Friday, August 31, 2012

yeni çağda mutlu olmak mümkün mü?


YENİ ÇAĞDA MUTLU OLMAK MÜMKÜN MÜ?
Evde… İş hayatında… Sokakta…

(‘orta ve üst düzey beyaz yakalı çalışan’ olarak tanımlananlara dönük PSM dergisinden Duygu Sarı’nın iş dünyası ve psikoloji ilişkisi hakkındaki sorularına kendimce yanıtlar; 2012) kısaltılmış versionu yankiyazgan.com da para çok harcamaya zaman yok başlığı ile yayımlandı.


Hayatı anlamlı kılan 2 unsur var: Biri uğrunda yaşanmaya değecek bir amaç, diğeri de uğrunda yaşanmaya değecek ilişkiler…’ Peki bu “anlam” arayışı beyaz yakalı çalışanların iş ve özel hayatlarındaki tavırlarına, beklentilerine, sevinç ve kaygılarına nasıl yansıyor dersiniz? Dr Yankı Yazgan, uğrunda yaşamaya değer amaç ve ilişkiler ışığında beyaz yakalı çalışanların işlerinden, yöneticilerinden ve hayattan neler beklediğini 20 maddede anlattı.


1) “Geçici dervişlik” durumu nedir?
Herkes yaşamda zaman zaman, özellikle de yaşamın kısalığını ya da geçiciliğini gördüğü durumlarda, geçici bir “derviş ruhuna” bürünebilir. Fakat içinde bulunulan gerçeklik, bu “dervişliğin” oldukça kısa süreli olmasına sebep oluyor. Herkes “Ferrari’sini Satan Bilge” kitabını okusa da, iş Ferrari’yi satmaya gelince pek kimse buna yanaşmıyor.   

2) Çelişki nerede?
Farkında olduğumuz şeyler, daha değişik biçimde yapmak istediklerimiz var; fakat bir yandan da bunları yapmamıza engel olan, elden çıkartmak ya da kaybetmek istemediğimiz, sahip olduğumuzu düşündüğümüz şeyler var. Buradaki çelişki açıklanası bir durum değil. Ama en azından bu çelişkinin varlığını fark edenlerin, fark etmeyenlere göre bir basamak öne geçtiğini söylemek mümkün.

3) Anlamsızlık nerede başlıyor?
Para bir örnek olabilir. Bugün pek çok kişi çok para kazandığını fakat bu parayı harcayacak “zamanı” olmadığını söylüyor. insanlar, belli bir amaca yönelik olarak para kazanıp bu parayı harcayacak zaman bulamayınca “anlamsızlık” başlıyor.  


4) İş hayatında neden zorlanıyoruz?
Günümüz insanının, özellikle beyaz yakalıların (“plazalarda çalışan yüksek ücretli işçilerin”) zorlandığı noktalardan biri, davranışlarının ve tercihlerinin sonuçlarına katlanmak; olabildiğince kaçınıyor çok kişi. Yaptığımız tercihlerin sonucu bellidir. Dilediğimiz gibi bir hayat istiyorsak, bunun bir bedeli var. Bu bedeli ödemek kimi zaman zor geliyor. Olduğumuz yer ile olmak istediğimiz yer arasındaki farkı gördüğümüzde “acı” duyabiliyoruz. Bu çelişkiyi çözmek, bugünden yarına olacak bir mesele değil. Bunu uzun bir süre daha “bir insanlık dramı” olarak yaşamaya devam edeceğiz.

5) “Çok mutlu olmak” nasıl mümkün?
Binlerce yıllık deneyimlerle süzülmüş ve son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalarla da ortaya konan bir bilgi var elimizde: Hayatı anlamlı kılan iki alan var. Biri uğrunda yaşamaya değen amaçlarımız, diğeri ise bu yaşam sırasında yaşama anlam katan ilişkilerimiz. Bu ikisini bir arada gerçekleştirebilmiş insanlar kendilerini “çok mutlu” olarak tanımlıyor.


6) Amaç var, anlam yok!
Amacımızın ne olduğunu her birimiz kendimiz belirliyoruz ve genelde hepimizin bir amacı da var. Fakat “anlamlı ilişkiler” kısmını, bazen gözden kaçırıyoruz. Anlamlı ilişkiler kurmaya zaman ve enerji ayırabilecek bir yaşam tarzı kurabildiğimiz takdirde mutlu oluyoruz. Arkadaşlık, aşk, çocuk-ebeveyn ilişkisi, iyi bir ofis ortamı gibi anlamlı ilişkiler sağlanabildiği sürece, insanların düşündüğümüzden çok daha az paraya razı olabildiklerini görüyoruz. Neticede çalışanlarını en mutlu eden işyerleri, çalışanlarına en yüksek ücreti veren işyerleri değil. En az sömürenler mi? Bilmiyorum.


