Sunday, September 29, 2013

geçim derdi


Geçim derdi zekanın kullanımını bozuyor

1983 yılında zorunlu hizmet için gittiğim kasabada sağlık ocağı doktoru olarak mesleğe başladığımda yaptığım doğum, otopsi, sünnet gibi sayısız iş arasında koruyucu sağlık amaçlı ev ziyaretlerinin anlamını bir türlü çözemezdim. Ben, sağlık memuru, ebe hemşire, elimizde her hane için çıkarttığımız kartlar, sokak sokak, köy köy gezip, kimin aşısının zamanı gelmiş, kimin gebeliğinin 3üncü ayı tamamlanmış, hangi bebek yürümüş, hangisi konuşmuş, bakar, inceler, ihtiyacı karşılardık. Kentsoylu aklımla, içimden bu insanların neden kendilerinin akıl edip de bu ihtiyaçlarını takip etmediklerini, sorumluluklarını ihmal ettiklerini düşünürdüm. Cehalet, kötü beslenme gibi klasik etkenlerden başkası aklıma gelmezdi, ama yine de pekala kafası işleyen insanların kendi hayatlarındaki önemli ve gerekli şeyleri bu kadar az takip etmelerine akıl erdiremezdim. Yoksulluk ile geçim derdi arasındaki farkı düşünmemiştim. Hatta bazen yoksulların yoksulluğuna da neredeyse inanmayanlara katılacak gibi hissederdim. Ne de olsa fıstık zamanı olunca ceplerine paraları doldurup şehirde harcayabiliyorlardı, demek ki, aşılara, gebelik takibine, bebeklerinin sağlığına önem vermiyorlardı. Yoksul halkın yanıldığını, yanlış düşündüğünü, yanlış davrandığını düşünen ne ilk, ne de son ‘halkçı’ydım.
Yoksulların hayatlarına sahip olamaması, modern anlamdaki sorumlulukları takip etmemeleri bir aklın yetmemesi ya da zeka problemi midir ? Geçim derdi içindeki yoksul insanların zekasını ölçsek, ne buluruz ? Yoksulların zeka ölçümlerinde genellikle daha düşük çıkmasını daha az öğrenim görmüş olmalarına ya da kötü beslenmelerine bağlayanlar bilim dünyasında çok.
Yoksullar sadece testlerde düşük performans göstermiyorlar; hayatlarına şöyle yukarıdan baktığınızda, gündelik hayatta hatırlamaları gereken şeyleri unutuyor, hayatlarını toparlamakta zorlanıyor, çocuklarına karşı doğru davranışları defalarca öğretseniz de uygulayamıyorlar. Kendi yararlarına olanı göremedikleri, kısa vadeli çıkarlarının peşinde kendilerinden yana olmayanlara destek verdikleri için dudak büktüğümüz yoksulların bu zaaflarını zekalarının gelişmesini engelleyen şartlara bağlamak gündelik sohbet sınırlarındaki en popüler açıklamalardan. Ancak bu bakışın geçerli olup olmadığı bir yana, getirdiği ‘değişmezlik’, ‘böyle gelmiş böyle gider’lik, ‘adam olmazlık’ ne kadar doğru ?
ABD’de siyah Amerikalıların zaten doğuştan ‘zihinsel özürlü’ olduğunu düşünen (ve testlerdeki performansını buna kanıt gösteren) egemen görüş, biraz ‘sol’ bir savrulma ile yoksulların da geri dönüşü olmaz biçimde ortalamanın altına düştüğünü bu saptamaya ekler. Ancak, buradan bir görev çıkartmaktansa, pek yapacak bir şey olmadığını, belki daha çok eğitim almaları gerektiğini, ama alınan eğitimin de pek bir işe yaramadığını söyleyen bir kanaatler dizisi içinde konuyu ‘kaybeder’.
ABD’nin liberal (Amerika’nın orta-sol kanadı, ama dinsel muhafazakarlar açısından komünist gibi ‘bir şey’) düşünürlerinden Cass Sunstein’ın blogundaki bir yazısında aktardığı araştırma yoksullar ve zeka ilişkisine bakışımızı değiştirebilir.
