Sunday, September 21, 2008

Piskolok görüşü

Geçen gün (aslında her gün benzeri bir durum oluyor) bir TV programından aradılar. Okullarda yapılan tiyatro gösterilerinin kalitesiz ve rahatsız edici olduğunu, acaba bunun çocukların ruh sağlığına zarar verip vermeyeceğini sordular. Bir şeyin kötü ya da işe yaramaz olduğuna karar vermek için mutlaka dr görüşü mü gerekir? Hemen ardından başka bir telefon: düzenli okuduğum bir gazetedeki bir habere görüş istiyorlardı: Fatih Terim’in milli takımı yönetme biçimi doğru muydu, yanlış mı?
Nereden başlasam?
Ruh sağlığına zararlı olmak başka, yararsız olmak başka.. Çocuklukta yararsız şeyler de, gelişimin saniyesi bile kıymetli olan anlarını boşa geçirterek zarar verebilir. Ama bunun için bir uzman görüşüne ne gerek var? Kalitesizlik, ruh sağlığına zararlı bulunmuyorsa, makbul ve çocuklarımıza layık görebileceğimiz bir durum mudur?
Terim’in takımı yönetme biçiminin dört dörtlük ve bize müstehak olduğunu söylesem, bunu kullanmaya hazır mısınız?
Bir soru da ben sorayım: FB neden ruhsuz oynuyor? Bu soruya da bir cevap yazabilirim. Ama ne olur uzman görüşü demeyin. Görüşümün ciddiye alınması için uzman olmak dışında bir özelliğim olmadığını düşünmek beni çok ezik hissettiriyor.
Yadırgamayın, “piskolok” kelimesi basında bazı gazete ve dergilerde böyle yazılıyor. Bana, “sen psikiyatr (ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı olan tıp doktoru) değil misin, niye psikolog diyorlar” denmesini de garipsiyorum. Toplum açısından mesleki sınırlar, hangi kökenden geldiğiniz ya da nasıl bir eğitim aldığınızdan ziyade, kendilerini anlayacak, anlatacak bir alanı temsil ediyor olmanız önemli. Meslek grupları arasındaki farklar, yetki ve sorumlulukların dağılımı gibi teknik hususlarla pek ilgilendikleri (aslında onları ilgilendirse bile) söylenemez. O nedenle, her yanlış ayrıntının düzeltilmesi öncelikli değildir, diye düşünüyorum. Sonuçta, inşaat mühendisi ya da fizikçi diye anılmıyorum.
sonunda ne oldu? tv'den arayan hanıma bu konuda uzmana gerek yok, kötü kötüdür, diyeceğimi söyledim. gelelim, bunu söyleyin dedi. gazete ve tvlerde adet olduğu üzere, bir daha haberleşemedik.
bir ara, daha doğrusu iki ara, mutlaka sizinle görüşmeliyim, çok ilginç şeyler konuşabiliriz diyen pazar ilavesi röportajcısı bir hanımın yana yakıla aldığı randevuya gelmemesi gibi... bu sefer merak ettim, nasıl bir gerekçe insana bu "benden başkası benim ihtiyacım yoksa yoktur" duygusunu veriyor diye? bir "aracı" kurum (hani belli kuruluşların, kliniklerin günlerce o gazetecinin sayfasında , köşesinde yayımlanmasını sağlama aracısı) bir başka vesileyle sorduğunda; "yeterince sexy değil" cümlesini duyduklarını aktardılar. yeterince sexy olmamak üzerine bir yazı yazmalıyım; ama bunun bir günde nasıl farklılaştığını yine anlayamadım.
basın ve TV'da yok sayılma ya da azımsanma deneyimlerim zengin:), ama böylesi olmamıştı...
gazete dedikodularına bir başka köşe yazarının yankıyazganlamak diye "boş işler yaparak meşhur olmak" anlamına uydurduğu kelimeyle devam ederim başka zaman.

.

Doktor ve ilaçları

bu örnekler, bir seminerde birdenbire hep aynı konulardan söz ettiğimi farkettiğimde, kendimi doğru iş yaptığıma ikna etmeye çalışırken aklıma geldi.



Hep aynı ilacı veren doktor.