7) İş hayatı neden stresli?
İşin stresi dediğimiz şey işin zorluğundan çok zamana sıkışık olmak, yoğunluk. Elbette zaman sınırı bir gerçek; yaşamın da bir sınırı var. Fakat sınırlı olması sebebiyle, zamanın çok kıymetli olduğu bir ömürde, bu zamanı nasıl kullandığımızı kendimiz tayin edebilmek, bize en yüksek kontrol duygusunu veriyor. Çünkü böylelikle ömrümüzü nasıl harcayacağımıza biz karar veriyoruz. Bu kontrolu sağlayamadığımız koşullarda ‘stres’ başlıyor.

8) İşyerinde takdir edilmek neden önemli?
Bize zaman ayıran kimselere gerçekten değer veriyoruz. Çalışanlar para karşılığında bir hizmet veriyor ve bunu bizim için, iyi bir şekilde yapıyorlar. İşte bu sebeple çalışanlar iş yerlerinde takdir edilme, önemsenme ve değer verilme ihtiyaçlarını karşılayabildiklerinde hayat kaliteleri de olumlu bir şekilde etkileniyor.

9) Çalışmak neden değerli?
Çalışmak ve çalışma hayatı, ne iş yaptığından bağımsız olarak, bireye yaşamda bir biçimde üretim içerisinde yer alma fırsatı verdiği için mutluluk veren bir durum. O nedenle çalışmanın alternatifini “çalışmamak” olarak görmemek gerek. Daha ziyade, bizi tatmin edecek ilişkiler ağı içerisinde ve bizim için anlamlı bir amaç uğruna çalıştığımızda mutlu oluyoruz.


10) İşten çıkarılma korkusunun altında yatan ne?
İşimiz olduğunda çok çalışmaktan şikayet ediyoruz fakat işsiz kalmaktan da çok korkuyoruz. “Aç kalmaktan” korktuğumuzu söylüyoruz, ama aç kalmayacağımızın da bilincindeyiz. Asıl mevzu “işe yaramaz görünmek”… İşten çıkartılmanın bize en dokunan yanı, dünyada bir yerimiz olmadığını, vazgeçilebilir olduğumuzu duymaktır. Bir şekilde işten ayrılmak zorunda kalmanın ilacı aslında, işe yararlılığımızı göstereceğimizi, anlamlı ilişkiler ağı içerisinde olduğumuzu görebileceğimizi, anlamlı katkılar sağlayabileceğimizi görmekten geçiyor.



11) Patrondan ya da liderimizden ne istiyoruz?
Yakın dönemde bir bankayla iletişim alanında bir dizi çalışma yaptım. Bu kapsamda gerçekleştirdiğim şube ziyaretlerinde çalışanlara “Sizi burada tutan nedir? Nedir size anlamlı gelen?” diye sordum. Verdikleri cevap “Bize değer veren, kendimizi değerli hissettiğimiz bir kurumda çalışmak” oldu. Bu iş yeri tarafından verilen maaşlarına yahut sosyal imkanlarına baktığımda muadili yerlerden farklı değildi. Fakat söz konusu kurumun verdiği his, çalışanını önemsemek üzerine kurulu. Bir yanılsama belki; ama çalışanlara anlamlı gelmekte. Bu anlamda işyeriyle kurduğumuz ilişki de bizim için hayatı anlamlı kılan ilişki modellerinden biri haline gelebiliyor.

12) İş hayatında kimin hayatını yaşıyoruz?
Çalışanlar, şehirli kimseler, yaşamlarının diledikleri gibi olmadıklarını düşünüyorlar. Fakat bu “diledikleri gibi” olan şey aslında kendi seçimleri değil; genellikle toplum tarafından idealize edilen istekler. En iyi arabaya, en konforlu eve sahip olmak gibi… Örneğin, bir banka ya da özel şirkette üst düzey çalışan iseniz, size 5 serisi bir araç, diğer banka müdürüne 7 serisi bir araç tahsis edilmişse, böyle şeyleri önemsemez gözükseniz bile, kendinizi “eksik” hissedebilirsiniz. Dolayısıyla amaçlarımızın tanımının kendimiz tarafından yapılmadığı bir dünyada, biz başkalarının amaçlarını kendi amacımız sanıyoruz.

13) Lider ekibini nasıl mutlu edebilir?
Bayi toplantılarına gelen şarkıcılar, şehir dışında düzenlenen eğlenceler, birtakım sahici olmayan, zorlama olduğu bariz hafta sonu piknikleri, tekne kullanma egzersizleri. Bunlar o an hoş gelse bile işyeri ile çalışanın ilişkisini pekiştirici olamıyor nedense… Üst düzey yöneticilerin bu tarz “kaynaştırıcı” etkinliklerle elemanlarını bir türlü tatmin edemediğini görüyoruz. Bu tarz etkinliklerde tatmin olmayan beyaz yakalı çalışanlarla temas kurduğumda bana söyledikleri, bu etkinliklerin sahici değil, dosyadaki “check list”e işaret koymak üzere yapıldığına inandıkları. “Sahicilik” boyutu es geçildiği takdirde, adet yerini bulsun diye yapılıyor hissi veren ilişki kurma çabaları beyhude; hatta hiçbir çaba göstermemekten daha negatif etkiye sahip.


