Friday, May 25, 2012

A'dan Z'ye zorbalık


A’dan Z’ye zorbalık: Mitt Romney’den mülhem

Masumiyet çocukların hayatından ne zaman çıkıp gider? Baştan beri var mıdır ki, demek belki daha doğru ama, genelgeçer inançlarla çatışmayı başka zamana erteleyip, soruyu şöyle sorayım: Çocukların düşündüğümüz kadar masum olmadıklarını düşünmeye ne zaman başlarız?
Herkes kendi masumiyetini bir incelese, hayatında bir başkasına, ama kendinden zayıf birisine ilk tekmeyi ya da taşı attığı günü arayıp bulsa, kendi masumiyetinin çıkıp gittiğini hissetmiş olduğunu da hatırlayacak mıdır? Tekme ya da taş atmadınız, o zaman aşağılayıcı bir bakış fırlattığınız günü hatırlayın.
1970 yılında sınavla girilen okullardan birisinin (ben okurken adı başkaydı, sonradan MC hükümetlerinin önemli bir icraatı olarak adı ve kısmen de kaderi değişti) orta kısım öğrencisiydim.  Okulun ilk gününde sınıftaki erkek çocuklar arasında yayılan bir söylentinin konusu haince bir merakla bahsedilen bir başka çocuktu.
Koridorun başındaki sınıfın iki senelik öğrencisi Z çok kötü kokuyormuş, üstü başı kirliymiş, pantolonunun paçası sökük, gömleğinin yakası yağlı imiş. Derste teneffüste devamlı vücudunun sağını solunu oynatıp, gidip ona dokunduğunuzda ağır küfürler savurup peşinizden koşturuyormuş. Haberi alan yan sınıfa gidip Z’nin söylendiği gibi olup olmadığını ‘test’ ediyor, Z çılgına dönmüş bir şekilde oradan oraya koştururken, çocukların dördü beşi bir olup onu itip yere düşürdüğünde onların peşine düşüyordu.
Meşhur müstahdem S.K. (kafasının biçimi burada adını anamayacağım bir vücut parçasına benzetilerek üretilmiş takma adı Z’nin sonradan idrak edeceğimiz küfürbaz mizahının ürünüydü) ise elinde süpürge ile ‘bırakın ‘lan çocuğu’ diye yetişene kadar durum devam ediyor, az sonra zil çalıyor, hepimiz sınıfımıza dönüyorduk.
Z’ye doğrudan saldıran ya da küfredip tahrik edenler arasında değildim; ama düşürüldüğü duruma gülüyor, gülmüş olmamdan duyduğum rahatsızlığı ise onun ‘ezikliği ve salaklığı’na bağlayıp, kendisine yapılanlara karşı koyamadığı ve niye bu kadar anormal olduğu için Z’ye hınçlanıyordum.
Zorba elini kirletmez. Z’ye saldırıları köşesinden organize eden A ise, Z’ye elini bile sürmemiş, sadece liderlik yapmıştı. Kimsenin otoritesini sorgulamaya cesaret edemediği, öğretmenlerin sevmeseler bile pek tuttuğu, dersleri fazla parlak olmasa da öyleymiş gibi olan bu çocuk büyüdüğünde ‘tepe yöneticisi’ koltuğuna hepimizden önce tırmanmayı becerdi; başarıları ile o zamanki sınıf arkadaşlarının göğsünü kabartırken yakınlarına iş bulmak, küçük borçlar vermek, tutunamamışların elinden tutmak gibi himmetleriyle gönüllere taht kurdu. Taht kurduğunuzda, başkalarına yukarıdan bakmaya devam edersiniz; statünüz gönüllerin sultanı olarak ‘yüksek’ten devam eder.
Okul yıllarındaki statü farklarının yıllar içinde devam ettiğini görmek beni hep hayrete düşürmüştür. Havalılar, inekler, serseriler, artistler, enteller, faşistler vb gibi ayrımları aşıp geçen ‘statü’ her grubun içinde bir üst-alt ayrımı yaratarak dikey bir tabakalanma oluşturur. Hepimiz kardeşizdir, ama bazılarımıza ‘abi’ ya da ‘abla’ denir.
A’nın Z’ye dönük örgütlediği zorbalığın adının zorbalık olduğunu bilmesem de, seyircisi kaldığım için bile ortağı olduğum eylemin ağırlığını hissetmiş olduğumu Z ile yıllar sonra karşılaştığımda anladım. Z çocuğunu elinden tutup ‘bu ağzını burnunu oynatıyor tıpkı benim gibi’ diye çıkıp gelmiş, kendi yaşadıklarının tekrarından korkusunu açıkça söylemişti. Ona zorbalık yapanlar arasında beni sayıp saymadığını soramadım; bana (doktor olarak) güvenip gelmesini ‘belleği beni zorbalar listesine kaydetmemiş’ diye avuntu yapıp, sustum.