Hasta: Hep aynı ilacı yazıyorsun. Geçen seferki ile aynı reçeteyi yazdın.

Dr: sen de hep aynı hastalığa yakalanıyorsun.



Aynı hastalığa farklı ilaç veren doktor

hasta-Teşhis mi değişti? Geçen sefer aynı şikayetle geldiğimde, aynı teşhisi koymuş, başka ilaç yazmıştın.

doktor- Teşhis aynı, sen de 20 yaş genç (ilk teşhisi koyduğum yaşta) olsaydın, aynı ilacı yazardım. Her yaşın tedavisi başka.

Umutsuzluk

Michael Phelps’in 8 rekorluk rekorundan sonra yüzmeyi bırakan çok sayıda sporcu var. Hayallerinin sonunu getiren bu adama karşı ne duygular hissediyorlar bilemiyorum; ama herhangi bir “competitive” durumda katılımcıların en önde olanı arkada kalanlar arasındaki farkın bu denli büyük, uçurumsu olması “umutsuzluk” yaratır. Sadece geride kalmanın verdiği mutsuzluğun ötesinde pasifleştirici bir etki yapan bu u-mutsuzluk ile başa çıkmak zor olabilir. Katılımcılardan birisi, teknolojik mayoların sağlayacağı yeni avantajların bu umutsuz tabloyu değiştireceğini söyledi. Bir başkası ise, Phelps’in “daha az başarılı” olduğu kelebek kategorisinde yüzmeyi denemeyi önerdi. iyimser bakış açısı bu olmalı.

acı özgürlük.

Demokratik sistemlerdeki muhalefet ve itiraz hakkının bir özgürlük işareti olduğunu kabul edelim. Bu kabulü “ne pahasına?” sorusu takip etmeli. 1970’lerde yapılmış olan Asch deneyini (topluluğun çoğunluğunun kanısı ile ters düşmek pahasına kendi görüşünü belirtmek ne kadar mümkün sorusunu irdeleyen bir deneysel sosyal psikoloji çalışması) dinleyicilerle paylaştıktan sonra benzer bir paradigma ile yapılan bir deneyde, “kara olduğu halde herkesin ak dediğine kara diyebilen” kişinin, herkesle doğru bildiğini savunma uğruna ters düşerken, beyindeki talamus aktivitesinin şiddetlendiği gözleniyor. Bunun anlamı, herkesin ak dediğine kara demenin fiziksel acı oluşturabileceği.... özgürlük tatlı olmak zorunda değil, demiştim. Özgürce karşı görüş belirtmek ise, “acı”... ancak acı’yı sevmediğimiz de söylenemez.Rahatımızı kaçıran durumlardan uzak durma eğilimimizi engellediğimizde, acı ya da sıkıntıya katlandığımızda, gelişmenin zevkini yaşamıyor muyuz? Fazla uzağa gitmeye gerek yok; sabah sporu yapana kadarki üşenmemiz ile sporu tamamladıktan sonraki ruh halimizi kıyaslayın, yeter.Beklemenin olmadığı ya da beklemenin tedirginlik içermediği durumlarda (örneğin bir sıra olması) “hemen” dürtüsü zihnimizin neandertal bölgelerinden gelip stratejik bölgelerini “block” etmez. Bankalardaki numeratörlerde olduğu gibi... ancak orada da sorun çıkaran bir husus, platin ya da gold card taşıyan bazı müşterilerin diğerlerine göre avantajlı olması, öne geçmesi oluyor. Biri yer, biri bakar örneği, ayrıcalıklı muamele görenlere bu işi gözden ırak bir yerde yapmak (CIP gibi) daha münasip olur.
Trafik ışığındaki 1 saniyelik bekleme bile, hayattan (hep ileri gitmek, scientific american’ da yayımlanan yanılsamada olduğu gibi) kaybedilmiş anlar olarak mı gözüküyor? Beklememize, arkaya düşmemize tahammülsüzlük, o “kayıp”ın maliyetinin bilemediğimiz bir biçimde yüksek olmasından duyduğumuz korku mu?