14) Birimlerin liderleri ya da yöneticileri neden hayati bir pozisyonda?
Küçük birimlerdeki ilişkilerin sıkı olmasının bütün bir kurumun içerisindeki ilişkiden daha hayati olduğunu biliyoruz. Çünkü herkes kendi çalıştığı birimi biliyor. Bu anlamda bir banka şubesi, bir departman, bir ünite gibi küçük birim yöneticilerinin birlikte çalıştıkları ekiple olan ilişkilerinde sahiciliği yaratmaları çok önemli.  


15) Bir lider takım ruhunu nasıl yaratır? 
Sahicilik, hakikilik gibi özelliklere sahip olan lider pozisyonunda olan kişiler, birlikte çalıştıkları ekip arkadaşlarını inandırıyorlar; ortak bir amaç belirleyebiliyorlar. Bu durum bir şirkette, devlet dairesinde ya da sivil toplum kuruluşunda aynı prensiplerle işliyor. Amaçlar ve ilişkiler; hayatımızı bu iki eksen belirliyor. Sistemleri, şirketleri, aileleri, grupları hatta tek tek insanları anlamakta bu model, günümüzdeki bilimsel perspektifi oluşturuyor.


16) Hangi bakış açısı yanlış? 
Tıpkı tavşanla kaplumbağanın hikayesinde olduğu gibi, daha hızlı koşmak her zaman daha hızlı ilerlemek anlamına gelmiyor. Günümüzde düşüncelere “ya hep ya hiç” diyebileceğimiz bakış açısının hakim olması, iki uçlarda düşünmek, ara renkleri kaybetmemize neden oluyor. Ben buna “şalter modeli” diyorum. Oysa bizim vanalara ihtiyacımız var. Değişik düzeylerde ve tonlarda, adım adım ilerlemeliyiz.


17) Liderin en büyük yanılsaması ne?
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerdeki bazı yöneticilere baktığımızda her şey ne kadar dijital veya teknolojikse o denli “ileri” sayılıyor. Oysa bu bir yanılsama. Bunun bir yanılsama olduğu ileride çok daha net görülecek. Elbette dijital teknoloji ile bambaşka bir dünyaya açılıyoruz. Fakat bu “bambaşka” dünya düşündüğümüz kadar başka değil.


18) Dünya gerçekten de düşündüğümüz kadar “başkalaşmıyor” mu?
Telgrafın getirdiği hız devrimi aslında internetin bize getirdiği hız devriminden çok daha büyük. Çünkü telgraf 3 haftalık iletişim zamanını 7 dakikaya indiren bir icat.
Elbette günümüzde imza atılan teknolojik buluşlarda ileride kendi kültürünü yaratacak ama bu belki de yüzlerce yıl alacak. Dolayısıyla günümüz teknolojisi karşısında çok da heyecanlanıp, geleneklerle süzülüp gelmiş olan bazı iletişim alışkanlıklarını, örneğin kalem ve kağıt kullanmayı es geçmemek gerekiyor. Kalem kağıtla ve özellikle el yazısıyla yazı yazmak, düşünme süratimizi ve düşünme kalitemizi, klavyeyle yazmaktan çok daha fazla geliştiriyor. Bu anlamda sosyal ilişkilerimizde bu metot çok daha etkili. 


19) Yaşadığımız çağın içinde birden çok çağ mı var?
Toplumsal DNA da en az biyolojik DNA’mız kadar güçlü; zor ve yavaş değişiyor ve tıpkı biyolojik DNA’mız gibi toplumsal DNA’mızda da mutasyonlar olabiliyor. Bunlar toplumun kırılma noktalarını işaret diyor. Tıpkı şu an Türkiye’de ve hatta genel olarak dünyada olduğu gibi… Bunlar kolay olmayan zamanlar; böyle mutasyona uğramış dönemlerde birden çok çağa ait davranış özelliğini aynı çağın içinde görmek mümkün.

20) Yöneticiler çağın içindeki çağa nasıl ayak uyduracak?
Yöneticilerin veya liderlerin aynı anda birden çok çağın değerlerinin geçerli olduğu bu zaman diliminde, çok vitesli bir araba kullanıyormuşçasına, farklı değerlere hitap edebilmesi gerekiyor. Bu da ancak sahicilikle, başkalarına gerçekten değer vermekle mümkün olabilir. Bunun tam bir reçetesi yok; sahicilik için gerekli olan unsurlardan birisi, insanların birbirleriyle karşılaşma imkanına sahip olması. Bu bazen kahve molalarında kahve makinesinin önünde olabilir; bazen öğle yemeğinde… Sahiciliğe çok ihtiyacımız olan bir zamandayız; çünkü her şeyin sahte olma ihtimalinin çok yüksek olduğu bir dönemdeyiz. Zira bu kadar çok talebe sahici mal yetişmiyor! 

