Sunday, April 27, 2014

tvitlerde geçen hafta

@yankiyazgancom’dan
144 karakterlik twitler fikirden ziyade fikir çekirdeği olur. Okuyucunun aklında alacağı şekli son biçimi olarak kabul edersek, kağıda geçirilmiş ilk halindeki hamlık bizi daha az rahatsız eder. Ciddiye alınacak metin biçimine ulaşmaktan uzak olsa bile 144 karakteri zihnimizin bir selfiesi olarak kabul edebiliriz.


·      Döngü.1: Acelecilik yarım kalmış işleri, yarım kalmış iş eksiklik duygusunu, eksiklik duygusu karamsarlık ve üzüntüyü, bu duygular aceleciliği arttırır.

·      Döngü.2: Yoksunluklar savunma amaçlı saldırı dürtülerini besler. Dürtülerini kontrol edememe yetersizlik duygusunu büyütür. Oradan baştaki yoksunluk noktasına döneriz.

·      Çocuklarımızı bağımsızlaşıp bizden ayrılsınlar diye yetiştiriyoruz.

·      Görmediğimizi bilmediğimiz bir iletişim dünyasında sadece bize gösterilene bakar hale gelebiliriz.

·      Dikkati dağınık bir çocuktan duydum bugün: 'Ben mi çok yavaşım, dünya mı çok hızlı?'

·      ‘Arkadaşlık artık mana taşımaz/hatırlamayacak kadar yaşlandığımızda' @rufuswainwright  şarkı sözü.







selfie çılgınlığı-ymış

Selfie çılgınlığı !



Kızıma soruyorum ; ‘Eskiden biz fotoğraf makinesini masanın üstüne koyup, sonra zamanlayıcı kurup, karşısında dizilmiş arkadaşlarımızın yanına koşturarak kendimizin de içinde olduğu fotoğraflar çekerdik. Onlar selfie sayılmaz mı ?’. ‘Ona selfie desen de, şimdikinde çekerken kendine baktığın için verdiğin pozu çektiğin anda görebiliyorsun ama’ diye yanıtlıyor. En yakın arkadaşı, ‘bunda emek var, daha çok uğraşılıyor’ diye ekliyor. Emek kısmından hiç bir şey anlamıyorum.
Peki, vanGogh’un, Rubens’in, Rembrandt’ın ve bilumum tanınmış ressamın kendilerini resmettikleri otoportreler selfie sayılmaz mı ? Aynaya bakarak yapıyorsa, o da yaptığını ve kendini aynı anda görüyorsa… Selfie’den hiç bir şey anlamadığımı söylüyorlar. Cephanemden bir araştırma bulgusu çıkartıyorum : Beden algısında bozulma olmuşsa, bedeninden yüzünden biçimsel bir memnuniyetsizlik varsa, daha çok selfie çekiyorsun, günde 100’e varıyor. ‘Vallahi biz 50’yi aşmıyoruz. Üstelik beden algısı bozulmuş kişiler daha çok çekiyor ama çok selfie çekenlerde beden algısı bozuktur, anlamına bir bulgu değil bu’. 
Pekala, bir salvo daha : ‘geçende TV’da entelektüel görünümlü talk showlardan birisinde gördüm, bütün uzmanlar ve bizzat sunucu selfie’cileri ayıpladılar. Kendiyle meşgul, modern zamanın içi boş gençliği’ dediler. Gençler yine güldü : ‘sen demiyor musun, her dönemin düşünürleri o dönemin modern gençliğinin içinin boş olduğunu düşünür. Genç dediğin yetişkinleştikçe dolar. Bu TV şahsiyetleri için Amerikanca deyimle kendileriyle dolup taşan (kendilerinden başkasını tanımayan) adamlar diyen de sen değil misin ?’.  Doğru, gençliğini atlamış kişilerin gençler hakkında selfie çılgını deyip, derin yorumlar yapmasını biraz yadırgadığımdan ötürü öyle demiştim.
Kendimizi, nasıl göründüğümüzü merak etmek, nerede ve kimlerle olduğumuzu bütün dünyaya duyurmak istemek, bakın ben ne yapıyorum demek çocuksu bir istek gibi gelebilir. Eğer öyleyse yüzlerimizi ekranın önüne çıkartarak ‘ ben buradayım’ demek bir çocuksu istek ise neden yetişkin yaşlara sarktığını nasıl açıklayacağız ? Bebeklikten yeni çıkmış çocukta olduğu gibi sözümüzün az olduğu ya da kendimizi anlatmaya yetmediği zamanlarda selfie sözümüzü olmasa da yüzümüzü ortaya koyma olanağı sağlıyor. Göldeki yansımasına bakarken hayatını kaybeden Narsis’in efsanesindeki kendine (hayran olmadan ziyade) hayran kalma ve kendine bakmaya doyamama ile selfie çekme arasında bir ilişki var diyenler, sesi çıkamayan insanın kaybolmama, silinip gitmeme çabasına fazla bir anlam mı yüklüyor diye de düşünüyorum.


