Sunday, June 24, 2012

otizm ve ilişkili sorunlar hk bir seminer, 27.6.12, çarş; 18.00


Bir 'OtizmAkademisi' duyurusu

Dr Yankı Yazgan'ın semineri: Otizm ve ilişkili/benzeyen sorunlar hakkında bilgi güncellemesi
27 Haziran 2012, Çarşamba, 18.00, Bilgi Üniv/Dolapdere kampüsü
(video kaydını www.otizmakademisi.org dan izleyebilirsiniz)

Kayıt için: e-mail: kayitbilgi@gmail.com veya 0533 253 26 18'dan Sn Nazan Durmuş
Kimlerin katılmasını isteriz? çocuğunda otizm ya da ilişkili (pdd, yaygın gelişim bozukluğu, atipik, sosyal iletişim bozukluğu) tanılar konmuş, problemin hafiflemiş ya da aynı şekilde devam etmekte olduğu aileler; bu alanda emek veren her meslek grubundan kişiler.


Duyuru metni
Sevgili Anne&Baba ve Eğitmenler,

Yaygın Gelişimsel Bozukluk başlığı altındaki “ygb bta/pddnos, tipik/ atipik otizm, asperger sendromu, sosyal iletişim bozukluğu’’ gibi tanılar alan çocuklarımızın ebeveynleri ve bu alanda çalışan profesyoneller olarak içine girdiğimiz yoğun ve yorucu süreçte, paylaşılan her bir deneyim çok kıymetli..

Bu bağlamda anne-babaların oluşturduğu gönüllü bir kendini eğitme ve paylaşma grubu olan Otizm Akademisi kapsamında 2011 yılında başlattığımız seminerlerin 5’incisini  “paylaşımların katkı sağlayabileceği inancı” ile 27 Haziran 2012’de gerçekleştiriyor olacağız.

27 Haziran 2012 Çarşamba saat 18:00-20:30 arasında, Bilgi Üniversitesi Dolapdere kampüsünde gerçekleşecek olan seminerimizde bu kez Dr.  Yankı YAZGAN’ı  konuşmacı olarak ağırlıyor olacağız.

 “Otizm ve Benzeyen Sorunlar”  başlığı altında sırası ile aşağıdaki konu başlıkları ele alınırken, Dr.  Yankı YAZGAN birikimlerini  ve vaka deneyimlerini bizlerle paylaşıyor olacak.

TANI:
·        Sosyal iletişim sorunları otizmin uzak ama benzer akrabası olabilir
·        Tanının renkleri: pddnos, tipik-atipik, asperger, yüksek işlev
·        Otizmin iyisi kötüsü, azı çoğu? Kavram karışıklıkları
·        Tanısal tetkik var mı, nelerdir? Genetik ya da fizyolojik tetkiklerden neler öğrenmiş oluyoruz? Tedaviye yön verebilir mi?

SIK EŞLİK EDEN SORUNLAR:
·        Dikkat, davranış kontrolsüzlüğü, duyu-motor sistemine ait sorunlar ve beden koordinasyon sorunları ve bu sorunların saptanması/giderilmesi gereği.
·        Klasik nörolojik hastalıklar eşlik ettiğinde (epilepsi gibi) veya kaynak olduğunda (tuberoz skleroz ya da Rett sendromu gibi) yaklaşım ve bakış açımız

TEDAVİ VE PLANLAMASI:
·        Ekip çalışmasının önemi
·        Hangi terapi/tedavi/eğitim yaklaşımlarından neler beklenebilir, etkinliği veya etkisizliği nasıl anlayabiliriz?
·        Açıkların kapatılmasına ve yeni beceriler edinilmesine katkıda bulunacak en optimum terapi kombinasyonunu nasıl olmalı?
·        Tedavide yenilik ne zaman?
·        Bugün çocuklarımız için yapabileceklerimiz?

Hem Yaygın gelişim bozuklukları/otizm spektrum bozukluğu alanında çalışan değişik meslek ve yönelimden profesyoneller hem de özellikle anne ve babaların katılımına açık olan seminer akademik bilgi paylaşımının ötesinde gerçek vaka deneyimlerine dayalı interaktif paylaşıma olanak sağlayacak bir içerik ile Türkçe olarak gerçekleşiyor olacak.