Beyin gelişimi ve davranış olgunluğu


444 ve beyin gelişiminin davranış olgunluğuyla ilişkisi konusunda konusunda epeyce yazıp çizdim ve konuştum. Görüntü kayıtlarını ve metinleri www.yankiyazgan.com da bulabilirsiniz. Bu konuya bıktırma pahasına bir kez daha değinip, problemlere işaret etmek istiyorum.
Geçen hafta Enver Aysever’in TV’deki Aykırı Sorular’ına yeni  düzen beyin gelişimine ne kadar uygun sorusuna verdiğim cevaplardan sonra twitter’da devam eden görüş alışverişlerinden ve konuya ilişkin yeni müfredat açıklamasından hareketle cevap bekleyen bir kaç soru daha:
66 ay ve üstündeki çocuklar için düzenlenen 1inci sınıf müfredat içeriği ‘anasınıfı’ özelliklerinde ise, beyin/davranış gelişimleri buna elverebilir. Bu iyi haber. Peki, o zaman sınıfın adı neden 1inci sınıf? Içerik okulöncesi ama öğretmen okulöncesi öğretmeni değil? Son dakikada açılan kursla seminerle okulöncesi öğretmeni yetiştirmek mümkün mü? Bu soruların cevabını araştırmak iokul öncesi ilköğretim alanındaki eğitimcilerin işi. Ama eksik ve gedikleri, ezberci ve yaptırımcılığı hükümetlerüstü olan eğitim sistemimizin paydaşı olan çocuk psikiyatrları ve annebabalar kontenjanından söz söyleme hakkı doğmakta. Ben davranış ve beyin gelişimi kısmına döneyim:
Okulöncesi eğitim veren ama adı 1inci sınıf olan sınıfların boyutu, fiziki özellikleri ve öğretmen formasyonunun nasıl düzenlendiği, kağıttaki eğitimin hayata geçişini belirler. Çocuklar çevrenin kendileri üzerindeki etkisini süzmekte çok başarılı olamadıkları için, dikkatleri kolayca çelinir. ‘Tahtayı’ ya da tableti takip etmek zorlaşır. Kalabalık, gürültülü ve sıkışık mekanlarda öğretmenlerin öğrencilerine erişimleri de kısıtlanır. Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu semptomlarını taşıyan çocuklar genellikle çevre koşullarının etkisine daha açık, kolayca dağılıp davranış kontrolunu kaybettikleri için ‘yaramaz’, ‘azgın’ ya da ‘dalgın’ gibi sıfatlarla tanımlanırlar. Tabii, her ‘azgın’ ya da ‘yaramaz’ DEHB değildir.
Kendini kontrolun gelişimi. Okullarda aynı sınıf içinde yaşı daha küçük olanların kendilerinden sadece 11 ay daha büyük olanların 2 katı oranda davranış problemi göstermesi ise bu probleme zemin teşkil eden zaafın yaşa bağlı olarak azaldığını düşündürür. Kendini kontrol becerisi zaman içinde özellikle 7 yaş (84 ay ve sonrası) civarında çocukların yarısında tam, yaklaşık %40’ında ise tam olmasa da ‘idare’ edecek kadar mevcuttur.
Beyinde kendini kontrol becerisinden sorumlu alanlar (başta prefrontal korteks) da 7 yaş civarında aynı oranlarda gerekli olgunluğa (kortekste belli bir kalınlık) erişirler. Bu noktadan sonra, ergenliğin başlangıcına (12-14 yaş) kadar gelişmelerini derinleştirirler. Bağımsız gelişmelerini tamamlamış beyin bölgeleri ergenlikte birbirleriyle bağlanarak ortak ve koordinasyon içinde çalıştıkça olgunlaşma yönünde ilerlenir (16-18 yaş).
Tipik gelişen çocuklara göre yaklaşık 2.5 yıl kadar geriden takip eden DEHB tanılı çocuklar ise beyin gelişimlerindeki bu gecikme sebebiyle başka çocuklar için uygun sayılabilecek (açıkçası bu da pek doğru değil, ama öyle varsayalım) eğitim ve davranış kontrol yükünü taşıyamaz durumdadırar.