Thursday, April 24, 2014

merhamet bir sosyal refleks

Merhamet bir sosyal refleks olabilir

Merhameti karmaşık sosyal bir refleks olarak tanımlayabilirim. En eli kanlı katil bile karşısındakinde gözyaşı gördüğünde durup düşünebilir, acıma duygusu davranışımızı kısa süreliğine de olsa değiştirtecek güçtedir. Duyularımıza dönük uyaranlar, gördüğümüz ve işittiğimiz şeyler merhameti tetikliyorsa, duyu alanımızın ötesindeki acı verici olaylar bu refleksimizden pek etkilenmez. En acıklı yüz ifadesini takınmış bir kişiye cami kapısında sadaka veren iyiliksever kişi, karşısına çıkmayan ihtiyaç sahibini bilemez. Ancak merak ederse, bulabilir. Yalnızca gördüğüyle tetiklenen bir merhamet refleksi yoksulluğun veya ezilmişliğin mekanizmasına kafa yordurmayacak, kişi gördüğü için bir şey yapmakla yetinecek, daha fazlasını kurcalamayacaktır. Görmediğimizi bilmediğimiz bir iletişim dünyasında sadece bize gösterilene bakar hale gelebiliriz. Merhamet refleksini tetiklemeye dönük resimlerin dolaşımda olduğu her durumda, ‘gösterilmeyen ya da göremediğim başka ne var’ diye düşünme alışkanlığını geliştirebildiysek, merhamet refleksimiz kendi denetimimizden çıkmaz.

asansör düğmesinden kuram


Asansör düğmesinden psikoloji kuramı
Gündelik hayatın sıradan olayları kendisini açıklamaya bizi bir biçimde zorluyor psikolojik kuramlarını üretiyor ; asansör bu kuramlar için iyi bir laboratuvar. Hatırlarsanız, yüksek plazalardaki asansör düğmelerinde en hızlı eskiyenin ‘kapıyı kapat’ düğmesi olduğunu yazmıştım. nedeni hakkında spekülatif açıklamalardan bir tanesi insanların bir başkasıyla asansörün ‘mahremiyetinde’ yalnız kalmaktan rahatsızlık duyması, diğeri 10 saniye daha önce işe yetişme arzusu, bir diğeri ise yetişemeyenin ah-vahlamasından keyif almasıydı.
Son deneylerimden birisi, asansör bekleme alanlarında düğmeye basılma sayısı. ‘Bir önceki gelmiş, basmış, ışık yanıyor ; ama bir de ben basayım, belki iyi basamamıştır’ diyen kişi, asansör kendisinin beklediği hızda gelmeyince ve acelesi ile doğru orantılı olarak düğmeye birkaç kez basacaktır. Ne kadar çok basılırsa o kadar çabuk geleceğini varsayan bu kişi asansörden ikinci katta indiğinde, ‘o kadar acelesi vardıysa neden merdivenle çıkmadı ?’ diyenlerdenseniz, bir dahaki sefere kendinizi yakından inceleyin.
Asansörün önüne geldiğinizde, her seferinde birisi daha önceden basmış ve asansör de az sonra (siz hiç bir şey yapmaksızın geldiyse) düğmeye basılarak ‘çağrıldığını’ nasıl anlayabilirsiniz ? Küçük bir çocuk asansör ya da başka yarı otomatik cihazların çalışması için kendisinin bir şey yapması gerektiğini nasıl kavrayabilir ? Açılır kapanır kapıların önünde sihirli bir durumu seyredermişcesine takılıp kalan küçük çocuğun kendisinin orada olup olmamasının kapının hareketini belirlediğini anlaması saniyeler olmazsa dakikalar sürer. Her şeyin bir nedeni olduğuna inanan çocuk, kendisinin bu nedenler üzerindeki etkisini ona hissettiren otomatik ‘açıl susam açıl’ kapıların ve düğmesine basılınca hemencecik gelen asansörlerin dünyasında bu sırları çözdükçe kendisini çok güçlü hissedecektir.
Ancak bu güç otomatik makinelerin düğmesine basmak dışında bir yerde kendisini gösteremediğinde, ya da insanlar ‘düğmelerine’ basıldığında beklenen tepkileri vermediğinde gücünün işlemediği durumlar olduğunu gördükçe kimisinde derin bir güçsüzlük hissini de yanında getirecektir. Karşısındakine zorla kendi istediğini ‘düğmesine’ basarak yaptırtmaya çalışan çocuk ile toplumu kendi doğru bellediği biçimde davranmaya zorlayan ‘narsistik lider’ arasında kestirmeden düz bir çizgi çekebiliriz. Peki, düğmelere basacak bir kişinin lider noktasına nasıl taşındığının açıklaması ne olacaktır ?