Zorbalık, kendinden daha zayıf olana dönük her tür ‘şiddet’i içerir. Kurban ile zorba arasındaki güç asimetrisi (cüsse, sayı, para, mevki gibi) şiddetin iki arkadaşın dövüşmesindeki ya da küsüşmesindeki şiddetten ayrımını yapmamızı sağlar. Saldırıya uğrayan, dışlanan, hakkında laf çıkartılan, yıldırılmaya çalışılan bir biçimde zayıf sayılmasına yol açan bir özellik taşır: azınlık, şişman, özürlü, ufaktefek, düztaban, gözlüklü, çabuk kızan, durgun-donuk, kaygılı, nasıl konuşacağını bilemeyen ya da herhangi bir ruhsal bozukluğu olan bir çocuk zorbaların gözüne ilk kestirdiği olur. Özellikle sosyal iletişim becerisi pek kuvvetli olmayan, başkalarının davranışlarındaki nüansları iyi okuyamayadıkları için davranışlarını ayarlayamayan çocuklar başlarına gelen zorbalık sonucunda iyice kırılganlaşır. Ruh sağlıkları daha da bozulur. Kurbanlıktan çıkışı zorbalara katılmakta bulanlar ise, kendilerini tam anlamda kurtarmış olmazlar. Zorbalık statüsü kazansalar bile, ‘sonradan’lığın verdiği eğretilikten midir, geçmişlerini (‘ezik’) kimse bilmese bile kendileri unutamadıkları için midir bilmem, ruh sağlığı problemlerini kurbanlardan daha şiddetli yaşarlar.
Zorbalara sonra ne olur? Zorbalarda bir ruh sağlığı problemi herkesten daha fazla, daha yüksek bir oranda görülmez. Acımasızlık bir hastalık değildir. Kısacası, ‘hasta’ değillerdir; hasta ederler. Ellerini silip, sıyrılır çıkarlar.
ABD’deki Cumhuriyetçi başkan adayı Mitt Romney’nin 1965 yılında mezun olduğu Cranbrook lisesindeki ‘eşcinsel görünüşlü’ sınıf arkadaşına yaptıkları Mayıs başında ortaya dökülünce ‘belki de o kadar kolay çıkamazlar’ diye düşündüm.
Romney saçlarına sarartıcı sürdüğü ve kakülünü gözünün önüne düşürdüğü için John Lauber hakkında ‘onu bu okulda böyle gezdirmeyiz’ hükmüne varmıştı. Liderlik ettiği dört kişilik grupla beraber üzerine çullandıkları John yıllar sonra grupta yer alanlardan birisiyle karşılaştığında o gün yaşadığı dehşeti hep içinde hissettiğini söyler. Grubun Romney dışındaki üyeleri de (The New Yorker’da Amy Davidson’ın 10.5.2012 yazısında) şimdi geriye dönüp baktıklarında arkadaşlarını düşürdükleri durumun ne kadar berbat olduğunu ve bu yaptıklarını yıllar boyu bir ayıp olarak yaşadıklarını anlatırlar. Romney ise olayı önce hatırlamaz, en azından öyle görünür; sonra bir ‘şaka’ (ingilizce’de küçük düşürücü şakalar için kullanılan prank) olduğunu söyler. ‘Olur böyle şeyler’, özür dileriz, geçer, ‘n’olmuş yani’. Tanıdık değil mi?
Z’nin zorbası A’da olduğu gibi ‘yüksek statü’dedir; babası eyalet valisi, kendisi şimdiki Başkan adayıdır.