Gelişim hızı her çocukta, elbette, aynı değildir. Ancak sınıfın ortalama temposundan kopacak kadar geride kalan ve öğrenme ve davranış sorunları gösteren (çoğu DEHB tanılı) kesim genellikle sınıfın % 5-7’si oranındayken, müfredat ağırlığı/uygunsuzluğu, fiziki koşulların yetersizliği, yoksulluk ve toplumsal travma, yetersiz öğretici kadro gibi etkenler bu oranı yukarı tırmandırır. Istanbul’da bir ilçede yaptığımız çalışmada orta-üst sınıfların bulunduğu bölgedeki devlet okullarında oranlar ABD’deki oranlara benzerken, kalabalık göçmen ve yoksul ailelerin çocuklarının öğrenim gördüğü okullarda davranış ve öğrenme sorunu (en sık dikkat eksikliği-hiperaktivite bozukluğu) gösterenlerin oranı hızla en az iki katına tırmanıyordu.
Dikkat eksikliği-hiperaktivite bozukluğu (DEHB) özelliklerindeki çocukların oranı artar. 60-71 ay arasındakileri okulöncesi yerine, içerik hafifletilmiş de olsa eğitimcileri, sınıf nüfusu ve fiziki koşulları yeterli olmayan 1inci sınıflara gönderdiğimizde dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu oranının iki katına çıkması çok muhtemel olur.
Kağıt üzerinde DEHB tanılı çocuklar için bir çok hak var. 1997 tarihli içerik oalark ilerici sayılacak yönetmelik zaman içinde epey bir budansa da, davranış ve dikkat sorunları olan çocuklara kamunun sorumluluklarını çok iyi tanımlar. Ancak kağıt üzerinde kalmaması mücadeleci annebabalar ve onlara destek olan rehberlik araştırma merkezi uzmanları, öğretmenler ve yöneticilerin varlığı ölçüsünde mümkün olmuştur.
Kamunun görevleri. Örneğin, bu düzenlemelerde sınıfta oturamayan çocuklara ikinci/yardımcı/’gölge’ öğretmen tahsis uygulaması ile yardım sağlama görevini kamu yerine getirmediği gibi, ailelerin bunu organize etmesine de binbir engel çıkartır. Aileleri haklarını kullanmaktan caydırıcı söylemler, eldeki imkanların kısıtlılığı ve öğretmenlerin zaten çok ağır olan yüklerini arttırıcı ek işler eklenmesi gibi makul sebeplerden beslenir. Herkesin kendini çaresiz hissetmesi ile sonuçlanan moral bozucu bu döngüden en çok çocuklar zarar görür.

Yeni düzenlemeler, eski düzenlemede çözülememiş (ama faaliyet raporlarında hallolmuş gibi gözüken) bu sorunların, DEHB özelliği taşımayan çocuklara yayılması olasılığını getirmektedir. Üstelik, okulöncesi eğitim ile kendini kontrol becerileri (ve bir olasılık buna zemin teşkil eden beyin bölgeleri) vakitlice ve yeterince gelişme fırsatı bulabilecekken, bu alan şimdilik tıkanık gözükmektedir.

Birinci sınıf olarak ilan edilen ama okulöncesi müfredatı okutulacağı belirtilen çocukları okulöncesi ilan etmek, gereksiz yük almayı engelleyici olabilir.

Yaygın ve herkese eşit sağlanan okul öncesi eğitim, kişilik gelişimini ve akademik performansı olumlu etkileyecek, toplam 12 yıllık eğitim sürecine ve toplumsal hayata iyi bir başlangıç sağlayacaktır.

Aksi takdirde, sadece sınavda çıkacak soruların cevaplarını ezberleyen, okuyan ama okuduğunu anlamayan, toplama çıkartma yapan ama problem çözemeyen, evinin yolunu tarif edemeyen, çok eğitim görmüş ama hiç bir şey öğrenmemiş gençlerin oranı iyice artacaktır.
Mış gibi yapmanın iyi öğretildiği bir düzenden hepimiz zarar görüyoruz; bu tartışma konusunu siyasi ya da ideolojik bir malzemeye indirgemekle geleceğe yazık ederiz.