evdeki eşitlik

Evdeki eşitlik hukuku
Çocukluğunu kendi yakınlarına karşı hakkını korumakla geçirmiş birisinin büyümüş halini tasarlayabiliyor musunuz ? Annesinin kendisini değil kardeşini kayırdığını, ona daha fazla köfte-pilav ya da daha fazla sevgi gösterdiğini düşünen çocuk çok. Ancak bir biçimde dengenin kendisine doğru da dönebildiğini gördükçe, eşitsizlik olarak algıladığı durumun (bana 3, ona 4 köfte) bir adalet biçimi (ben 15 kiloyum, o 30 kilo) olduğunu anladıkça haksızlığa uğramışlık hissi hafifler.
Bunu çocuğa birisinin anlatması, anlatabilmesi için de başkasının aklındakini tahmin edebilme becerisi diyebileceğimiz ‘zihin kuramı’ gelişkin olup çocuğun böyle bir algıya kapılabileceğini tahmin etmesi  gerekir.
Eşitliğin aritmetik bir eşitlikten ziyade çocuğun gelişim ihtiyaçların karşılanması temelinde olduğu anlatılan çocuk, bu durumdan büyük bir memnuniyet duymasa bile ‘seninki fazla benimki az’ kıyaslamasından daha kolay sıyrılıp çıkar. Toplumsal eşitliğin herkesin ihtiyacı ölçüsünde kaynaklardan yararlandığı bir düzende sağlanabileceğini aile içindeki eşitlik felsefesi ile öğrenir.
Bu eşitlik hissini yaşamayan, anlama fırsatı bulamayan çocuğun gözü kendisinin aldığında değil başkasına verilendedir. Vermek sadece bir ‘alma’ aracı olarak gelişir ; örneğin, yetişkin olduğunda iyilik ancak bir vicdan temizliği işlevi görüyorsa, yapılır. kırmızı ışıktaki kağıt mendil satıcısının eline 100 TL tutuştururken, gözünün önündeki kendiyle ‘eşitsizliği’ düzeltmiş olur. Park yerindeki görevliye 6 TL yerine 5 TL vermeyi, yanındaki çalışanın maaşını düşük tutmayı marifet bilir. Vermeden almak üzerine bir hayat felsefesinin doğal sonucu her verme eylemini bir haksızlık olarak algılaması, başkalarının elindekini almayı kendine adeta doğuştan hak bilmesidir.