Zayıflara babalık ya da abilik eder, sadaka verir; himmet gösterir.
Ama, eşit ilişkiden anlamaz.
Itaat eder ya da emreder, hükmeder.
Peşine düşenlerin masumiyetini de alır götürür.


karıncaları ezmek: zorbalık bir kez daha


Karıncaları ezmek
(2010)
Okulda her ders arasında hangi takıma alınmayacağı tartışılan (ama futbol oynama arzusundan da vazgeçmeyen) küçük çocuk, topa nasıl olup da vuramadığını hep bir olup suratına haykıran sınıf arkadaşlarının tiksintili öfkesinden nereye kaçacağını şaşırdığı günlerden birisinde defterine “kendimi karınca gibi hissediyorum” diye yazdı. Yazdığı notu okuyan babası, şaşkın kızgınlığını bir kenara atmayı her nasılsa başararak, “nasıl bir karınca?” olmak istediğini sordu. “Zehirli bir karınca olmak isterim. Beni yemek isteyenleri zehirlerim”.
Ekim başında İstanbul’da düzenlenen “okul ruh sağlığı sempozyumu”nda (bkz. www.prep.com.tr) okulda şiddet teması çerçevesinde bir çok konu ele alındı. Sempozyumda okulların psikolojik danışmanlık birimlerinin şiddeti önlemeye dönük projelerini sergiledikleri forumlar, Türkiye ve başka ülkelerden çocuk ve ergen psikiyatrisi ve psikoloji alanından uzmanların yaptığı konuşma ve çalışma grupları yer aldı. Basitçe “Zorbalık” diye Türkçe’ye çevirebileceğimiz “bullying” üzerine olan konuşmaları yapan Young Shin Kim ve Bennett Leventhal’in Kore ve ABD’de yürüttükleri araştırmalarına dayanarak hazırladıkları seminerlerinde birkaç nokta ön plana çıktı: 1. Zorbalığa uğrayanlar, sonradan başkalarını ezerek durumu toparlıyor gözükseler de, ruh sağlıklarındaki bozulma pek değişmiyor. 2. Zorbalık yapanların herhangi bir tanımlanabilir ruhsal bozukluğu yok; diğer bir deyişle, psikolojik durumlarını zorbalıklarının bir mazereti sayamıyoruz. 3. Tek şartla, daha önce zorbalığa uğradıklarını biliyorsak, bu bir açıklama olabilir.
Burada zorbalık nedir, kavram üzerinde bir sözbirliği oluşturalım: ortada bir güç dengesizliği olması şart. Yaşça, cüssece, toplumsal statüce veya sayıca üstün bir kişi ya da grubun, kendisinden daha zayıf olana yaptığı her türlü zorlama ve aşağılama, zorbalık olarak kabul edilebilir.
Konuyu kabullenmek istemeyen birisinin yapacağı itiraz şu olabilir: “Çocuklar birbirine kötü davranabilirler. Şişko ya da gerzek gibi sıfatlarla aşağılayabilir, birbirlerini itip kakabilirler. Size hiç olmadı mı, ya da siz hiç yapmadınız mı? bırakalım, çocuklar kendi aralarında halletsinler, özgürce...” kendi aralarında (büyükler karışmadan) ve özgürce terimlerinin ilavesi bu ifadeyi itiraz edilemez kılabilir, en azından başlangıçta. Özgür olmanın sorumsuzluk ile sıkça karıştırıldığı bir kültürde, özgürlüğün 1930’ların faşistlerinin dilinde de pek yaygın olmasını hatırlatmak ne işe yarar? (“Arbeit macht frei”, üstelik bunda hem emek/çalışmak hem özgür kelimeleri var)...
Zorbaca davranışların ve tutumların, birbirine denk çocuklar arasındaki itişme kakışmaların veya laf atmaların ötesinde olduğunu belirteyim. Güç dengesizliğinin belirleyici bir önemi olan durumlarda, yetişkinlerin güçsüz olanı korumak gibi bir sorumluluğu doğduğunu yadsımak kolay... Okulların bazılarında güçlünün güçsüzü ezmesini doğallaştıran yaklaşımların dayanak noktalarından birisi (“özgür bırakalım”, “bunlar çocuk”,”olur böyle şeyler” ya da, “kendileri halletsin” tutmadığında) zorbalığa uğrayanın bir biçimde bunu hak ettiği, hak edecek tahrik edici davranışlarda bulunduğu oluyor.
Bu açıklamanın bir tür gerçeklik payı taşıdığını söyleyebilirim; zorbalığa uğrayan çocukların bir kısmı ya farklı, ürkek, tutuk çocuklar, ya da, görünüşte aktif ve agresif, bazen takıntılı ya da asabi, ama bu davranışlarını kontrol edemediği, bir plan ya da kasıt ile hareket etmediği aşikar olanlar. Çok kişinin antipatik bulabileceği, “ama o da öyle olmasaydı, ya da öyle davranmasaydı” diyeceği çocuklar.
Böyle olmalarının başkalarına onlara efelenme ya da onları ezme hakkı verdiği söylenebilir mi? Herkesin devamlı “hassasiyetler”den, “kendi kutsalına” dokunulmaması gereğinden ( “başkalarınınkine dokunulabilir” olarak okuyabiliriz) söz edip, saldırganlığına bunu mazeret kıldığı bir ortamda, okul çağındaki güçsüz, azınlıkta, hatta tek başına olan çocukların ezilmesine, hoyratça bile değil gaddarca kötü muamele görmesine ses çıkartmak dolaysız zorbalığa uğramasanız bile dışlanmanız için bir sebep olabilir.
Çevreye şöyle baksanız, okullarda ya da toplumun bir çok kesiminde, benim zorba diye tanımlayabileceğim davranışları sergileyenlerin genellikle okulun ya da ülkenin “gurur duyduğu”  kişiler sayıldığını görebilirsiniz. Güçsüz, garip ve azınlıkta/yalnız olanların neden öyle olduklarının, ve öyle olmalarının neden çoğumuzun otomatik olarak sinirine dokunduklarının değerlendirmesini başka bir yazıda yapalım. Ama,  hangi noktada olduğumuzu bilsek iyi olmaz mı? “Bizde olmaz” diye başlayan yiğitlik söylemini bir kenara bırakıp, zorbalığa hayatımızda meşru bir yer açıp açmadığımızı irdeleyerek noktamızı aramaya başlayabiliriz. Karıncaları ezmeye devam etmek istemiyorsak...









