Sunday, July 19, 2009

kitap gazetede

son kitabımın (yayıncının beklediğinden daha çok kişi tarafından) okunuyor olmasına seviniyorum. tanıdığım, rastladığım kim var ise bir biçimde haberdar olmuş. galiba fazlasıyla agresif e-marketing yaptım; şikayet eden pek yok şimdilik ama...
önceki 2 kitabımın gidişatı kitabın varlığının duyulması için gazete ya da televizyonda "tavsiye edilmesinin" şart olmadığını gösterdiyse de, "bahsedilmek" hoş olabilir :) posterler, afişler derseniz, onlardan sonraki dönemde özel bir kımıldama olmadıydı. en önemlisi, sadık okurlar. merak eden, paylaşan... sadık kitapçıların hakkını da yememeliyim, özellikle istanbuldaki remzilerde biraz torpil mi yapıyorlar acaba?
üstelik, yayınevi epey bir insana protokol gönderimi yapıyor. okurların ya da tanıdıkların çoğu, bu anlamda basın nezdinde bir tür ayrıcalığım olacağını (yılda 1,2 programda yer almama rağmen devamlı televizyonda olduğumu düşünmeleri gibi) varsayıyorlar. ikibuçuk yıl önce büyük gazetelerden birisinin yayın kurulu toplantısında, kitabımın tanıtımına yer vermeme kararı alındığını duyduğumda, (bana fısıldandığında), olayı gazetede sözü geçen kişilerden birisine ayaküzeri anlatmıştım. açıkçası, elimde kanıtı olmayan bir iddiayı başka birisine anlatmanın dertleşmekten öte bir maksadı yoktu. ama tanıdık kişi, kitap hakkında yayın yapmasak diyen kişiye bunu aktarınca, o da hem inkar etmiş, hem de bana yalan söylediğimi söyleyen bir mesaj yazmıştı. ben de kanıtsız bir laf etmenin cezasını özür dilemek zorunda kalarak çekmiştim.
geçen yıl aynı gazetenin röportajcı bir yazarının uzaklardan yalvar yakar röportaj randevusundan son dakikada vazgeçmesinin bağımsız bir sebebi olsa gerekti. yine fısıltıya bakılırsa, birden röportajın "seksapeli" kaybolmuştu.
bu hikayeleri daha önceki bloglardan birisinde de yazmıştım; şimdi nereden çıktı demeyin lütfen. önümüzdeki dönem hangi kitapları yazacağıma kafa yormaktayım; bir omnibus mı (sağda solda bölük pörçük yazdığım söylediğim şeyleri anlamlı bir bütüne) dönüştürmek mi, doktorluk pratiğinden hem doktor ve psikologlara hem de başvuranlara dönük bir kitap çıkartmak mı, çizgili ve eğlenceli bir kitap daha yapmak mı, aile şirketleri kitapçığını bir kitaba dönüştürmek mi, dikkat eksikliği ve otizm problemlerinden öğrendiklerimizin tanı konmamış, pratikte "normal" yetişkinlerin hayatına olumlu katkısı olmasını sağlayacak bir elkitabı yazmak mı? okuma-yazma konusunda iştahlı olan birisi olarak, hepsi.
Hangisinden başlasam, esas soru bu?

ıssızlığın sesi

tatil yerlerinde, beach clublarda ya da ıssız sahillerdeki pansiyonlarda, müzik çalma merakı nasıl başladı acaba? kimsenin olmadığı bir lokantaya girersiniz; miskince oturan garsonların sizi oturttuktan sonra, hatta daha oturtmadan önce yapacakları ilk iş, gidip müziği açmaktır. bu seyretmekte oldukları televizyonun sesini kısmak pahasına yaptıklarına bakılırsa, servisin bir parçası olarak görmemiz beklenir. plajda sırtüstü uzanıp, uyuklamak isterseniz, müzik sesi elvermez. özenle seçilmiş ve günün her saatinde aynı ritm üzerinden çalınan parçalar sessizlikle başbaşa kalmanıza izin vermeyecektir.
sessizlikte tahammül edemediğimiz ne var? yalnızlığımızı, tek başınalığımızı hissettiren bir şeyler mi? boş bir an, hiç bir şey duymadan, hiç bir şey görmeden geçirebildiği boş bir an olduğunda "ölüyorum" sananlara ne oluyor? sessizlik, tıpkı ıssızlık gibi tek başına kalmanın bir işareti mi sayılıyor? mutlak bir tek başınalığın ? evin içinde bir ses olsun diye açılan radyolar, televizyonlar bizi ölümlülük düşüncesinin verdiği sıkıntıdan kurtarıyor.
tıpkı asansörlerde, yalnızlığımızı unutturmak için çaldıkları "elevator music" gibi. yalnızlık ve tek başınalığı eşanlamlı kullanmamalıyım, ama anlam ayrıştırmasını başka zaman yaparım.

Tuesday, July 07, 2009

rekabet adaleti

sbs ya da özel okullar gibi bazen adlarını bile karıştırdığımız sınavların kendisi bitip, sonuçları açıklandıkça, yakınımda uzağımdaki bir çok çocuğun, kendiminki dahil, hayatının şöyle bir dalgalandığını görmek garip hissettiriyor. bu tarz sınavlar için dersanelerin bile olmadığı bir zamandan kalma bir adam olarak, rekabetin boyutunu anlamam çok uzun zaman aldı. sınavların kazanılmasına ve kazanılan okullarda başarılı olunmasına dayalı bir tür "oligarşik" sistem olduğunu düşünmeye başlamamın sebebi ise, "başarılı" sayılan okullara ve ötesindeki meslek ve işlere doğru tırmanışın nüfusun küçük bir bölümüne sınırlı olduğunu görmem oldu. bildiğim, ama daha ziyade slogan düzeyinde bildiğim ve dolayısıyla tam kavrayamamış olduğum, bu gerçek, bugüne kadar sağladığımı düşündüğüm her türlü akademik ve mesleki başarının tadını kaçırdı. rekabet ya da yarışmadan ziyade eleyicilik ağırlıklı bir işleyişin içinde, başkalarını geride bırakarak değil, sistemin dışına iterek kazanmak hissi çok ağır gelebilir.
bu paragrafın güncel bir anlamı var mı? çocuklarımın sınavlara giriyor ve bu sınavın (ve içinde yer aldığı eğitsel işleyişin) adaletsizliğinden bir biçimde yararlananlar tarafında yer alıyor olmalarının bende uyandırdığı çelişki.