Sunday, April 13, 2014

Geç mi güç mü? Çözümü zor durumlardaki doktor ikilemleri


Geç mi, güç mü ?
Çözümü zor durumlardaki doktor ikilemleri

Otizmin çözümünü arayan biliminsanlarının ortaya koyabildiği kesin yanıtlar henüz yok. Durum böyle olunca, yeterince olgunlaşmamış araştırma verileri uygulamaya hazır olup olmadığına bakılmaksızın bu boşluğu dolduruyor. Otizm o kadar önemli ve o kadar çok can yakan bir sorun ki, otizme ilişkin en ufak bir araştırma haberi bir umut ışığı olarak okunuyor.
Örneğin, jinekolojide uzunca süredir kullanılan bir ilaç olan oksitosin ile ilgili olarak psikiyatri alanında 20 yılı aşkın bir zamandır sürmekte olan çalışmaları düşünelim. Bu köşenin okurları oksitosin ile ebeveyn-çocuk arasındaki bağlanma arasındaki ilişki (ve hatta romantik aşk) üzerinde çokça durduğumu hatırlayabilirler. Annenin çocukla ilişkisinin ‘yoğunluğu’ ile kandaki oksitosin düzeyi arasındaki ilişkiye bakarsak bu nöropeptidin sosyal ilişkide bir rol oynadığını görüyoruz. Oksitosin’in sosyal ilişkideki rolünü gören araştırmacılar ‘acaba otizm belirtileri (‘sosyal ilişkiye ilgisizlik’ gibi) oksitosin uygulamasından yararlanır mı ?’ sorusuna yanıt aradılar. Bu arada ‘oksitosin’ anoreksiya nervoza, şizofreni gibi başka özelliklerdeki psikiyatrik sorunların tedavisi için de değerlendirilmeye başlandı.
Araştırmaların bir bölümü küçük iyileşmeler bildirdiği anda basına yansıyan haberlere bakan bir çok aile bir biçimde temin ettiği bu maddeyi denedi. Henüz yararlı etkisine ilişkin kesinleşmiş bir gözlem olmadığı halde, dozunun ne olması gerektiği, yan etkilerinin hangi noktada ne kadar gözleneceği, risk ve yarar dengesi henüz tam hesaplanmamış olduğundan ötürü bir ‘tedavi’ etiketini kazanmamış olan bu madde doktorların ‘kanıta dayalı’ reçetesine girmeden toplum içinde kullanıma girdi. Artılarını ve eksilerini tam hesaplamadan yapılan her işte olduğu gibi endişe veren bir yanı var. diğer yandan, bilimsel çalışmalar henüz tamamlanmamışken, diye başlayan bir cümle kurduğumuzda, anneler-babalar ‘tedavi, hemen şimdi, sizi bekleyemeyiz’ demekteler. Buradaki davranışı tetikleyen duyguya itiraz edebilir misiniz ?
Doktorların ikilemi anne ve babaların çocuklarına ilişkin acil bir iyileştirici arayışları ile zararı/yararı belirsiz ama bir umut diye bakılan yaklaşımların arasında kalmaktır. Bu ikileme günümüz tıbbının net cevabı, araştırma kliniklerindeki çalışmalarda ikna edici düzeyde etkinlik ve emniyet kanıtının birikmesini beklemeden harekete geçmemektir.