Araştırmanın birkaç deneysel aşaması var. İlk deneyde önce iki ‘finansal’ problem iki ayrı gruba soruluyor, finansal problemlerin maliyetleri farklı ; biri 500 öteki 1500 dolarlık. Ikinci aşamada bir zeka testi uygulanıyor. Yoksul ve zenginler eğer test öncesinde 500 dolarlık (küçük) bir problemi çözdülerse, testlerde fark yok. Ancak kayıp riski daha yüksek olan 1500 dolarlık (büyük) problemi çözen kişi eğer bir yoksul ise, zeka testindeki skorları çok daha düşük. Üstelik, zengin ve yoksulların matematik becerileri arasında da ayrı bir ölçümde görüyoruz ki hiç bir fark yok. Araştırmacıların vardığı sonuç : Daha yüksek finansal kayıp riski almak yoksulların zeka testi performansını bozuyor. Bu sadece bir deney, belki gerçek hayata uymaz, diyebiliriz. Mullainathan ve Shafir’in Hindistan’da yaptıkları deneyin bir sonraki aşaması kuşkuculara yanıt arıyor.
Ürünlerin toplanmasından önceki dönem çiftçiler için maddi sıkıntıların en yoğun olduğu dönem. Harmandan sonra ise bir süreliğine ferahlama oluyor. Hindistan’da yapılan çalışmada iki ayrı zaman diliminde uygulanan zeka testlerinde yoksul çiftçilerin harmandan önceki performansları düşük, sonrası ise daha yüksek ölçülüyor. Arada yaklaşık 13 puanlık bir fark var. Aklı geçim derdinde olan çiftçilerin aklı, zeka testinde ölçüldüğü şekliyle, adeta duruyor. Geçim derdi bir süreliğine olsun kalktığında aynı yoksulların zekaları ‘yükseliyor’.
Yoksulluk koşullarında hayatta kalma mücadelesi verenler, kapasitelerini zihinsel işlevlerine tam yansıtamıyorlar. Bu sadece bir zeka testi sonuçları ile sınırlı kalmayan bir etki. Hayatın çapraşık ayrıntılarıyla başa çıkmak için gereken zihinsel kıvraklık yoksullukla başa çıkma mücadelesinin talepleriyle sınırlanınca, sorumluluklar, para ve kredi kartı kullanımı, çocukların ve kendilerinin sağlığına göstermeleri gereken özen, hepsi en kötüsünden gerçekleşiyor.
Yoksul kesimlerin kendi hayatlarına dönük sorumluluklarını yerine getirmeleri için yardımcı olunması yoksulluklarını azaltmaktan daha hızlı gerçekleştirilebilecek bir yöntem. Sunstein’ın yazısındaki önerileri kamu kaynaklarından yararlanabilmek için doldurulması gereken formları doldurmak için yardım etmeyi bile içeriyor.
Türkiye’de sosyal sağlık hizmetlerinin öncelikli olduğu dönemde sağlık ocaklarından yaptığımız ev takiplerinde kendilerinin o gaile arasında aşılarını sağlık kontrollarını hatırlayıp gelmesini beklemek yerine tek tek ailelerin ayağına gidip hizmeti veriyorduk. Aklını tam kullanmasını yoksulluğun, geçim sıkıntısının engellediği insanlara bir toplumsal kaynağı sunarken, oturup beklemek yerine kaynağın kullanımını sağlamak için destek olmanın önemini o sırada hissettiysem de, bu yazı için kaynakları okurken, ‘ancak tam kavradım’ desem yalan olmaz.  Belki de ev ziyareti yaptığımız dönemler fıstık zamanının hemen sonrasına, maddi darlığın kısmen azaldığı döneme denk geldiğinde, geçim baskısı azalmış yoksul köylüler akıllarını hayatlarına daha egemen kılıyorlardı. O gözle bakmayı akıl edememişim.