Wednesday, August 22, 2012

çocuk bahane, kendimize bakalım


Çocuk bahane, kendimize bakalım
Çocukların duygu ve düşüncelerinin gelişimini, davranışlarını nasıl belirlediğiniz izlemek, beyin gelişiminin hayatın başlangıç yıllarındaki şekillenmesiyle gündelik hayat arasındaki ilişkileri incelemek işimin en zevkli yanı. Üstelik bu bakışla gördüklerim sadece çocuklara dönük bir kavrayış sağlamıyor, hayatı ve hayat içindeki yerimizi anlamak için eşi bulunmaz modeller sunuyor. Her model ve hipotez gibi çocuklar büyüyüp genç ve yetişkin oldukça test edebilme olanağı da cabası. Çocukların ve anne-babaların gelişim sürecinde yaşadıkları zorlanmaları dinler, sorunları çözüm veya aşma yollarını ararken sağa sola aldığım notlardan bir seçmece:
    Çocuğun neye ihtiyacı olduğunu veya ne istediğini anlamaya çalışmaktansa, ne istemesi gerektiğine karar vermek daha kolayımıza gelir.
    Çocuğu zorlamayın. Ama kendinizi de ona zorlatmayın. Zorla güzellik olmaz; ama güzellikle zorlama pekala olur. Yaşamımızdaki bir çok doğru ve (daha sonra) olumlu adımı, yakınlarımızın tatlı zorlamalarıyla yapmışızdır. Yapıp da sonradan pişman olduğumuz durumları saymazsak…
    Çocuğun ihtiyaçlarını (anne-baba olarak) karşılamak görevimiz. Nasıl karşılayacağımıza ise, kendimiz karar verme hakkına sahibiz (sahip miyiz?). Örneğin, yemek ihtiyacında olduğu gibi, hangi yemeği pişireceğine anne-baba karar verir. Tabii, yiyen kişinin çocuk olduğunu unutmadan.
    ‘Heyy, bana bakın, ben buradayım’ Çocukların provokatif (tahrik edici, anne-babayı istemediği ve uygun olmayan davranışlara yöneltici) davranışları durduk yerde olmaz. Ilginin azaldığı hissi, zaten az ilgi aldığına inanan bir çocuğun daha fazla ilgi toplama çabasına (‘provokasyon’) yol açar. Siyasetteki provokasyonların atası buradadır.
    Kardeşler kendilerine haksızlık yapıldığı düşüncesiyle çatıştığında anne-babalar ‘ama biz ikinize de eşit davranıyoruz’, savunmasına geçerler. Kardeşler arasında problem genellikle ihtiyaçları eşit olmayanlara eşit davranarak gerçek bir eşitsizlik yarattığımız için ortaya çıkabilir. Herkese ihtiyacı kadar verebilir miyiz? Bunun için önce ihtiyacı doğru saptamak gerekir. Çocukla vakit geçirmek, onu tanımak ihtiyaçlarını anlamamıza fırsat verir.
    Ihtiyaç: ihtiyaç gündelik hayatta tüketimimizde temel bir alt sınırı belirlemekle birlikte, ihtiyaçla yetinebilir miyiz? Ihtiyacımız olmayan nesneleri fazladan ürettirip fazladan tükettirdiği için öfkelendiğimiz ve karşı çıktığımız ‘tüketim toplumu’nda, ihtiyaçlarımızın ötesine geçmek için ne sebep olabilir? Insan ilişkilerinde ‘ihtiyacımız kadar’ ile yetindiğimizde, karşımızdakini basitçe nesneleştirir, ilişkiyi işimizi gör(dür)mek ile sınırlarız. Özellikle kendi ihtiyacını karşılamaya yetecek düzeyde ilişki kurmak yakınlık gelişmesini önleyici olur. Yakınlık, kendimizinki kadar ‘öteki’nin ihtiyacının karşılanmasını da gerektirir. Diğer yandan, eğer yakınlık ‘doğal’ (öğrenilmemiş anlamına) bir ihtiyaç ise, yakınlık ihtiyacı gereği ‘öteki’nin ihtiyacını karşılamamız, bir anlamda, gerekecektir. Öteki’nin farkına vardığımız, onunla yakın olmak istediğimiz ölçüde, onun ihtiyacını karşılamak bizim ihtiyacımız olur. Evrimsel atalarımız sosyal bir hayata geçtiğinden bu yana varlığımızı sürdürmenin, hayatta kalmanın yolu başkalarıyla beraber olmak. Kendi ihtiyacımız dışındakilerin özellikle de ‘yakın olduklarımızın’ ihtiyaçlarına dönük yaşamak, kendi ihtiyacımız. Paradoks gibi gelse de, dostlukların, aşkların, bağlılıkların, tutkuların temeli, bu. Bir başka bakışla, ayrımcılığın, kendimiz gibi olanlara tutkulu bizden olmayanlara düşman olmamızın kaynağı da, bu (Tartışmayı sürdürmek üzere).
    Dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu (DEHB) özünde bir yorgunluk, ve onun doğal sonucu, üşenme problemidir. DEHB tanılı çocukların beyin işleyişlerine bakıldığında kolayca ortaya çıkan aşırı yorgunluk işaretleri görülür.Küçükken de, büyüdüklerinde de, ortalama bir yükü taşımak için ortalamadan fazla yorulan beyin, basit işlemler sırasında bile yavaşlayabilir. Hiperaktif çocuklar büyüdükçe yaramazlık yapmaya bile üşenir, durgunlaşıp bir tür ‘uslanırlar’. Dalgınlıkları, savruklukları devam eder; başkalarına pek dokunmadığı için daha az önemsenir. Yorgun bir beyin ve üşengeç zihin, ancak temel ihtiyaçlara yetişecek kadar iş yapar.
    DEHB’li çocukların temel ihtiyaç olarak gördüklerinin ötesine geçmeleri, bir konuda derinleşmeleri ‘gereksiz, ne işime yarayacak ki?’ yaklaşımıyla engellenir. Bu yaklaşımın DEHB’li çocuklar ya da yetişkinlere sınırlı olmadığı apaçık. Ancak, DEHB’li çocuk gerekli olana beyni/zihni ancak ve zar zor yetiştiği için derinleşmeye fırsat bulamazken, toplumun kalanındaki ‘sınavda çıkmayacak ya da ileride (?) işine yaramayacak konuları öğrenmeme’ eğilimine gerekçeyi toplumsal alışkanlıklarda arayabiliriz. ‘Hemen şimdi’nin ezici üstünlüğü, ‘ bir gün lazım olur’u önemsizleştirir. Bir gün lazım olur’un da ihtiyaç ölçütüne dayalı olmasını, yüzeyselliğin geleceğe vadelenmiş biçimi olarak görebiliriz. Ihtiyaç sayılmayan ihtiyaçlar, karşılanmadığında hayatımızda kendimizi sığ, anlamsız, hayatta ama yaşamaya gönülsüz hissettiğimiz her şeyi içerebilir.

