Friday, December 30, 2011

2011'in son haftasında okudum, seyrettim, dinledim


2012’ye giderayak, 2011’in son haftasında okuduğum kitaplar, seyrettiğim filmler:

Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü’sünün bir de İngilizcesini okudum, başka türlü bir etkisi oldu (‘Prisoners of ourselves’, kendimizin tutsağıyız diye çevirebilirim).

Antikapitalist olmayan bir kapitalizm eleştirisi: 23 Things They don’t Tell you about Capitalism (Kapitalizm hakkında size söylemedikleri 23 şey, diyelim. Yazan Ha-Joon Chang, Cambridge’de bir ekonomi profesörü; okurlardan sosyalist yanı ağır basanlara hafif gelebilir). Murat Gülsoy’un öykü kitabı, Bu Kitabı Çalın (oğluma ödev olarak verilmişti, ben okudum sevdim).

Rufus Wainwright; Jehan Barbur, Birsen Tezer dinleyip beğendim.

Filmlerden ise, bulup seyrettiklerim: Köprüdekiler (Aslı Özge), Aya Yolculuk (Kutluğ Ataman), başka başka türler ve dillerde, ama özgün, çalışkan, yaratıcı. Bir de dizi; seyredip unutamadığım İngiliz casus dizisi Smiley; 1970ler sonundan kalma. Bir Zamanlar Anadolu'da seyretmeyi kafaya koydum.

Çizgi romanlar, karikatür kitapları ise, her fırsatta okuduklarım. Görmediğim filmlerden, okumadığım kitaplardan ise özür dilerim.

Kendim ise bu yıl son 25 yılda yazdıklarımın özet kitabı Söz Uçmuş Yazı Kalmış’ı yayımladım. Pek tutulmadı. Ama ben sevmiştim (sağlıklı narsisizm denen durum, hemen teşhis koymayın!).

Babamın özgeçmişsel kitabı Kör Uçuş’un yenilenmiş baskısını hazırladım. Bir direniş ve direnç kitabı. Tutuldu, okundu. Sevindim. Çok sevindim.

2011'den giderayak


2011’in kapısında ayaküstü

Kapıdan çıkarken, giderayak yaşadıklarımız çıkıp gittiğimiz yere ilişkin son izlenimlerimizi belirler. Tatil için kaldığınız otelde her şeyden memnun ayrılmak üzereyken son dakikada içtiğiniz bir bardak suyun ücretini talep etmeleri o noktaya kadarki bütün hoşlukları silip atmanıza yetebilir.

O ana kadar yolunda gitmiş bir ilişki, o anda söylenen bir sözle birlikte berbat olabilir. Bizi kapıda karşılayanlar kapıya kadar geçirmediklerinde bozulur, bir daha dönmeyeceğimize yemin ederiz.

Çıkıp gitme anlarında dikkatli olmak lazım. Her şey tersine dönebilir.

2011 olarak tanımladığımız 365 günlük bir yaşam dilimine ilişkin izlenimlerimi de son haftaya dayanarak oluşturacağım. Nasıl olsa bütün haftalar birbirine benziyor; benzemese bile benzer yanlar bulabileceğimizden eminim.

Wednesday, December 28, 2011

ezmeyen otorite?

Ezmeyen otorite?
Farklı görüşlere sahip insanlar arasında anlaşmazlığa ne kadar tahammül olduğu, o insanların içinde olduğu yapının demokratikliğini belirleyebilir. Zarif bir anlaşmazlık mümkün müdür? Düşmanların birbirine dostça yaklaşmasını kastetmiyorum. Ters düşmeye izin veren yapılara ihtiyacımız var. Bunun yapımıza aykırı olduğunu söyleyenlere ilk bakışta hak versem de kulak asmayacağım.

rahat batar mı?