 köydeki ev ziyareti öncesinde 'cip'imle:); oğuzeli, 1983



Tuesday, September 17, 2013

tarih her ailenin hayatındadır: 1930 Aydın'da dedem, Adnan Menderes, Fethi Okyar


Derin Tarih dergisi yönetmeni Sn Mustafa Armağan bir arşivde bulduğu bir fotoğrafın arkasında Dr Nafiz (Yazgan) adını görür. Bana dedeme ilişkin hatırladıklarımı sorar. Bu sorusu üzerine hazırladığım nottur. Kendisine benim için değerli bu belgeyi paylaştığı için bir kez daha teşekkür ederim.

Dedem Ahmet Nafiz Yazgan Safranbolu’da 1885’de doğmuş (1930 yılındaki resimde sağdan 8inci, siyah saçlı, bıyıklı; sağdan4üncü Fethi Okyar, 6ncı Adnan Menderes)
Annesi Emine hanım erken yaşta ölmüş. Babası Mehmet Şevki Efendi hattatlık yaparak hayatını kazanan bir kişiymiş. Mehmet Efendi'nin hattalık hayatı İstanbul Sahaflar çarşısı ile Safranbolu arasında geçmiş; 1920lerde (?) İstanbul’a taşınıp, bir yandan kendisine geçim desteği amaçlı verildiğini tahmin ettiğimiz Soğanağa Camii imamlığını sürdürürken, Beyazıttaki küçük dükkanında zanaatını uygulamış. Hattatlar ansiklopedisine göre ‘vasat’ bir hattatlık kariyeri olmuş. Elimizde kalan onun ürünü el yazması Kuran-ı Kerim aile tarafından Süleymaniye kitaplığına armağan edilmiş.

Nafiz, Kastamonu Lisesini ve İstanbul Tıbbiyesini (1907) bitirdikten sonra Safranbolu’ndan Ayenlerin kızı Ayşe ile evlenmiş. Ailenin bu kolu halen Safranbolu’da yaşıyor ve gazoz üreticiliği yapmakta (‘Meşhur Bağlar gazozu’).

Nafiz doktor olarak Rumeli’nde Selanik civarında değişik yerlerde ve en son Vardar Yenicesi’nde çalışmış. Iki kızı (Saime, Sabiha) orada, iki oğlu (Seyfeddin, Şecaeddin) bir sonraki görev yeri olan Karacabey’de (1912-1922 arasında çalışmış), babam Gültekin ise Aydın’da (1925-1966 emeklilik) doğmuş.


Selanik bölgesinde çalıştığı dönemde İttihat ve Terakki Fırkası (İTF) ile ilişkisi olduğu (o dönemdeki bir çok doktor gibi) anlaşılıyor (kaynak: aile içi konuşmalar). Ancak hiç bir zaman siyasete meraklı olmamış. Bu kısmen fazla rasyonellik ile, kısmen de ürkeklik ile açıklanabilir (ailenin davranış özelliklerine bakarak). Somut olaylara dönersem, siyasi iki nokta var. Aydın’dan önce Karacabey’de doktorluk yaparken, Karacabey müftüsü Mustafa Fehmi bey (Gerçeker) ile arkadaşlık yapıyor. 1919’da Sivas-Erzurum sürecine temsilci yollanması isteği ulaşınca, şehirde dedemin ismi geçiyor. Dedem Mustafa Fehmi bey’in gitmesinin daha uygun olacağını belirtip, kenara çekiliyor. Mustafa Fehmi bey, Cumhuriyet’İn ilk ve son Evkaf ve Şeriye bakanlığı görevine kadar devam eden bir kişi, ve dostluklarının yıllar içinde devamı sonucu 1942’de Nafiz bey’in dünürü oluyor (Dr Seyfeddin ile Seniha evleniyor).