zorbalık nedir?


Zorbalık nedir?
Okullarda zorbalık: sayıca ve kuvvetçe ‘üstün’ çocukların daha zayıf ve azınlıktaki çocukları aşağılaması ve hırpalaması. Aşağılananlar genelde bir sebeple çoğunluğa uy-a-mayanlar (şişman, inek, ‘kız gibi’, hiperaktif, fazla zeki, aşırı duygusal, hırçın gibi özelliklerle tanımlanıyorlar).
Yöneticiler ve öğretmenlerin zorbalığa meydan bazen de cüret veren müsamahakar sözleri: ‘olabilir, sen de kendini savun’ ya da ‘sen de arkadaşlarını tahrik etme ama’ (toplumsal hassasiyet konusunun tomurcukları).
Tehdit unsuru. Bir öğretmen dördüncü sınıfların haşarı çocuğunu tehdit unsuru olarak tanımlıyor. Tehdit? Bir çocuğu ya da insanı tanımlarken kullandığımız kelimeler ona nasıl bir yaklaşım gösterdiğimizi ve göstereceğimizi yansıtır. Tehdit olarak algılanan çocuktan ne bekleyebiliriz? Tanıma uymaktan başka yol bırakır mıyız?
Türkiye siyaseti. Ülkedeki gerilimleri ve düşmanlıkları anlamak için okul binasına girip çevreye bakmak yetiyor. Üstelik bu dışlayıcı ve baskılayıcı yaklaşımlar (kaynak olarak) siyasi görüş ayırdetmeksizin bir yaygınlık gösteriyor.