TOPLANTI AKIŞI:
Seminer:                                            18:00- 19:30
Soru Cevap Bölümü:                     19:30 -20:30

Katılım payı*: 10 TL / aile; 10 TL/profesyonel
* Konuşmacılara herhangi bir konuşmacılık ücreti ödenmemektedir. Katılım payı, bu ve önceki/sonraki benzeri toplantıların genel masrafları ve yabancı katılımcıları ağırlama, anı armağanı vermek için kullanılmıştır.”

ULAŞIM:
Bilgi Üniversitesi, Dolapdere Kampüsü
Üniversite binasının yanında ücretli otopark mevcuttur


Saygılarımızla,
Otizm Akademisi
Gamze Domaniç
Boran Puhaloğlu
Sedef Barış
Nazan Durmuş
Danışman: Dr.Yankı Yazgan


Saturday, June 09, 2012

her gülünen durum mizahi mi?


Peki, güldüğümüz her durum mizahi mi?
Yolda giderken düşen birisine ilk tepkimizin hafiften gülmek olması gibi. Ilk tepkinin gülmek, ikinci tepkinin acımak ya da yardıma koşmak olduğu bir duruma mizah diyebilir miyiz? Başka birisinin çektiği acıdan kendine bir keyif ya da rahatlama çıkarmaya (ve ötekini acısıyla başbaşa bırakmaya), malum, schadenfreude deniyor.
Alay etmek, aşağılamak, incitmek gibi davranışların sınırında gezip, bunların hiç birini yapmadan, ama karşısındaki (kişide ya da olaydaki) çelişkiyi gözönüne sermekten de kaçınmadan güldürücü olan durumlar mizahın göbeğinde (rakının göbeği gibi, bence en iyisi anlamına).
Schadenfreude’ye dönelim. Düşene gülmek bir refleks, ama sonrasında yardımına koşmak insani bir refleks. Bir duruma güldüğümüzde, bir yandan hüzün hissetmez isek, orada mizah bulabileceğimizi sanmıyorum. Mizah bariz ve apaçık olanı vurgulayarak göstermekten ziyade çelişkiyi hissettirmeye dayanıyor. Pornografi ile erotizm arasındaki farka benzer bir nüans mizah ile mizahsız gülünçlük arasında var.
Düşene gülmeyi ayıplamam, ama mizah bunun ötesinde bir duygu yaratsa diyenlerdenim. O nedenle de, sadece zekice bir çelişki yakalama ya da başkasının gülünçlüğünü bularak teşhir etme bana mizahi gelmiyor.



neşeli hüzün



Mizahın duygusunun hüzünle karışık bir neşe, ya da neşeli hüzün olduğunu söylersem, hepimizin aklına gelen ‘güleriz ağlanacak halimize’ belki yadırganacak bir davranıştan öte bir başa çıkma mekanizması olarak da anlaşılabilir.
Bu yazının başında tıp öğrencisiyken karikatüre sarmamın sebebini tıpta ararken, şimdi yazının sonuna geldiğimde bunun yanlış olduğuna karar verdim. Unuttuğum ve bütün unutulanlar gibi belirleyici olan bir ayrıntı, 1981 yılının Türkiye’nin görüp göreceği baskı altında en çok inlediği zamanlardan birisi olması. Genç bir insan olarak kendi hayatım üzerindeki doğrudan etkiler dışında toplumdaki kararmanın verdiği kasvetle başa çıkmak için de karikatür ve mizah iyi bir çıkış oldu. Kendim gibi arkadaşlarımla bir araya gelip yaptığım mizahi işlerle soluk aldım. 1982’de bez parçalarına çizili karikatürleri Antalya’da sokaklara astığımızda ülkede içinde olduğumuz acılı ve acıklı durumdaki gülünçlüğü görüp duruma dayanabildiğimi düşünüyorum. Sergiye bulduğumuz adı düşündüğümde (‘Ne olucam ben?’) mizahı toplumsal baskılara dayanabilmeyi sağlayan, insani reflekslerimizi canlı tutan yanını görüyorum. Basit bir hücreler toplamı ya da akıllı bir makine olmaktan bizi kurtarıyor.


