrasında başta 1980’lerden bu yana sürüp gitmiş savaş olmak üzere yaşananların iç dünyamızdaki etkilerini de (sanırım, siyasi/ideolojik saflaşmalarımızla ilişkileri güçlü olduğundan) henüz yeterince tahlil edip anlayamadık.
Böyle düşünürsek, 1999 depremlerini öncesindeki diğer büyük felaketlerden ayırd eden ülkemizde ruh sağlığı alanındaki sonuçlarının çok net olmasıdır. Herkesi ayrımsız etkileyen bu sarsıntı, insanımıza kendilerinin ve çocuklarının ruh sağlığını fark ettirdi.
Psikiyatri ve psikoloji alanlarının birer meslek ve bilim alanı olarak o güne dek görülmemiş bir anlam kazandığı bu felaket döneminde ruh sağlığının her yaş, sınıf, dil, din ve cinsiyet için bir ihtiyaç olduğu tartışmasız olarak ortaya çıktı. Cumhuriyet döneminin en büyük felaketi onbinlerce canı alırken milyonlarca hayatta kayıpların yarattığı duygularla derin bir iz bıraktı. Devlete olan güven duygusunun sarsılması, umduğu desteği alamamanın ve güçsüzlüğe tanık olmanın verdiği hayal kırıklığı bir yanda, hem birey hem de topluluk olarak kendi gücünü fark edişi, dayanışmanın ve başkaları için bir şey yapabilmenin mutlu ediciliği diğer yanda bir dönemdi. Geride bıraktık diyemeyeceğimiz kadar yakın bir geçmişteki 1999 depremleri felaketinin sonrasında toplumsal dokunun çözülüp yeniden dokunmaya başlamasının öncüllerini insanların hayatında tek tek gördük. Birey o zamana kadar güvenilir bildiği yapıların kofluğunu görünce, güvenme ihtiyacını ya iyimserliğini kazanarak kendi gücünde ve başkalarıyla dayanışma ve işbirliğinde, ya da karamsarlığına teslim olarak gücünden gönüllü vazgeçtiği kaderci yaklaşımlarda karşıladı.


babalar nasıl sever



Babalar nasıl sever?
Anneler cepte keklik. Biz babaların duyguları bir hoş, değişkeniz çocuklarımıza karşı. Şimdi konuyu "canım, biz çocuklarımızı sevmiyor muyuz"a çekmeyelim. Seviş tarzımız da bir hoş, kendimize özgü. Bir kere, (babalar olarak) annelere göre daha şartlı-şurtluyuz. Ne yaparsak yapalım, bizi kayıtsız şartsız seven ve bunu da az önceki deneyde olduğu gibi gözlerinden şıp diye okuduğumuz annelerimizin sevgisi, âdetâ, "cepte keklik."
Babanın beklentileri. Biz babaysak eğer, çocuğumuzun sevgimizi hakedecek şeyler yapması, sevgimizi bir tür kazanması gerekiyor. Doğru-yanlış olarak söylemiyorum, bir durum saptaması bu... Belli ölçütlerimiz, beklentilerimiz var. Bunlara uyulmasını bekliyoruz. Beklentilerimize uyan çocuklar, gözbebeğimiz olup, gözümüze giriyorlar. Uymayan âsiler ise, gözbebeğimize girmek için önerilen yollar dışında yolları tuttuklarında, sevgiyi kazanmaktan vazgeçtiklerini sanmayın. Bize en çok direnen, bizimle en çok mücadele eden isyankâr ya da "hayırsız" çocuklar bile, belki de en çok onlar, bir tür "kutsanma" beklentisi içinde, alamadıkları bir sevgiyi (babanın onayını) almak için onca yıl isyan ediyorlar.
Babam beni sevmiş miydi? Çocuk olarak, kendimizi babamıza sevdirebildiysek, daha doğrusu, o bize sevgisini hissettirebildiyse, işimiz daha kolay. Hayatla didişmemizin bile daha yumuşamasını bekleyebiliriz. Çocuğumuza onu sevdiğimizi hissettirmemiz de aynı ölçüde kolaylaşacak. “Yok, ben o sevgiye ulaşamadım”, diyebilirsiniz. Ulaşmak için çaba harcamış olduğunuz günleri hatırlayamayacak kadar iyice gerilere itmiş de olabilirsiniz. "Zaten onun sevgisini elde etmeyi de reddetmiştim, âsiydim, radikaldim" de diyebilirsiniz.
Gözünden tanırsınız. Ama, zihninizde şöyle bir dönüp geriyi düşündüğünüzde, bu günkü aklınızla baktığınızda, hele artık babaysanız, babanızın sevgisinin kanıtlarını bulabilirsiniz. Geçmiş yıllarda görüp de, babalık sevgisiyle o sıralar pek ilişkilendiremediğiniz davranışları, şıp diye gözünden tanıyacağınıza bahse girebilirim.
Oksitosin konusuna gelince, erkeklerde oksitosin'İn bağlanma kalitesi ve derinliği ile doğru orantılı olduğunu belirteyim. süt ya da rahim dışındaki etkilerin geçerliliğini düşündüren bu bulgu erkeklerde çocuk dışındaki yakınlıklarda oksitosinin rolünün ne olduğu sorusunu da getiriyor.