Tuesday, May 22, 2012

Haydi Barışın


Tatsızlık ya da çatışma sevmezlik özelliği toplumumuzu bazı konularda problemleri yok sayma, problem yokmuş gibi davranma eylemini daha çok körüklüyor. Örneğin, okullarda ya da mahallede arası bozuk çocukları ‘’haydi haydi barışın yok bir şey’’ diyerek barıştırmaya çalışmak aslında bir sonraki çatışmaya kadar zaman kazanmayı, meselenin özüyle uğraşmadan meseleyi halletmiş gibi yapmayı doğuruyor. 

''problem yok' demekle problemin yok edilemeyeceği apaçık ama görünmeyen gerçeklerden.

baltalar elimizde


Baltalar elimizde
Silah teslim masaları ülkemizin havaalanlarının enteresan köşelerinden birisini oluşturur. Silah bulundurma veya taşıma ruhsatı alanların sayısı hakkında dolaylı da olsa bir fikir veren bu köşelerde birikmiş kalabalıklar ülkemizdeki güvenliğe ilişkin kaygılarım iki yönden arttırır.
Birincisi, devamlı can güvenliğini tehdit altında hisseden, güvenliklerini kendileri sağlamak zorunda kalan, bu sebeple nereye giderse gitsin cebinde silahını bulundurma ihtiyacı duyan insanların çokluğu ile ülkemizdeki, şehrimizdeki güvenliğin varlığından şüpheye düşerim.
Ikincisi, başkalarının haklarını kendi arzularının önünde engel görenlerin çok sayıda olduğu bir dönemde, bunların bir de eli silahlı olması ve çevreye verebilecekleri zarardan ürkerim. Başkasının canına kastetmenin tek yolu ateşli silah olmasa da, tehlikeli biçimde araç kullananların çoğunluğunun aynı zamanda silahlı olmaları ihtimali yüksek.
‘Otomobille olmadı bari silahla olsun’cu bir kesimden nasıl korunacağımız üzerine ciddi kafa yormak lazım.

1 mayıs 77: ne oldu, ne olmuş olabilir?





1977 1 Mayıs’ına gitmeyip, pazartesi günkü sınava çalışmak bahanesiyle Ankara’daki okulumda kalmış olmayı hiç kendime yedirememiştim. Lise son sınıf öğrencisiydim. Hangi grubun pankartı altında katılacağım konusunda kararsızdım, kararımda yalnızdım. Gazetelerdeki resimlere baktığımda felaketlerin ardından hayatta kalanların hissettiği cinsten bir suçlulukla ‘ben neden orada değildim’ diye hayıflanmam epeyce sürdü.
Sol içindeki saçma sapan çatışmaların o dönemini merak edenler (eski dergilerden bulabildiğinize açıp bakın, ya da bu çatışmaların evrenselliğini, idealleri ve umutları tahrip ediciliğini anlamak için bir film, örneğin, Ken Loach’dan Ülke ve Özgürlük, seyredin); ama, Berktay’ın kendi tanıklığına dayanarak, kendi penceresinden gördüğüyle her şeyi açıklamaya kalkıştığında ulaştığı sonuç gibi, durum sol içindeki çatışmaların ürünü müydü? Buna cevap vermek için tek tek verileri ve olayları açıklayarak  ilerlemek ve bilinmezlerle bilinenleri ayırdetmek daha uygun olmaz mı?
Örneğin, su işleri binasının tepesindeki tomsonlularla kitleye ateş edenlerin aynı kişiler olup olmadığının bilinmiyor olması başka, katliamın sorumlusunun solcular olması başka. Solcuların kendi aralarında kanlı bıçaklı olması ve bunun provokasyonlar için zemin hazırladığını düşünmek başka, Taksim’deki katliamı planlamış ya da yapmış olduklarını iddia etmek başka…
Her beceriksizliğin bilerek ve planlı yapıldığını sanmak, insanların tek tek yetersizliklerinin bir çok trajik olayın kolaylaştırıcısı olabildiğini unutmak olayların sorumlularını ararken yapılan hataların bir kısımını oluşturuyor. Ancak son tartışmayı başlatan iddianın sebep sonuç mantığı beni iyice afallattı.