Yunan ordusunun işgal ettiği Karacabey’de savaş bitene kadar çalışıp sonrasında tayin edildiği Niğde’deki iki yılın ardından 1925’te Aydın’a vardığında Sağlık Müdürü görevinde. Pratisyen hekimlik üzerine dahili bazı çalışmalar yapmış olmakla ve iyi bir doktor olarak tanınmakla beraber ‘mütehassıs hekim’ ünvanını alamamış (Bunu da genel cerrah olan Seyfi amcamdan duydum).
Aydın’daki 4 doktordan birisiyken, Adnan bey ile şehrin öndegelenlerinin birer parçası olarak ahbaplık ettiklerini (dedemin ‘Adnan bey şöyle yaptı böyle dedi’ diye anlatılarından) biliyorum. Adnan bey 1930 civarında dedemi SCF’ye davet etmiş. Dedem de (büyük olasılıkla dostluğun da etkisiyle) bu süreçte yer almaya karar vermiş. Bazı yolculuklara katılmış. Ancak süreç hızla tersine dönünce, işin sonunda kendisini devlet görevini kaybetmiş olarak bulmuş. Sağlık müdürlüğü görevini ‘bırakması’ partiye katılımı öncesinde mi, yoksa partiye katıldığı için mi, bunu şu anda kestiremiyorum.
Ancak, SCF olayı sonrasında dedem kendini muayenehanede çalışan, hiç bir devlet görevi olmayan, bir anlamda başının çaresine bakmak zorunda kalmış bir hekim olarak bulmuş. Bunu ‘hayırlı’ bir olay olarak anlatır; onun daha hali vakti yerinde bir hayat sürmesine imkan vermiş bir değişiklik olarak görür.
İlginç olan dedemin 1945 sonrasında Adnan bey onu DP’ye davet ettiğinde bu sefer, ‘yok, siz yapın, ben böyle devam edeyim’ demesidir. Belki de, Adnan bey'in Serbest Fırka olayından sonra CHF'deki yetkili pozisyonuna rahatça dönebilmesi ve dedemin işini kaybettiğiyle kalması bir burukluk yaratmıştı.
Ama evde bir siyasi yorum yaptığını hatta herhangi bir lider hakkında pek olumsuz konuştuğunu pek hatırlamıyorum. Hiç bir şeye muhalif gözükmemiş, dini veya siyasi hiç bir telkini olmamıştır. 
Diğer yandan, 1950 seçimlerinin sonuçları ortaya çıktığında  ‘kapının önünde davul çaldırttılar’ sözüyle DP’ye katılmayışının bir pasif karşı duruş olarak yorumlandığını bana anlatan dedem, benim bildiğim dönemde (1965 ve sonrası) CHP seçmeni (İnönü sonrası da dahil) olmuştur. Ölümünden 4 yıl kadar önceki CHP başkanlık seçimlerinde İnönü'ye karşı Ecevit'i tuttuğunu, buna da hayret ettiğimi hatırlıyorum. 
Ortalama bir ülkemiz insanından daha fazla bir biçimde düşüncelerinin ve inançlarının (din dahil)  dışavuran herhangi bir işaretini görmedim.
‘Mutedil’ deyimine uygun bir adamdı. Dürüstlük ve doğruculuk en önemli özelliği sayılabilir. Bu konuda biraz aşırıya kaçtığı üzerine de aile içinde konuşulmuştur.
Hastalarının sevdiği (80 yaşında İzmir’e geldiğinde apartman kapısına gelen Aydın’ın köylülerini hatırlıyorum) bir doktordu. Karacabey’deyken onun hastası olmuş bir genç kızken bana 1980lerde torununu getirmiş bir yaşlı teyzenin ondan ‘Dr Ahmet (Nafiz) bey’ diye bahsettiğini, bende de ondaki ‘el’in olduğunu (iltifat olarak) söylediğini hatırlıyorum. Karacabey’deki yıllardan çok sonra bunun hatırlanması sanırım Gerçeker ailesi dünürlük ile de ilişkili.
Dedemin Adnan bey’in yanısıra bir yakını olan Ethem Menderes ile daha içli dışlı bir ilişkisi olduğunu (babamın bazı kişilerle tanışmasını sağlamış) babamın anılarından anlıyorum. Babamın 1950lerin başında (o zamanki TBMM başkanı) Refik Koraltan ile tanışmasını (körler için bazı faaliyetler yürütmek üzere, onun ve eşinin desteğiyle AltıNokta derneğini kurmak gibi), sonraki yıllarda Koraltan’ın kızı Ayhan hanım ile ortak avukatlık yapmasını da bu ilişkiler zinciri içinde okuyorum.
Ancak daha fazla nasıl anlamlandıracağımı bilemiyorum.
Hayatta kalan kimse, elde yeni bir yazılı bilgi yok.
Dedem Nafiz Yazgan 1976’da, onun en küçük oğlu ve babam Gültekin 2012’de aramızdan ayrıldılar.