(bez karikatür sergisini hazırlarken, önden arkaya ekibimiz: Reha Erdem, Levent Efe, Yankı Yazgan, Firuz Kutal, Emrah....)

güleriz ağlanacak halimize 1


Güleriz ağlanacak halimize
Garfield psikeart okurlarının çoğuna yeterince derin gelmeyebilir (ki haklı olabilirsiniz)  ama mizahını hem komik, hem de esprilerini durup düşündürücü bulurum.
O zaman, saygı duyduğum yaratıcısı Jim Davis’in karikatürcü (bir mizah çeşidi olarak kabul etmiyorsanız, yazının gerisine hiç bakmayın) olmak için koştuğu üç şartı size de söylemeliyim: 1. Espri yeteneği olmalı, 2. Çizebilmeli (buraya kadar kaşınızı çatarak geldiyseniz, biraz bekleyin), ve en önemlisi, 3. Hayatta başka işe yarar bir becerisi olmamalı.
Tıp fakültesi öğrencisiyken mizah merakımın nasıl canlandığını hatırlamaya çalışıyorum. Lisede yayımlanmamış okul yıllığının çizgilerini yaptığıma bakarsak, espri yapabiliyor, çizgi çizebiliyordum. Davis’in 3’üncü koşulu benim için ne zaman gerçekleşti?    Tıp fakültesinde kendimden (başka beceri geliştirebileceğimden) umudu kesmiş miydim ki, karikatür hayatımı canlandırmaya karar verdim. Yandaki çizgide (bir başka doktorluktan umudunu kesmiş arkadaşım Dr Levent Efe’nin çizgisiyle) 1981’de resmedilmiş halime baktığımda, cerrahi staj notlarının arasındaki epistemoloji kitabıyla kendisi mizahi olan bir doktor adayı gibi gözüküyorum. 
Ne anlamda mizahi? Çelişkinin cisimleşmiş şekillerine gülüyorsak eğer, burada iki birbirinden uzak konuyu eş zamanlı yapmaya çalışmış olmama gülüyoruz herhalde.  Mizah ile gülmeyi o kadar birbirine bağlantılandırmış durumdayız ki, güldürmeyene (kendiliğinden bir gülümseme yaratmayana) ‘gıdıkladı’ diyerek güldürücülüğünün zorlamalığını vurguluyoruz. mizah güldürür ya da gülümsetir.

Sunday, June 03, 2012

neo optimizm


Neo-optimizm: Hatadan öğrenmek ayıptır diyenlerdenseniz

Hayatınızda önemli bir adım atacaksınız; belli bir riski olan bir işe giriyorsunuz. Kaybetme riskinizi % 65 tahmin ettiniz; ama % 50 (tahmininizden daha iyi) çıktı. Bu dikkatinizi çekiyor; şaşırıyorsunuz. Benzer bir duruma ilişkin olarak sonraki dönem için tahmininizi % 50 olarak yapıp, doğruya daha fazla yaklaşıyorsunuz. Önceki hatanızı düzeltiyorsunuz.
Beyin aktivitesinde elektriksel değişikliği saptayan nörofizyolojik araçlar bu şaşkınlığı büyük bir beyin dalgasıyla yansıtıyorlar.
Başka bir seferde, kaybetme olasılığı olsa olsa % 30’dur, dediniz. Yüzde 50 çıktı. Aynı riski bir kez daha almanız gerekiyor, bir daha tahminde bulunuyorsunuz: % 30. Bir önceki tahmini şaşırmışsınız, doğrusunu öğrenmişsiniz (‘canım, bizde hata olmaz, onlar yanılıyordur’); yine de tahmininizi düzeltmiyorsunuz. Beyin elektriksel dalgalarınıza bakılıyor, yanılsanız, yanlış yapsanız bile, beyninizde pek bir şaşkınlık işareti yok.
Özetle, gerçek risk tahmininizden aşağıdaysa, yeni tahmininizi düşürüyor, ‘yok ya, o kadar da kötü değilmiş’ diye düzeltiyorsunuz. Risk, sizin risk tahmininizden yüksekse, ‘canım hep öyle derler, bakma, bir şey olmaz, bunlar komplo, uydurma’ diyerek ‘iyimserliğinizi’ muhafaza ediyorsunuz.
‘Siz’ kimsiniz? Bu deneylerin uygulandığı toplumsal kesimin % 79’usunuz. Yok, siz genelde iyimser olarak tanımlanan bir tipsiniz, meşhur benzetmeye bakarsak, bardağın boş tarafını görenlerden değilsiniz. Dolu tarafını görür, moralinizi bozmazsınız. İyimsersiniz ya, bir yanlışınız olduğunu kabul etmek size uymaz; yanlış yapmayacağınıza inanmayı iyimserlik olarak öğrendiğiniz bir pop psikoloji kitabı okumuş ya da iş hayatında kendini geliştirme seminerine katılmışsınızdır. Öğretilenleri nedense hızla ve sorgulamadan kabul etmiş, iyimserlik, ‘aslında….’ ile başlayan cümleler kurmak, o an için işine gelmeyen, keyfini bozan, canını sıkan gerçekleri ‘yok öyle şey’ diye kestirip atmak sanmışsınızdır. Ama, üzülmeyin, % 79’luk çoğunluğun içinde yer almaktasınız. Bu bakış açısına ‘neo-optimizm’ ya da ‘Neo-iyimserlik’ diyelim.
Hayır, böyle hissetmiyor ve düşünmüyorum diyorsanız, kalan % 21’densiniz.  Size göre, iyimserlik yanlışın, gerçeğin yadsınması değil; aksine yanlışın düzeltilebileceğine, gerçeğin sadece istemekle değil (emek vererek), gerçeğe sadık kalarak değiştirilebileceğine inanmaktır.  
Aynı kanaatteyim. Yine azınlıkta kaldık, ama olsun. Şimdilik.
Peki, beyin dalgası % 21’de nasıl değişiyor? Her iki durumda da, hatanın varlığına olan fizyolojik tepki belirgin; zihindeki işlemci bir süreliğine yavaşlıyor. Düşünce süreçlerine bakarsak, ‘ne yapsam da bu yanlışı düzeltsem, daha doğru düzgün yapsam’ şeklindeki düşünüş, sonucu değil süreci düzeltmeye odaklanıyor.
Sonuca ulaşmak için her yolu mübah gören düşünüş tarzında ise, (neo-iyimser tutum) karnesindeki notu silerek düzelten çocuk aklı ile hareketler (istatistikleri çarpıtmak, başkalarını yalancılıkla suçlamak, alıntılanan cümlelerden ayıklamalar yapmak) çokça görülüyor.