Rahat batar mı?
Sadece rahatı değil, "rahat" içeren kelimeleri kullanmayı da seviyoruz: rahat batması, rahatı kaçmak, rahatına düşkünlük, iç rahatlığı… Bunların içinde en güzeli, rahat batması. Pazar günü sırt üstü yatmak yerine ormanda gidip 10 kilometre koşmak, ya da evinin bahçesinde güzel güzel yemeğini yemek yerine kalkıp 2 saatlik yola gidip güneşin altında bir yerde piknik yapmak gibi örneklenebilir. “Boş duranı Allah sevmez” ise, rahat batmasının atalar nezdindeki talimatı.


pornografi tanımı

Pornografi nasıl tanımlanabilir?
Örneğin, gösterilmesi gerekenden daha fazlasını göstermek, diyebilir miyiz? Bir şeyi anlamamız, bilmemiz ya da göstermemiz için gerekenden daha fazlasını görmemiz, ya da bilmemizi sağlayan her şey - bu sadece cinsel değil, duygularla ilgili de- pornografik sayılabilir. İhtiyaç duyulmayan bir aşırılık içerdiği için.
telefon reklamlarındaki duygusallık ya da duygualara dokunma numaralarında olduğu gibi mesela...


sezgiler nereye gider

Sezgiler nereye gider?
Öğrenme bozukluklarında, özellikle sosyal öğrenme bozukluklarında, gelişmemiş olan mekanizmalardan birisi akıl etmeyle ilgili olanlardır. Örneğin; karşımızdakinin yardıma ihtiyacı olduğunu akıl etmek, elindeki yükün ağır olduğunu akıl edip onu taşımasına yardımcı olmak, beklemekten yorulmuş ya da bizi dinlemekten sıkılmış olduğunu düşünüp dinlenmesi için fırsat vermek gibi… İnsanlarda doğuştan bulunan başkalarının ne durumda, hangi ruh halinde olduğunu sezmesini sağlayan mekanizmalar, zaman içinde ne oluyor da, işlemez hale geliyor? Belki sıkılıp, sezgilerimizi kullanımdan kaldırıyoruz.


Sunday, December 18, 2011

bir düğün gecesi

Bir düğün gecesi [i]

İstanbul dünyada bir yıl içinde en çok düğün yapılan kent olmuş. Düğünler hayatın farklı zamanlara dağılmış bir çok anını kısa bir zaman dilimine sığdırır, hayatlarımıza şöyle bir topluca bakma fırsatı verirler. Örneğin, düğünlere davet edilip edilmemek düğün sahibi aile gözündeki yerimize (yakınlığımıza) ilişkin bir ipucu verir. Davet edildiğimizde bize münasip görülen oturma yerine göre yakınlığımızın derecesine karar verebiliriz. Masamızın dans pistine ya da tuvalete yakınlığına göre genç çifte ya da ailelerine yakınlığımıza karar verebiliriz. Kendimizi yakın saydığımız, ama onların bizi o kadar yakın saymadığını ‘düğün geceleri’nde öğreniriz.

Toplumsal ilişkileri anlamakta yakınlık kadar belirleyici bir diğer eksen olan statü ise yine masalardaki konumlanmada kendini belli eder. Statünün (toplumsal hiyerarşide üstte olmanın) yakınlıktan, sıcaklıktan ve dostluktan daha güçlü olduğunu görüp hüzünlendiğiniz bu durum, nikah şahitlerinin seçiminde ya da gelin ile damadın masasına oturtulacakların belirlenmesinde devlet ya da iş hayatı ‘büyük’lerine tanınan önceliklerde iyice besbelli olur. Ama statünün yüksek bölümünde yer alanlar açısından baktığınızda, bir kısmının hiç tanımadıkları insanların nikah şahidi ya da düğün misafiri olmaktan artık bıkmış olduklarını da görebilirsiniz. Yüksek Statü sahibini gerebilir.

Düğünlerin en gerilimli konularından Gelinlik bir çok bakımdan ilgimi çekmiş, düz mantık yürüten her hiperrasyonel gibi bir akşam giyilecek gelinliğe neden bu kadar özenildiğini anlamakta zorlanmışımdır. Bir kere olacak iş için bu masraf yapılır mı sorusuna aldığım (belki sizin de zaten vermiş olduğunuz) karşılık ise, zaten ‘hayatta bir kere olduğu için’dir.