Tuesday, August 14, 2012

Çocuğu yetiştirirken risk almalı mıyız?


    Bir gazetenin yönelttiği soru: Çocuğu yetiştirirken risk almalı mıyız? 

  • Risk, varlığımızı tehdit eden bir tehlikenin gerçekleşme olasılığı hakkındaki tahminimize dayalıdır. Örneğin, iyi bir eğitim görmediğimiz takdirde mesleki başarımızın düşük olması riski vardır. Ancak bu riski azımsamak ya da abartmak, her tahminde olduğu gibi, içinde olduğumuz ruh hali ile yakından ilgilidir. Örneğin, eğitim hayatında baştan beri zorlanan, sabır, dikkat ve öğrenme özellikleri akademik gereklere tam uymayan bir çocuk ya da genç tarafından bu risk olduğundan düşük algılanabilir. Zor gelen durumlardan uzak durmak, onları önemsiz ya da gereksiz göstermek, risklerin abartıldığını öne sürmek doğal bir savunma olarak görülmelidir.
  • ·       Çocuk sahibi olmak başlı başına bir risk sayılabilir. Ne olduğunu bilmediğimiz ve kestirmekte zorlandığımız bir sorumluluğun altına girerken ne ile karşılaşacağımızı bilmesek de, bir çoğumuzda güçlü biçimde bulunan ‘kendimiz gibi bir bireyi dünyaya getirme dürtüsü’ riski algılayışımızı etkiler; riski azımsarız. Evlenirken, ailemizin onaylamadığı birisinin ‘riskli’ (o kişiyle evliliğin ömrünün ya da kalitesinin arzulanan gibi olmayacağı) olarak tanımlanması, aşk ya da tutkumuzun gücü oranında önemsizleşir. Anne-babalar çocuk sahibi olurken, sayısız sağlık riskini bilseler bile, bu risklerin varlığı sebebiyle anne-baba olmaktan vazgeçmezler.
  • ·       Hayatta ‘sıfır risk’ arayışı gerçekçi olmayan ve yaşamayı önleyici bir yaklaşım getirir.
  • ·       Risk, sınırlarımızı zorladığımız durumlarda artar. Diğer yandan gelişim (fiziksel, duygusal, zihinsel) sınırları zorlama ölçüsünde gerçekleşir. Sınırlar ise anne-baba, toplum ve okulun çocuğun gelişimine kılavuzluk etmesi, gelişimin ana yoldan pek çıkmaması için konur.
  • ·       Sınırları trafiğin düzenli ve emniyetli akışını sağlamak için çizilen yol şeritleri ya da hız limitleri gibi düşünebiliriz. Bu sınırları zorlamak, riski yükseltir; ancak sınırları aşmadığımız ölçüde bu zorlama kapasitenin tam kullanımını ve hafifçe gelişimini de sağlayabilir. Riskin gerçekleşmesine olanak vermez.
  • ·       Anne-babalar riskli durumları belirleyerek kendi çizgilerini koymuş olurlar. Çocuklar ise bu sınırları zorlamaya oyun ile başlarlar. Annenin emzirmesi sırasında tam doymuş gibi yapan bebeğin, anne memesini geriye çekerken tekrar emmeye başlaması ile başlayan bu ‘oyun’lar, annenin gözünün içine baka baka ‘cıs’ ilan edilmiş nesnelere elini yaklaştıran çocukta devam eder. Risk alma, sınırın nereden geçtiğini ve nereye kadar esnetilebileceğini anlamanın tek yoludur. Bir anlamda gerçeği test etmek için kullanılan bir yöntem diyebiliriz. Ödevini yapmadığında ne olacağını araştıran çocuk, ödev konusundaki sınırın (‘ödev yapmayan teneffüse çıkamaz’) gerçek olup olmadığını sınamış olur. Ödev yapmayıp teneffüse çıkmama riskini alarak öğretmenin sınırı nasıl uyguladığını öğrenir.
  • ·       Risk alma, iyi bir risk hesabına dayalı ise, deneyimi arttırır ve zorluklara dayanmayı öğretebilir. Türkçemizdeki gözü pek ve gözü kara deyimleri, risk alırken sınırı zorlayan ile sınırı aşan arasındaki farkı güzelce anlatır. Riski değerlendirmeksizin, ‘körlemesine’ ve hesapsızca atılan adımları risk almak olarak göremeyiz. Sınırı zorlama ve bu zorlama ile bir gelişim adımı atma amacı taşımayan rasgele risklidirler, tehlikeyi hesap etmedikleri için kendilerine ve başkalarına tehlike doğururlar. Gelişime hizmet etmezler. Bu tür riskli hareketler sonucunda tahmin edilen tehlikeli durum gerçekleşmese bile, bir öğrenme içermediğinden ötürü aynı riskli davranış tekrarlanır durur. Örneğin, Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu risk almanın ve sınır zorlamanın değil, riskli davranışın ve sınır aşımının daha sık olduğu bir problemdir. O nedenle ergenlik ve gençlik dönemine ulaşan DEHB tanılı bireyler, bağımlılık yapıcı maddeleri ya da ateşli silah gibi tehlikeli şeyleri denemek konusunda fazla hevesli, trafik kurallarını çiğnemeye yatkın, dolayısıyla güvenliği tehlikeye atmaya daha yakın davranabilirler.