Yankı Yazgan
23.4.2013


 dedem muayenehanesinde (1930?)

ihtiyacımız sevmek ve çalışmak; ama, nasıl bir çalışmak, nasıl bir sevmek


Ihtiyacımız: sevmek ve çalışmak
(Bu sayıdaki yazımı Çağlar Çabuk’un  sorularına verdiğim yanıtlardan bazılarını genişleterek veya değiştirerek oluşturdum. daha uzun olan aslını dawww.caglarcabuk.com websitesinden okuyabilirsiniz)


İş yaşamındaki en büyük sorunlardan biri mobbing. İnsanlar neden birlikte çalıştıkları kişilere mobbing yaparlar?

Mobbing yapmak için kötü bir insan ya da ruh sağlığı bozuk birisi olmak gerekmiyor. İş yeri, insanın iki ana ihtiyacından birisi olan üretme (‘to generate’) ihtiyacını (diğeri ise sevme, ilişki ve bağ kurma, cinsel anlamın ötesinde) gerçekleştirebildiği bir yer. Yaptığınız işin, verdiğiniz emeğin sonucunu görme arzunuzu karşıladığınız, bunu genellikle başka insanlarla işbirliği içinde yaptığınız bir yer. Bu işbirliği ve bağlılık kavramlarına bakınca, ikinci temel ihtiyaç olan sevme’nin ve bağ kurabilmenin de işyerinde karşılanmasının mümkün olduğunu söyleyebiliriz (yok, işyeri aşklarını kastetmiyorum). Şöyle düşünelim; çalıştığımız işyerleri, acaba bu ölçütlere ne kadarı uyabiliyor? 

Mobbing’i iş yerlerinin durumu mu tetikliyor?

Birçok iş yerinde part time ya da esnek düzende çalışma var. bir çoğumuzun hayatına bu düzenlemeler daha iyi uyuyor. Ama sonucunda uzun sürelerle aynı iş yerinde çalışanların bile birbirini bilmedikleri bir düzen oluşabiliyor. Çalışanların çok hızla değiştiği, hızlı 'turnover'ı olan iş yerleri de var. Birçok hizmet o kuruma ait olmayan kişiler tarafından veriliyor. Temizlik elemanı, ‘Ben aslında burayı temizliyorum ama, nerenin elemanıyım’ sorusunu soruyor, ‘Hangisi benim şirketim? Aidiyetim nereye?’.
İnsan zihninin alıştığı gibi ‘bir yerde’ ve belli bir süreyle çalışmak yerine alışkanlıklarımıza tam uymayan biçimde geçici/kısmi/esnek zamanla ya da o yerde olmadan (homeoffice) çalışmanın avantajları olduğu gibi, negatif etkileri de olabilir. Örneğin, aynı mekan ve zaman diliminde beraber olmanın getirdiği (insanlar arasındaki) bağların oluşması güçleşebilir.
Özellikle beraber çalışma deneyimi ve geçmişi az olan, işyerinde yeni olanlar açısından bağların oluşup gelişmesini engelleyici olabilecek bu gevşek ilişkilenme tarzı, ‘klasik’ koşullarda akla bile getirilmeyecek kopmayı, terketmeyi, ortada bırakmayı mümkün kılar.
Başkalarıyla birlikte olma ve üretme biçimindeki ‘built-in’ çalışma arzumuzu yeterince doyurmayan iş ortamlarında yaptığımızın, varlığımızın ne işe yaradığını, emeğimizin hangi değeri yarattığını seçip anlayamadan çalışmak pek tatmin edici değil.
Anlamsızlık duygusunu arttıran bu durumlarda kendinizi güvende hissetmemek kolaylaşır. Varlığıyla tehditkar algıladıklarımızdan kurtulmaya çabalar, bir biçimde güçsüz gördüğümüz başkalarıyla uğraşarak kendimizi sağlama almaya çalışırız. Bu psikolojik bir süreç gibi gözükmekle birlikte, bireye ait bir anormallikten ziyade kurumsal düzenlemelerin, çalışma ortamının yapısal özelliklerinin doğurduğu bir durum olarak da görülebilir. 