Otizmin kökenine ilişkin çok sayıda araştırma yürütülmekte. Özellikle beyin gelişimini etkileyen genlerdeki mutasyonlar, beyin yapısında ve işleyişindeki farklılaşma ve aksamalar gibi nörobiyolojik değişikliklerin saptandığı bu araştırmalardaki bulgular neden gündelik uygulamalara yansımıyor ? Henüz geçerlilik kazanmadığından ötürü. Bulgular gerçek ama her otizmli için (ya da otizmin belli bir altgrubu için) geçerli değil.
Bir hastalığa özgü bir özelliği belirleme amaçlı araştırma yapılırken, tipik gelişen çocuklardan oluşan bir grupla otizm tanısı doğru biçimde konmuş çocuklardan oluşan grubun karşılaştırılması, ve arada önemli (istatiksel anlamda) bir fark olup olmadığını saptamak ilk adım. Diyelim ki, otizmli grupta beyincik bölgesinin ortalama hacmi tipik çocukların beyincik hacim ortalamasından daha küçük. Ortalamanın altını çizmemin nedeni şu : genellikle otizmli grupta beyincik hacmi daha küçük olsa da, az sayıda otizmli bireyin beyincik hacminin tipik gruptaki az sayıda bireyden daha büyük olabilir (temsili şekile bakınız).
Otizmli bireyin tanı aşamasında (‘’internette’’ müthiş buluş diye aktarılan) beyincik hacmine bakıp karar verecek olsaydık, ve büyük hacimli birisine ‘denk gelseydik’, otizme ilişkin beyin testi ‘negatif’ çıkacaktı ; otizmdeki beyinsel göstergeyi bu otizmlide bulamayıp otizm yok, demiş bulunacaktık. Elbette çoğu tanısal testte bu göstergeler yüzdeyüz mevcut olmasa da, ‘pozitif’lik oranı kabul edilebilir düzeyde olduğu için testler kullanıma girmiştir. Otizm araştırmalarında elde edilen önemli (ama yetersiz) bulgular bu tür ayırıcı değer taşıyan duyarlılık ve özgüllükte testlere henüz dönüştürülemediği için kullanmıyoruz.
İki grup arasındaki kıyaslamada bir özelliğin farklı çıkması test geliştirme için yetmese bile o yönde bir adım olabilir. Sonraki adımda, gruplar arasındaki biyolojik gösterge farkının hastalığın özellikleriyle ilişkisini gösterebilmeliyiz. Örneğin, beyincik hacmi otizmde tipik gruba göre daha küçük olduğunu ortaya koyduğumuz bu örnek durumun bir sonraki aşamasında beyincik küçüldükçe göz temasının azaldığını ortaya koyabilirsek, otizme özgü ve her otizmlide (veya belli bir altgrubunda) gözlenebilir bir farklılık bulmaya daha çok yaklaşmış oluruz.
Bu zahmetli sürece katlanmaksızın, güvenilirliği düşük bulgularla sonuca ulaşmaya çalıştığımızda otizmin tanısını ya da çözümünü bulduk diye heveslendiğimizde en iyi ihtimalle ‘yanıltıcı’ olacağımızı birisinin bize hatırlatması gerekir. Bilim dünyasının dışarıdan bakanlara gereksiz gözüken kuşkuculuğu, emin olmayı bir türlü bilememesi ve ‘işi yokuşa sürer’ halinin kaynağı yanıltmaktansa gecikmeyi tercih etmesinde. Sorunların hızla çözümünü bekleyen ailelerin sıkıntısını azaltmak isteyen ama bilimsel ilkelere sadakatini bozmak istemeyen doktorun ikileminin kaynağı da bu.



  
sadece örnekleme amacıyla, şekildeki varsayımsal bulguları araştırmalarda sık rastladığımız verilere benzettim. Bu örnekteki otizmli grubun ortalama beyincik hacmi daha küçük. Ancak otizmlilerin bir kısmının (işaretli olan gibi) beyincik hacimleri tipik gruptakilerden daha büyük. Beyincik hacminin güvenilir bir gösterge olmadığını gösteren bir örtüşme. Dikkat, bu örnekteki beyincik bulgularına ilişkin veriler kurgusal ; kıyaslamada karşılaştığımız çelişkiler ise gerçekte rastlanan cinsten.

Friday, April 11, 2014

yedi'nin sırrı var mı?

Alex Bellos Oxford Üniversitesi'nde matematik ve felsefe okuduktan sonra 2010 yılında 'Alex's Adventures in Numberland' adlı kitabını yayınlıyor ve 4 ay içinde bu kitap Sunday Times'ın 'Top Ten Bestseller's List'ine hızlı bir giriş yapıyor. Kitapta 'En sevilen sayı' adlı büyük çaplı araştırmasının sonuçları yer alıyor ve sayıların insanların üzerindeki şaşırtıcı psikolojik etkilerinden bahsediliyor. Bellos'a göre insanlar 7 sayısını çok uzun süredir tercih ediyor. En eski Babil kil tabletlerine bakıldığında bile 7 sayısının oldukça kullanıldığı görülüyor. Onun dışında 7 cüceler, 7 günah, 7 deniz gibi günlük hayatta kullandığımız çok fazla 7 var. Bellos'a göre bunun nedeni 7 sayısının 'özel' olması. 1'den 10'a kadar olan sayıların içinde 7 dışında hepsi grup içinde bölünebilir veya çarpılabilir. 1,2,3,4 sayıları 2 ile çarpılınca yine gruptaki sayılar çıkıyor; 6,8 ve 10 2'ye bölününce aynı şekilde; 9 da 3'e bölünebiliyor. Tek bölünemeyen/çarpılamayan sayı 7 oluyor; bu da ona bir özellik, yalnızlık ve yabancılık kazandırıyor. Bunun gibi bir aritmetik özelliği beynimizin bilincinin dışında  ('unconsciously') yorumladığı, bu tip aritmetik özelliklere duyarlı olduğu ve davranışlarımızı etkilediği düşünülüyor. 

(Psk Sedef Özoğuz tarafından hazırlanmıştır)