Friday, October 11, 2013

Babamın Küçük Okuyucusu


Babamın Küçük Okuyucusu



Her baba gibi ben de bir zamanlar çocuktum. Benim babam da hep sevdiğim, arada kızdığım veya çekindiğim, hayran olduğum sonra küçümsediğim sonra tekrar hayran olduğum bir insandı. Babam çocukken geçirdiği bir hastalık görme duyusunu yok ettiği için kördü. Gözleri bir ışık bile sezemiyor, hiç bir şey görmüyordu.
Babam okumayı çok severdi. Kitaplarının bir kısmı körlere özel kabartma yazı ile basılmıştı, elleriyle dokunarak okurdu. Kabartma yazı ile basılmamış, dokunarak okunamayacak olan gazeteleri, Türkçe kitapları, dergi makalelerini, mesleği gereği okuyacağı kanunları ise okuyamıyordu. Yazıları bir başkasının ona sesli okuması gerekiyordu.
Okuma yazmayı öğrenir öğrenmez bu görevi ben üstlendim. Genellikle zevksiz bulduğum, sıkıcı metinleri bir yandan esneyerek ağır ağır okurken babam bazı cümleleri tekrarlatır, arada atladığım paragrafları fark edip geriye döndürtür, kelimeleri doğru telaffuz etmem için bana yardım ederdi. Bir çocuğun pek okumayacağı cinsten zor metinler okumayı bazen çok zor bulurdum.
O yıllarda solcu gazeteler sayılan Cumhuriyet ve Akşam gazetelerinin sayfalarında Vietnam diye bir ülkeye Amerikan ordusunun saldırmış olduğunu, Paris’te öğrencilerin düzene karşı ayaklandıklarını babama okurken ben de öğrenmiş oluyordum. Başta pek anlamlı gelmeyen bu bilgiler üstüste biriktikçe dünyaya başka türlü bakmaya başladım. Okuldaki diğer arkadaşlarımın sinemalarda alkışladığı Amerikan askerlerinin karşısında kim savaşıyorsa onu tutuyordum. Bunlar genellikle çirkin ve kötü giyimli kişilerdiler. Her filmin sonunda kaybediyorlardı. ‘Ama bu haksızlık’ diye düşünmüştüm.
Paris’in Fransa’da olduğunu da babama okuduğum gazetelerden öğrenmiştim. Kaldırım taşlarını söküp polislere atmalarını biraz ayıplamıştım. Babam da zaten ‘şiddete karşıyız’ diyordu.
Aynı yıl, Çekoslovakya denen ülkeyi Sovyetler Birliği denen (bir biçimde sempati duyduğum, ama beni zorbalığıyla hayal kırıklığına uğratan) daha büyük ülkenin işgal ettiğini gazetede gördüm. ‘Güçlüler hep güçsüzleri yenecek mi’, diye babama sormuştum. Artık güçlüleri tutsam belki daha rahat edecektim.
Babam, ‘o zaman güçsüzler ne yapacak, sen desteklemezsen’, dedi. Benim desteğimle mi olacaktı ? Babam, ‘gazete okuduğunda nasıl bana destek oluyorsan, başka yerlerde de başka yardıma ihtiyacı olanlara destek olabilirsin,’ diye cevap verdi.
Şimdi, okumayı öğreneli tam 48 yıl oldu. O yıllarda babama görev gereği yüksek sesle okuduklarımdan öğrendiğim kelimeleri, bilgileri kullanmaya devam ediyorum. O yıllarda edindiğim bakış açısını da… Daha önemlisi, çocukken zor kitapları ve yazıları babam duysun diye okuya okuya, zor metin okumaya alışmışım. O sırada, 7-8 yaşlarında bir çocukken kitap okurken sıkılıyordum. Şimdi kitap okumasam sıkılıyorum.
Babamın küçükken başına gelen olumsuz olayla gözlerini kaybetmesi benim kitap kurdu olmamı, bir sürü şeyi öğrenmemi sağladı. Olumsuz bir olay bile hayatımızda olumlu etkiler yapabiliyor. Biraz sıkılsak da.
Babam dede olduğu yıllarda, kendisine okuyucu bulamayacak görme özürlüler için bir kitaplık kurdu (www.turgok.org). O kitaplıkta körler için kabartma yazıyla basılmış kitaplar ödünç veriliyor. Babasının gözleri görmeyen çocuklar kime kitap okuyacaklar, diye düşündüm geçenlerde.