sinirlenmek normaldir; anormal olan yatışamamak

Strese dayanıksızlık ile kolay strese girmeyi ayırdetmeliyiz. yüksek stresli ama strese dayanabilen maymunların sırrı, “süperanne” maymunlar tarafından büyütülmüş olmaları... hafif gergin ve kaygılı yapıdaki bireyler, sorumluluk taşımaya yatkın da olabiliyorlar. Strese girmekte pek farkları olmasa da, çıkmaktaki süratleri onları avantajlı kılıyor. strese yatkın yaklaşık yüzde 20lik grubun çıkış yolu, stresin doğurduğu kortizol (ve benzeri hormonların) beyinde gidip bağlanabileceği reseptörlerin sayısının yeterli sayıda olması. bu reseptörler yeterli sayıda olduğunda, organları hırpalayacak "boşta gezer" kortizol kalmadığı gibi, reseptörlerin sayısı oranında, yeni kortizol salınımı baskılanarak, "sinirsel yatışma" sağlanabilir. kolayca kızmakta, sinirlenmekte fazla bir sorun yok, üstelik bu önemli ölçüde genetik kontrollu bir durum, fazla bir söz sahibi olamıyoruz. sorun sinirlendikten sonra yatışamamakta... yatışabilmemiz için gereken sayıda reseptör sahibi olmak ise, küçücükken ne kadar sevilip okşandığınıza, sınırlarınızı yumuşakça ama kesin dille koyabilen, sizi "sınırlar çerçevesinde" özgür bırakabilen bir yetişkinin varlığına bağlı.


Özgür bırakmayı, çocuğunu başıboş bırakmak, "bırak ne isterse yapsın" diyip aslında kendi yetişkin rahatını bozmamak, sanan anne-babalar durumun ne kadar vahim olduğunu anladıklarında çok geç olacak, diye korkuyorum. bakınız: "bunlara hiç bir şey yetmiyor, hiç bir şeyden tatmin olmuyorlar" korosu.

Ne giyelim, ne diyelim çelişkileri....

giyim tarzını belirlerken, seçeneklerin kısıtlı olması, hatta hiç olmamasının rahatlatıcı etkisi de ayrı bir mevzu... okullarda ya da işyerlerinde, belli bir “dress code”un olduğu zaman bir özgürlükten yoksun kalsak da, serbest giysi günlerindeki giysi seçme sıkıntısını çekmek de ayrı bir dert. Bu duruma çözüm olarak işyerlerinden birisinde “serbest kıyafet yönetmeliği” ile serbest kıyafetin özellikleri düzenlenmiş. Karar vermekten kurtulmanın getirdiği rahatlık, bazen özgürlükten tatlı olabiliyor. Aslında özgürlüğün “tatlı” olduğu da, tatlı olması gerektiği de tartışılır. bir sonraki gönderide bunu tartışayım.

Haksızlık?

- 50 isterim.
- 20 veririm.
- Tamam, anlaştık.
- Keşke 20 değil de, 10 veririm, deseydim. 10 YTL zarar ettim, haksızlık. (olabilecek ek kazancından “kaybettti”)
- 30 YTL kaybettim, haksızlık. (hayalindeki 50 YTL’den “kaybetti”)
ikisi de ellerinde olmayanı, ama olabileceğini hayal ettiklerini kaçırdıklarını düşünüyor, haksızlık olduğunu düşünüyor. Birisi 20 YTL kazandı, diğeri ise başka birisinin 50 YTL verebileceği bir malı 20 YTL’ye elde etti. Yine de memnun değiller. Ne yapabiliriz ki?

siz mi desem sen mi?



19 eylül 2008
Bir büyük şirketler grubunun düzenlemesiyle, finans, içecek gruplarından yöneticilerle bir araya geldiğim, kişisel gelişim amaçlı bir “sohbet” toplantısından. Sohbeti ben yapmaktayım.

Başta biraz çekik duran, ne bulacağını bilmeden gelmiş gibi gözükenlerin ilgisini çekmek, zamanı onlara yararlı benim için de zevkli biçimde geçirmek isterim. Gönüllü ve görevli olma bu noktada belirleyici olabildiğinden, seminere gönüllü ve görevli olarak gelenler kimlerdir acaba, konusunu açtım. Aslında gerçek cevabını bilmek istemediğim bu soruyu ortaya atmamın sebebi bu durumun konuşmayı algılamayı olumsuz etkileyebileceğine dikkat çekmekti. Kaygım boşuna çıktı, beş on dakika içinde çok kişi ile ortak bir havayı yakaladık. galiba...