[i] Adalet Ağaoğlu’nun romanı Bir Düğün Gecesi düğünlerin sosyopolitiğini daha iyi anlamak isteyenler için iyi bir kaynak olabilir.

Korku sal, cesur desinler



Korku salmak, tehlikeli gibi gözükmenin ve göstermenin en kestirme yoludur. Hayatlarımızın yönetimini toplumdaki en cüretkarlara devretmemiz için, risk algımızın belirlediği risk endeksinin yükselmesi yeterli olabilir. Risk, tehlikenin gerçekleşmesi olasılığına yönelik yaptığımız hesabın sonucudur. Riskin iki ana unsuru var: Birisi tehlikenin kendisi, diğeri ise saldığı korku. Risk algısının döneme ve kişiye göre değişmesini belirleyen, tehlikenin kendisinden ziyade, saldığı korkudur. Tehlike çok yakın hissediliyorsa, risk algımız kolayca harekete geçiverir. Tehlikenin, gerçekleştiğinde, korkunç sonuçlara yol açabilirliği de, risk algısını tırmandırabilir. Riskin kaynağını kontrol edilebilir buluyorsak, bir şeyler yapabiliriz diye düşünüyorsak, daha atılgan hareket edebiliriz. Yakın gelecekte, sonuçları korkunç olan ve bir şekilde kontrol edilebilir gözüken tehlikeler, risklilik listesinde diğer tehlikelerin önüne geçiverirler.

Peki gerçek tehlike hangisi? Sahici bir hesap yaptığımızda, bir kişinin örneğin bir terör saldırısında hayat kaybetme olasılığı, sigaraya ya da yetersiz aşılamaya bağlı bir hastalıktan ölme olasılığına göre çok daha düşüktür. Ama, teröre bağlı ölüm çok daha korkunç, acı ve dehşet verici olacağından, ürkütücülükte ve risklilikte öne geçer. Sigaradan ölmek de on yıllarca sürdüğüne göre (!), hemen şimdi olmayacak bir tehlike olarak, tehlikenin kendisi büyük de olsa, algılanan risk katsayısı aşağılara düşüverir. Terörü kontrol etmenin, sigarayı bırakmaktan ya da 'doğal' hastalıkları önlemekten daha kolaymış, en azından daha bir kontrolumuzdaymış gibi algılandığını da hatırlayın. Riske dayalı önceliğin nereye verileceğini tahmin edebilirsiniz.

Hayatın giderek karmaşıklaştığı dönemlerde, hayatı anlamakta zorluk hissettiğimizde, elimizdeki mevzilere sıkıca sarılmamızın ilk provasını bebeklikten çocukluğa geçiş yıllarımızda yapıyoruz. Hayatın korkutuculuğunu ilk hissettirişi ile birlikte... Bu dönemin takıntılı stilini bir türlü bırakamayanlar, hayat boyu aynı stille devam etmeyi, öyle kalmayı, ya da sıkıştıklarında öyle olmayı “tercih” ediyorlar. Her şey “hep öyle” ya da “hep böyle” kalsın diyenler, takıntılı kalıyorlar.

Dört yaşına gelene kadarki hayatımıza hükmeden korkular, sonrakilerin “giyinmemişi” sayılabilirler. Tehlikenin kucağına atılmamak için elinden geleni yapanların bir kısmı, bildik ve emniyetli saydıklarından ayrılmamak için bir şeylere “takılmayı” dener. Uyku vaktinde, mesela... Uyumamak için direnen çocuklar, takıntılarını uygulamaya sokarlar. Yatmadan önce söylettirilen marşlar, bir masal, iki masal, üç masal... Bitmek bilmeyen ayrılık merasimleri... Hiç yatmasam, n’olur sanki? Yattığımda sonrada kalktığımda, yattığımdaki gibi bir dünyaya kalkabilecek miyim?