Sebep sonuç ilişkisi kurmak, insanların bebeklikten başlayarak dünyanın karmaşıklığını anlayabilmek için geliştirdikleri bir yeti. Örneğin, bir kapının birisi itince kapandığını gören çocuk, rüzgar estiğinde çarpan kapıyı kimin kapattığını anlamayınca, kapıyı kapatan kişiye ilişkin tahminlerde bulunmaya başlar. Tahmini daha önce kapıyı kapatanlarla sınırlıdır.
Görebildiklerinin ötesindeki sebepleri düşünebilmeye dört yaşını geçtikten sonra başlayan küçük çocuk, tahminlerini çeşitlendirirken hoşuna gitmeyen olayların gerçekleştiricisi rolünü sevmediklerine ya da kıskandıklarına yakıştırmaya başlar. Kırılan vazoyu mutlaka kardeşi kırmıştır; görmese de öyledir. Görmüş gibi hisseder. Hissettiğine de inanır.
Benzetmek gibi olmasın ama 1 Mayıs’ı solcuların yaptığı iddiasındaki bu ilişkilendirme yönteminin çağrıştırdığı bir başka düşünme tarzını ‘Sivas olayları’na Aziz Nesin’in konuşmasının yol açtığını öne süren bir milletvekilinin sözlerinde yakın zamanda görmüştük.
Bilimsel yöntem, hissedilenle ya da öyleymiş gibi gelenle yetinen bebek ya da çocuğun düşünce mekanizmasının ötesine geçebilmek, verilere dayalı kanaati diğer iddialardan ayırır.
1 Mayıs 1977 ve parçası olduğu döneminde yaşananların benim yazı amacımın dışındaki sosyal ve politik sonuçları, değişik düzeylerde anlaşılması ve aşılması sadece sol düşüncedekilerin ihtiyacı değil; ‘ne oldu, ne yaptık, bize onlara ne oldu?’ sorusunu bugünden bakarak sormak bugün yaşadıklarımızın herkesçe anlaşılması için de gerekli.
linkini verdiğim iki yazı konuyu iyi derlemişler diye düşündüm.

http://t24.com.tr/haber/berktayin-uslubu-muhataplarini-tartismaya-cekecek-nitelikten-uzak/203474 (M sancar)
http://t24.com.tr/yazi/1-mayis-1977-bagciyi-dovmenin-yeni-gerekcesi/5107    (R Akar) 



(fırsat ve tanıklıktan öte biraz bilgi bulunca, 9 Mayıs 1979 ile devam etmek üzere)

Thursday, May 03, 2012

www.Bilimania.com Gültekin Yazgan hk sorularına yanıt


-        11 yaşında geçirdiği bir kaza sonucu görme yetisini kaybeden Gültekin Yazgan, ülkemize Altı Nokta Körler Derneği’ni, TÜRGÖK (Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı) Derneği’ni ve umudunu yavaş yavaş yitiren tüm görme engelli insanlara umut verecek “Kör Uçuş” adlı kitabı kazandırmış; Türkiye’nin ‘fark yaratan’ kişilerinden biridir. Ancak Gültekin Yazgan’ın bilmediğimiz yönleri nelerdir?   
Babam kitabının ilk taslağını bitirdiğinde kitap daha ziyade körlerle ilgili yapılanları ya da yapılabilecekleri tanımlayan bir el kitabı gibiydi. Kendi öyküsünü anlatmasını, yaşamının ayrıntıları üzerinden hem körlere dönük fikirlerini hem de sürecin tarihsel seyrini anlatmasını önerdiğimde, ‘insanlar beni bilip de ne yapacaklar?’ diye yanıtladı. Gültekin Yazgan’ın kendisinin başardıklarına, ortaya koyduklarına hiç şaşırmayan yanı, alçakgönüllülükten öte bir aşkınlık taşıyordu. Babamın hayatta yarattığı farka hiç hayret etmemiş olmama şimdi şaşırsam da, o sırada onun kendine bakışının etkisi altında kalmış olmamdan başka bir açıklama düşünemiyorum. Bu özelliğinin körlük ile doğrudan bir ilgisi yok; daha ziyade onun kişilğinin ve hayat karşısındaki felsefi duruşunun bir ürünü. Kör Uçuş’a ilişkin üslup değişikliği önerilerimi düşündükten sonra ve ancak  başkalarına yararlı olacağına inandığında, kendinden ve hayatının ‘kişisel’ ayrıntılarından söz etmeyi kabul etti.