Sen mi, siz mi? En ilgi çeken konulardan birisi, alışkanlıkların kurtarıcı etkisinden söz ederken, kime nasıl hitap edeceğimizi bilemediğimizde imdada yetişen nezaket kurallarındaki “sen mi, siz mi” meselesiydi. Kime nasıl hitap edeceğimizi otomatik ilkelere bağlayan nezaket kurallarının rahatlatıcılığının bir parçası, bizi düşünmekten kurtarması... Sen diye hitap edilmesine izin verilen ortamlarda daha dostça bir ilişkinin, esnek bir hiyerarşinin (belki de adam yerine konuyor olmanın) verdiği rahatlığın hoşluğunu gördük. Bu rahatlık, tedirginliği ortadan kaldırıp, sürekli dizginlenmesi ya da kontrol edilmesi gereken bir kaygı durumuna yer bırakmayarak, yaratıcı, özgün düşünmeye, geleceği tasarlayabilmeye olanak verir. Her iki işlevin de frontal alanı meşgul etmesinin sonucu olan bu kilitlenmeyi aşmanın yolu “rahat” ettirmekten geçer.
Bir dönem ana sektörlerden birisinde çok sayılan bir yönetici olan Ahsen hnm’a çok saygı duyan bir çalışanın dili sürçüp, “Ahsiz hnm” diye hitap etmiş olduğunu anlatan bir katılımcı, siz-sen ayrımının bir yandan da belirsizlik’i arttırıcı olabildiğini hatırlattı (örn. Konum değişikliği ile; ben de boşandıktan sonra sizli bizli, hanımlı beyli olanları hatırlattım). Sağlık ocağı yıllarımda, siz gelir misiniz diye seslendiğim köylü teyze ya da amcaların, sağlarına sollarına bakınıp, “ben tek geldim evladım” diye sözümü yadırgamalarını hatırladım.

bu konuya kalp çarpar, beyin böler kitabımdaki bir kaç yazıda değinmiştim. aslında, kitaptaki yazılar ve konular canlı kalsa da, bir moda ürünüymüş gibi raftan kaybolunca kimsenin aklına bile gelmiyor. bari ben hatırlayayım dedim, en tepedeki çizgi kitaptan (2007).

Pazarlık

Pazarlıkta hep bir şeyler kaçırdığını, hep kaybeden olduğunu düşünmek... Bize mi özgü? Bir tek biz miyiz? Bu tip şeyler hep bize oluyor diye düşünmek sadece karamsarlık hızlı ve yüzeysel düşünme merakı ile mi ilişkili?

Beymen’deki sohbetten aklımda kalanlar

Beymen’in Akmerkez mağazasında (benim konuşmacı ve konuşturucu olduğum) bir sohbet toplantısında. (26 Ağustos 2008) Esel Çekin, Mustafa Uyal, mağaza yöneticileri, haberli habersiz gelmiş müşteriler....Epeyce bir insan. Bir sürü şey, beyinler, kalpler vs konuşuldu. Sorular her zamanki gibi ilginçti. Öfke ve haksızlık duygusu arasındaki ilişkide epeyce zaman geçirdik. Birkaç not:
Öfke duygusunu hissettiğinizde aklınızdaki düşünce büyük olasılıkla, bir haksızlığa uğradığınız düşüncesidir.Size haksızlık yapıldığı düşüncesinde haklı olduğunuzu düşünüyor olabilirsiniz. Genellikle diğer taraftaki kişi de kendisine haksızlık yapıldığını düşünmektedir.. Belki hak’kı nasıl hesapladığımız konusunda diğer kişiden farklı olabiliriz. Hesabı nasıl yaptığımız fark ediyor olabilir. Hesapların karışması dedikleri belki de bu... Başkasının hesabının bizimkinden farklı olabileceğini kabul etmeye ne dersiniz?