  • ·       Ehliyetsiz ve güvenliği tehlikeye atarak araç kullanan gençlere sorduğumuzda bir tehlike olmadığını söyler, kanıt olarak da o zamana kadar bir şey olmamış olmasını öne sürerler. Risk hesabını yanlış yapan bu gençlerin risk aldığını değil, kendilerini ve başkalarını riske soktuğunu söylemek gerekir. Yüreklilik ile cüretkarlık arasındaki fark, risk alan ile riske sokan arasındaki farka denk gelir.
  • ·       Sınırlarımızı zorlayarak, kendimizi geliştirici risk nasıl alınabilir? Daha önce yemediğimiz bir yemeği yemek, alışkanlıklarımıza aykırı bir deneme yapmak, reddedilme olasılığı olan bir teklifte bulunmak, öğretmenin istediği ödevi yaparken internetteki kaynaktan ‘copy-paste’ yapmak yerine, konudaki değişik kaynakları kendi süzgecimizden geçirip özgün bir fikir ortaya atmak… bunları risk alma örnekleri olarak gösterebilirim.
  • ·       Risk alma eğilimi bebeklikten başlayarak gözlenebilir. Dün çıkamadığı bir iskemleye bugün bir kez daha çıkmayı deneyen, iki ayak üzerine evvelsi gün kalkmış bir bebek risk almaktadır. Risk almak, rahat gelen, bildik ve alışıldık durumun dışına çıkmayı gerektirir. Statükonun dışına çıkmak, yenilikçi olmak, şimdinin bir sonrasını merak etmek ve bilmeye, hatta belirlemeye çalışmak risk alıcı davranışlardır. Risk almak, merak ve öğrenme arzusu ölçüsünde artar. Bilginin ve kendini kontrol becerilerinin geliştiği ölçüde kendine ve çevreye katkıda bulunmaya imkan verir.
  • ·       Risk alma ile riskli davranma arasındaki ana fark tehlikeyi hesap etmek ile tehlikeyi azımsamak ve yok saymak arasındaki farktır.
  • ·       Aile ve okul; hem risk alıp sınırları zorlamak isteyen çocuğa sınırları koyarak, sınırları çocuğun gelişimine göre genişleterek, değiştirerek ve kaldırarak, çocukla müzakere ederek gelişimi destekler. Risk alırken zorlanan sınırları, örneğin atletizmdeki bir dünya rekoru gibi düşünün. Her zorlama ve sonrasındaki aşımda, sınırı biraz daha yukarı çekmek, baskı ya da zorlama aracından ziyade bireyin kapasitesini daha verimli ve hedeflerine dönük kullanmayı doğurur.
  • ·       Mevcut çoktan seçmeli soruların cevaplarını ezberlemeye dayalı sahte-yarışmacı eğitim sistemimiz bu sportif yarışma ruhundan yoksundur. Bireyi geliştirmeyi hedeflemediği gibi, yetersiz olanı ayıklayıp ve kenara atarak onu risk almayan, kendini geliştirmek için zorlamayan bir bireye dönüştürür. Kazanmak için de riskli olmayan, herkesin hoşuna gidecek, kimseye ters düşmeyecek, akla aykırı olsa da makbul kitaplara aykırı olmayan cevapları ezberden söylemek teşvik edilir. Risk almak için gereken zahmete katlanma, bilgi toplama ve araştırma, akıl yorma süreçleri azımsanır. Hemen sonuç vermeyen çabalar, kısa vadede kazanç getirmeyen işlere benzetilir. Hemen kazanç getirmeyecek mesleklerin eğitimlerine heves eden gençlere ‘risk alma boş yere’ derken, kısa vadede kazançlı olabilecek riskli işlere (paradan para kazanılan ya da çabuk şöhret olunan işler  gibi)alkış tutulur. Diplomalar küçümsenir, ya da alınması gereken, ama alınması için emek harcanması anlamsız bulunan bir belge olarak risk almadan, kendimizi zahmete sokmadan elde etmek için her yola başvurulur. Örneğin, kopya çekmek riskli bir hareket olmakla birlikte gerçek anlamda bireysel bir risk alma sayılmaz. Kendimizle ilgili herhangi bir kapasiteyi zorlamıyor, bir üst absamağa geliştirmeye çalışmıyoruz. Belki toplumsal bir denetim sınırını delip delemeyeceğimizi test ederek toplumun ne kadar adil olduğunu, emeğe mi uyanıklığa mı değer verdiğini, yanlış hareketleri alkışlayıp alkışlamadığını anlamamızı sağlar. Bu da bir öğrenme sayılır.