-        Gültekin Yazgan inanılmaz bir öngörü ve özveriyle, tüm zorluklara göğüs gererek, hem kendi yaşamını hem de kendisi  gibi görme yetisini yitirmiş insanlara yardımcı olabilmek için, ileriye dönük tasarımlar üretmiş ve bunların gerçekleşebilmesi amacıyla gecesini gündüzüne katarak var gücüyle çalışmış yılmadan girişimlerde bulunmuş ender kişilerden biridir. Oysa, ülkemizde onun gibi görme engellilerin çoğu, ne yazık ki  savaşmak yerine ellerinden birşey gelmeyeceğini düşünüp, toplum içine çıkmaya bile korkarak,  içlerine kapanıyorlar. Gültekin Yazgan, bu duyguyu nasıl aşabildi ve arkasında bıraktığı bunca yapıtın gerçekleşmesindeki  gücü nereden buldu?
-        Bu çalışmaların babam Gültekin Yazgan’ı  çok yorduğunu sanmıyorum. Bir başka deyişle, bir çok kişi için yorucu olabilecek ya da zor gelebilecek bu girişimleri hem amaçlarına inandığı, hem de amaçlarına erişmek için yöntemler geliştirebilen birisi olduğu için o fazla zorlanmadan yaptı. Tam tersi, bir çok zorlayıcı durumda yapılması gerekeni yapmaktan bir keyif aldığını gördüğümü belirtmeliyim. Gücünü amaçlarına olan inancından alıyordu. İnancını paylaşan eşi ve arkadaşlarının varlığı ile amacına yürümesi ona pek zor gelmedi.

-        Gültekin Yazgan bir söyleşinde ilkelerinden birinin “fırsatları iyi kullanmak, hayale kapılmadan, olmadık şeylerin peşine düşmeden, eldeki olanakları  iyi kullanmak ve o mevcut koşulları değerlendirmek” olduğunu şöylemiş. Türkiye’nin bundan 60-70 yıl önceki koşullarını düşünürsek, Gültekin Bey’in, görme engelliler için,öngördüğü  hedefler, insanların ve çevresinin gözünde “ulaşılamayacak  şeyler” olarak görüldü mü ve kendisi ne gibi zorluklarla karşılaştı? Doğan Cüceloğlu’nun babamı tanımlarken kullandığı ‘gerçeklik ilkesine sadakat’ durumu özetler. Hayallerden vazgeçmeden ama olmadık şeylerin peşine düşmeden,  eldekilerle, eldekileri çok iyi kullanarak ve bir adım ileri götürerek ilerlemek

-        
-        Gültekin Yazgan’ın yarım kalan bir projesi var mı? Yoksa ölümüne kadar kafasındaki her şeyi gerçekleştirdiğini düşünüyor muydu? Yarım bıraktığı bir proje yok, sanırım. Başladığı bir işi yarım bıraktığını görmedim hiç... Babam sağlıkla yaşamaya devam etseydi, yeni bir amaç bulur ve onu projelendirip peşinden koşmaya başlardı. Kafasında bir amaç ve proje pınarı vardı adeta.


(babamla, 1978, izmir; arkada sevgili arkadaşım serdar görgüç)
-