Kurumsallaşmaya çalışan şirketler var. Fakat en büyük direnci, kurumsallaşmayı satın alan üst düzey yönetim yapıyor. Yapısal zemin hazır değil diyebilir miyiz?

Kurumsallaşmaya başladığınızda, başkalarına hesap verme durumu ortaya çıkıyor. Hesap vermek, aslında işbirliğinin bir parçası. “Ben vapuru kaçırdım, buluşmamıza gecikiyorum” demek için arkadaşınızı aradığınızda bile bir hesap vermektesiniz. Hesap verme, anlamlarının çağrışımındaki negatif içeriği bir kenara bırakarak düşündüğümüzde başkalarını ciddiye almak ve kendinizin de aynı biçimde ciddiye alınmanızı (saygı görmeyi) beklemektir. Kurumsallaşanlar, bu saygı ilişkisini sağlayarak, gönüllü olarak rahatını bozuyor. Zor bir iş yapıyor. O nedenle kurumsallık sürecinden vazgeçme, cayma arzusunu hissetmek, yan yollara kaymak kolay. Evimizde bile çocuklarımıza kendimize koyduğumuz kurallara uymakta zorlanmıyor muyuz? Pişman olmuyor muyuz? Ama rahatını bozup, dayananlar kazanıyor.



İnsanların toleransları ve birbirlerine saygıları da azalıyor sanki?

Başkasını ezmeyi hak bilenlerin sayısında bir artış var mı göründüğü gibi, araştırılabilir. Siz çok kolay incinebilir olduğunuz için başkalarından gelen tehditlere daha hassassınızdır. Bir de içinizde bir anlamda, bir yerde bilmediğiniz zamanda büyük bir haksızlığa uğramış bir kişinin, kendine her şeyi hak bilen, adeta bir çocuk gibi canının çektiğini yapmayı isteyen bir mağdurun ruh hali vardır. O bana öyle yapmıştı, ben de istediğimi hem de ömür boyu, sürgit başkalarına yapabilirim, çektirebilirim. “Şimdi sıra bizde” bunun bir çeşidi. Siyasette de görebilirsiniz. Hak ettiğiniz ve tükenmek bilmeyen bir başkasına istediğini yapabilme ‘açık çek’i.


Peki, toleranslı olmak ve bunu karşınızdan beklemek neden hayale dönüşüyor?

İnsanlar arası işbirliğini pekiştiren, beraber yaşamayı geliştiren her türlü yaşam ve çalışma düzeni, aile, okul ve iş yeri başta, dediğimiz problemleri sınırlar.
Soruyu şöyle soralım. Mobbing nerede olmaz? Kurallarını bireyin özgürlüğünün korunması üzerinden koyan ve uygulayan bir ortamda, söz söyleme özgürlüğü olan, birbirini dinleyen insanlar arasında açık iletişimin olduğu olduğu ortamlarda ‘mobbing’ olasılığı düşer. Üretirken insani ihtiyaçların karşılanmasına odaklı kurumlar bu olasılığı yapısal olarak azaltırlar.

İhtiyacımız olan nedir peki?

İnsanın iyi ilişkiler kurmaya ve üretici olmaya ihtiyacı var. Freud’un deyişiyle ‘sevmeye ve çalışmaya’… 