Ilkeli ile fanatik arasında fark var mı? Evet. Ilkeli, düzgün işleyen bir saat gibidir. Gerçeğe sadıktır. Fanatik ise akrep ve yelkovanı hep aynı saati gösteren bir tutarlılığa sahiptir. Günde iki kez de olsa gerçek saati gösterir.
Bilmeden istemeden kötülük? Bu durumu anlamak için bir örnek kendini her şeyi düzeltebilecek ve tedavi edebilecek güçte gören doktorlardır. Televizyondan tanıdık gelen bu tiplerin çoğu yaptığı ipe sapa gelmez uygulamaların doğruluğuna inandığı için karşılarındakini (hele çaresiz ya da gerçeği kabul etmekte zorlanan kişileri) kendi doğrusuna inancıyla etkiler. Kendi söylediklerine inanmak karşısındakini inandırmanın etkili yollarından birisidir. Seni kurtaracağım inanç ve vaadiyle hareket eder; ama genellikle zarar verir, bazen de tesadüfen yarar sağlarlar.
Propaganda. Saçma ya da apaçık gerçeğe aykırı görüşler değişik kanallardan tekrarlandıkça inandırıcı gelmeye başlar. Gerçeğe aykırı olanın o kadar da aykırı olmadığına inanmaya başlarız. Hele güvenilir gözüken (isminin başında Prof vs olunca) kişilerden duyulması, kendinden emin tavırlı insanların gerçeğe aykırı ama gerçeğe yakın gözüken görüşleri telaffuz etmesi inanmamızı mümkün kılar.
Peki gerçeği kimin söylediğini nasıl anlayacağız? Biz de prof ünvanlı bir başkasına, Nobel ödüllü psikolog Kahneman’a soralım (sakalımız yok ki sözümüz dinlensin atazösüne uyarak). O da bize bir örnekle yanıt versin:
Bir kentte 100 taksi var. 85 yeşil taksi, 15 de mavi.
Bir adama taksi çarpıyor.
Tanık: mavi bir taksiydi.
Tanığın durumu doğru görebilmiş olması: % 80.
Tanığın doğruyu söylüyor olma olasılığı kaç?
% 80 diyenler % 80!
Yanılıyorlar. Çok daha düşük. Zira, doğru görme olasılığını etkileyen bir faktör olanbir taksinin mavi olması olasılığını (% 15) unutuyorlar (hesabı bu sayfaya sığdıramıyorum; ama wikipedia’da base rate fallacy diye girebilirsiniz; olmazsa bana yazın haftaya açıklayayım).