Hayat bıraktığım yerden devam edecek mi? Bu soruyu açıkça sormayan bir çocuğun, sorusunun “doğru” cevabının ürkütücülüğünü hissettiğini, ama kelimelendiremediğini düşünüyorum. O ürküntünün verdiği dehşetle, ne yaptığını bilir mi insan? Çocuk açısından güvenliği tehdit edilen her şey, bir takıntı sebebi sayılabilir.

Felaketlerden kaçmanın en güvenli yolu da, güvenli kucaklara sığınmak. Daha bebekken aldığımız “ders”ten yararlanmayı sürdürenlerimiz, kucaktan hiç inmemeyi veya kucağa hiç çıkmamayı seçenler olarak ikiye ayrılabilir. İki durumda da senaryo aynı aslında: Korkunun yönettiği bir hayatın öznesi olmak, kaderine pek elleşmeyen birisi olarak kalmak... Takıntılı çocukların hayatlarının başka dönemlerinde, o tutuk, takıntılı hallerinden kurtulduklarında, hiperaktifleşmeleri de senaryonun öbür tarafına geçmek gibi: Çok kontrolden hiç kontrole... Hepsi aynı kapıya, korkuya açılır.

Friday, December 02, 2011

tıp öğrencisi olmak


Tıp öğrencisi olmak

Tıp fakültesi öğrencileri, belki kendi gençlik dönemimi de hatırlattıkları için, içimde ne olduğu tanımlanamaz hüzünle karışık bir neşe hissi yaratırlar. Meraklarından etkilenir, geleceği arada bir belirsizleşen bir mesleği öğrenmek için gösterdikleri iradeye hayret ederim. Öğrenme arzuları, bilime duydukları merak ve bilginin peşine düşme iradeleri diğer okullardaki öğrencilerden farklı mıdır, söylemek zor. Onlarla bilimi hayatı anlama aracı olarak kullanmalarını teşvik eden konuşmalar yapmaktan hoşlanırım. Köşemde gördüğünüz çizgileri Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerinin yıllardır çıkardığı bir dergi için yapmıştım. Onları hem bilimsel düşünüşü derinleştirmeye teşvik edeyim, hem mesleklerini öğrenirken katlanacakları zahmetlerin boşuna olmadığını vurgulayayım, hem de biraz gülümseteyim derken bu çizgi kalabalığı ortaya çıktı. Tıp fakültelerinin içinden hayata bir bakış açısı ilginizi çeker diye düşündüm.

Bu konuya geri dönüşüm nasıl oldu? Önce Ege Tıp fakültesi'nde son 3 yıldır Birinci sınıflara 'açılış/hoş geldin dersi' vermemi isteyen yönetim ekibinin (Münevver Erdinç, Yeşim Kirazlı, Serhat Bor, Sevda Erensoy) yön vermesi ile konuyu derinlemesine düşünmeye başladım. Koç Tıp fakültesinde (Şevket Ruacan, Önder Ergönül) ve Acıbadem Tıp fakültesi'nde (Nadi Bakırcı) benzer davetler ile yaptığım konuşmalar odaklanmamı sağladı. pamukkale, yeditepe ve celal bayar tıp fakültelerindeki öğrenci kongrelerideki ve Türk Tabipler Birliği öğrenci kongrelerindeki (İskender Sayek) karşılaşmalar tıp öğrencileri ve genç doktorların kariyerlerinin tatminkar bir yol izlemesi için neler yapılabileceğini arayıp bulmanın ne kadar öncelikli bir mesele olduğunu fark ettirdi. bu haftasonu TTB'nin anlara'da yapacağı toplantıdaki hekimliğe felsefi yaklaşım konuşmacılığını da aynı arayışın çeçrçeveisnde kabul ettim. bu blogu da konuşmamı hazırlarken kendime hedeflerimi hatırlatmak için yazıyorum. 'bundan bize ne?' diyenlere selam olsun :)