Saturday, September 14, 2013

Okula başlangıç: öncesi olmadan sonrası olmaz


Okula başlangıç: öncesi olmadan sonrası olmaz


Geçtiğimiz yıl 444 uygulamasındaki 60/66 ay uygulaması sonucunda  hazırlıksız okullara hazır olmayan çocuklar gönderilmişti. Bunun  yanlış ve zararlı olacağına ilişkin görüşlerimi sayısız yerde yazdım, söyledim. O dönemde ‘ideolojik’ itiraz ilan edilen bu görüşlerimden derlediğim bir yazıyı konuyu hatırlatmak için sunuyorum. Ağustos 2013’deki yeni ‘düzenleme’ ile sınır 69 aya çekildi, daha üzerindeki kesime de ‘rapor’ ile erteleme hakkı getirilerek, bir anlamda kısmen başlangıç noktasına dönüldü.
Işin ilginci, çocuklarına okulöncesi eğitim olanağı sağlamış olan (ve çocukları bu durumdan en az zarar görecek olan) kaygısı yüksek annebabaların telaşı yüksek, zarar görme olasılığı en çok ancak kısa vadede ev yerine okulda olması bir anlamda sosyal olarak daha iyi gözüken bu alternatifi benimseyen yoksul kesimlerde ya da yoksul olmasa da bu konuları daha az dert eden annebabalarda ise telaş daha azdı. Yeni düzenleme toplumun yoksul ve çok çocuklu aileleri açısından çocukların eskisine göre 1 yıl daha erken okula gitmesini sağlayarak bu aileleri bir anlamda rahatlatıcı ve yüklerini azaltıcı etki getirmiş olabilir. Ancak, bu rahatlatmanın (gerçekleşse bile) etkisi kısa vadeli.
Çocuğun zihinsel ve beyinsel gelişim düzeyine uygun bir eğitim içeriği tasarlanmadan, hazır olmadığı bir eğitim yükü altına vakitsizce giren çocukların gerçek anlamda iyi bir eğitim almayacağı apaçık. 2013’de ortaya çıkan tablo düşük olasılıklı ‘iyi senaryo’nun pek gerçekleşmediğini gösterdi.
Bazen eğitim ya da psikolojik gelişim gibi konularda ailelerin tercihlerini bilimsel gerçekler ya da uzman görüşleri değil, hayatın o anda zorunlu kıldığı durumlar belirleyebiliyor. Doğru olanı bilmek uygulamaya geçirmeye yetmiyor. Geçtiğimiz birbuçuk yıl içinde kaleme aldığım yazılardan bir ‘ortaya karışık’ ile konuyu kendimce aydınlatmaya çalışacağım.



Alelacele düzenlemelerle yapılan 1inci sınıfa başlangıç yaşını erkene alan düzenlemelerin çocuk psikiyatrisi alanına giren tipte sorunları (dikkat eksikliği, hiperaktivite, öğrenme güçlüğü gibi, akademik sorunlara ikincil duygusal sorunlar, sosyal kaygı gibi meseleler) arttırıcı olmasından ciddi endişe duymaktayım. Zihinsel ve beyinsel olgunluk, sınıflardaki öğrenme ve uyum için bir önkoşuldur. Özellikle dikkat işlevleri beyin olgunlaşması ile net bir ilişki içindedir.

Çocuklar çevrenin kendileri üzerindeki etkisini süzmekte çok başarılı olamadıkları için, dikkatleri kolayca çelinir. ‘Tahtayı’ ya da tableti takip etmek zorlaşır. Kalabalık, gürültülü ve sıkışık mekanlarda öğretmenlerin öğrencilerine erişimleri de kısıtlanır. Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu semptomlarını taşıyan çocuklar genellikle çevre koşullarının etkisine daha açık, kolayca dağılıp davranış kontrolunu kaybettikleri için ‘yaramaz’, ‘azgın’ ya da ‘dalgın’ gibi sıfatlarla tanımlanırlar. Tabii, her ‘azgın’ ya da ‘yaramaz’ DEHB değildir.

Kendini kontrolun gelişimi. Okullarda aynı sınıf içinde yaşı daha küçük olanların kendilerinden sadece 11 ay daha büyük olanların 2 katı oranda davranış problemi göstermesi ise bu probleme zemin teşkil eden zaafın yaşa bağlı olarak azaldığını düşündürür. Kendini kontrol becerisi zaman içinde özellikle 7 yaş (84 ay ve sonrası) civarında çocukların yarısında tam, yaklaşık % 40’ında ise tam olmasa da ‘idare’ edecek kadar mevcuttur.
Beyinde kendini kontrol becerisinden sorumlu alanlar (başta prefrontal korteks) da 7 yaş civarında aynı oranlarda gerekli olgunluğa (kortekste belli bir kalınlık) erişirler. Bu noktadan sonra, ergenliğin başlangıcına (12-14 yaş) kadar gelişmelerini derinleştirirler. Bağımsız gelişmelerini tamamlamış beyin bölgeleri ergenlikte birbirleriyle bağlanarak ortak ve koordinasyon içinde çalıştıkça olgunlaşma yönünde ilerlenir (16-18 yaş).
Tipik gelişen çocuklara göre yaklaşık 2.5 yıl kadar geriden takip eden DEHB tanılı çocuklar ise beyin gelişimlerindeki bu gecikme sebebiyle başka çocuklar için uygun sayılabilecek (açıkçası bu da pek doğru değil, ama öyle varsayalım) eğitim ve davranış kontrol yükünü taşıyamaz durumdadırar.

Gelişim hızı her çocukta, elbette, aynı değildir. Ancak sınıfın ortalama temposundan kopacak kadar geride kalan ve öğrenme ve davranış sorunları gösteren (çoğu DEHB tanılı) kesim genellikle sınıfın % 5-7’si oranındayken, müfredat ağırlığı ve uygunsuzluğu, fiziki koşulların yetersizliği, yoksulluk ve toplumsal travma, yetersiz öğretici kadro gibi etkenler bu oranı yukarı tırmandırır.
Istanbul’da bir ilçede yaptığımız çalışmada orta-üst sınıfların bulunduğu bölgedeki devlet okullarında oranlar ABD’deki oranlara benzerken, kalabalık göçmen ve yoksul ailelerin çocuklarının öğrenim gördüğü okullarda davranış ve öğrenme sorunu (en sık dikkat eksikliği-hiperaktivite bozukluğu) gösterenlerin oranı hızla en az iki katına tırmanıyordu.
Bunun üstüne, aynı yaşta olan çocuklar arasında bile ay farkına bağlı olarak ne kadar küçükseniz, dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu sorunları yaşama olasılığınız yükseliyor.
Çocukların davranış  ve dürtü kontrolu açısından gereken yeterli beyin gelişimi ortalama ancak 7 yaş civarında tamamlandığını düşünürsek, 1inci sınıf olma yaşının daha da aşağıya çekilmesi ve yüklerin çocuklara göre ayarlanmaması çok istenmeyen sonuçlar doğurabilir. 60/66-71 ay arasındakileri okulöncesi yerine, içerik hafifletilmiş de olsa eğitimcileri, sınıf nüfusu ve fiziki koşulları yeterli olmayan 1inci sınıflara gönderdiğimizde dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu oranının katlanması çok muhtemel olur.

Yeni düzenlemeler, eski düzenlemede çözülememiş (ama faaliyet raporlarında hallolmuş gibi gözüken) bu sorunların, DEHB özelliği taşımayan çocuklara yayılması olasılığını getirmektedir. Üstelik, okulöncesi eğitim ile kendini kontrol becerileri (ve bir olasılık buna zemin teşkil eden beyin bölgeleri) vakitlice ve yeterince gelişme fırsatı bulabilecekken, bu yol şimdilik tıkanık gözükmektedir.

Birinci sınıf olarak ilan edilen ama okulöncesi müfredatı okutulacağı belirtilen çocukları okul-öncesi ilan etmek, gereksiz yük almayı engelleyici ve en kısa vadeli çözüm olabilir.

Yaygın ve herkese eşit sağlanan okul öncesi eğitim, kişilik gelişimini ve akademik performansı olumlu etkileyecek, toplam 12 yıllık eğitim sürecine ve toplumsal hayata iyi bir başlangıç sağlayacaktır.
Aksi takdirde, sadece sınavda çıkacak soruların cevaplarını ezberleyen, okuyan ama okuduğunu anlamayan, toplama çıkartma yapan ama problem çözemeyen, evinin yolunu tarif edemeyen, çok eğitim görmüş ama hiç bir şey öğrenmemiş gençlerin oranı iyice artacaktır.