Sunday, November 12, 2006

kariyerinizi kim etkiledi sorusuna cevap


Hürriyet İK'nın soruları iş hayatımızı kimin etkilediği çevresindeydi. Hayatımı etkileyenler, kariyerimi belirleyenler arasından seçim yapmak zor olmadı. Diğer katkıcıların etkisinin boyutu daha az ya da daha çok değil, ama seçtiğim kişinin yeri başka. Sorular ve cevapları:

Hayatta en çok etkilendiğiniz, iş hayatınızda örnek aldığınız kişi kim?

Benim iş hayatım, 1983'ten bu yana, ülkemizin doğusunda ve batısında, ve A.B.D’de, daha ziyade hastalarım ve bilimsel araştırmalardan oluştu. Bu uzunca zaman diliminde hayatıma yön veren sayısız insan arasında, hem kariyerimi, hem kişisel gelişimimi etkileyen başlıca kişi, Yale Tıp Fakültesi profesörlerinden James (Jim) Leckman'dır.

Hürriyet İK: Nasıl oldu, nerede tanıştınız, birlikte mi çalıştınız, ne yaptınız? Bu kişiyle ilgili anlatabileceğiniz bir anekdot var mı?

Jim Leckman ile tanışmamız, hastane bahçesinde aynı seyyar yemek satıcısı önünde kuyruğa girmemiz, ve ikimizin de kuyrukta beklerken elimizde aynı bilimsel makaleyi okuduğumuzu keşfetmemizle olmuştu. Aslında onun çok tanınmış ve önde gelen bir beyin araştırmacısı ve psikiyatr olduğunu zaten biliyordum. Ama birbirimizi yakından tanıma isteği doğuran o konuşmanın sonrasında, öğle yemeklerinde her fırsatta bir araya gelmeye başladık , ilgimizi çeken konulardan bahsettik. Ne mi ilgimizi çekiyordu? Her şey. O New Mexico'daki çocukluğundan, Vietnam savaşı protestoculuğu günlerinden, ben İzmir'den, İstanbul'dan, o psikanalizden, ben beyinin sağ tarafı ile sol tarafı arasındaki farkların kökeninden, aklınıza ne gelirse...Jim Leckman ile bu yakından tanışmanın bir kaç hafta sonrasında, psikiyatri bölümündeki çalışmalarımı bir an evvel tamamlayıp, çocuk/ergen psikiyatrisi bölümüne transfer olmam için bir teklif mektubuyla geldi. Amerikalı olmayanlara pek açık olmayan, gelişim bilimleri ve psikiyatri alanında efsanevi bir yer saydığımız Yale Child Study Center'a, böylece adım attım. Jim Leckman ve bir çok başka lider kişiden, ailelerle, çocuklarla çalışmayı öğrendim, beyin ve gelişim araştırmacılığı becerilerini kazandım.

Hürriyet İK: Bu kişiyi farklı kılan neydi?

Jim klasik bir hocadan çok, karşısındakini merak eden, öğrenerek öğreten bir insandır. 15 yıl sonra onca mesafeye rağmen, yılda bir kaç kez bir araya geldiğim, hayatımdan geçip gitmemiş bir insan olarak kalmasını, "adam yetiştirme"yi kendisinin de geliştiği, öğrendiği bir süreç olarak görmesine bağlıyorum.

Saturday, November 11, 2006

arkadaşının tahlilini yapmak


lise defterlerinde anket sorularına cevap verdiğim arkadaşım S. kendisi hakkındaki değerlendirmemi yazmamı da istemişti. Oturup, onu "tahlil" ettiğim sayfalardan birisini, ukalalığıma sinir olarak, ama saf ve dolaysızlığıma da gizli bir sempati duyarak bloguma koymaya karar verdim. sene: yine 1976. S. bu sayfaların kopyasını bana bir kaç yıl önce yolladığında şöyle demiş:

"Sevgili Yanki,Yirmiyedi yil once benim hakkimdaki bu gozlemlerini okudugumda ne dusundugumu, ne hissettigimi hic hatirlamiyorum. Bunlari senden boyle netve acik ifadeyle duymak eminim ki yararli olmustur. Bu yazindaki ilgiictenlik, ve dostluk cok etkileyici. Daha sonraki iletisimlerimiz dehep dostca ve icten oldu. En net aklimda kalanlar (....) icinIzmire gelisim, (...) Mithatpasa cad.dekievinizde verdiginiz parti, size getirdigim sari tabak ve tepsili cay takimi,sonra Karsiyaka'daki eviniz ve yeni kitapliginizda biraraya gelen aynikitaplar. Sonra bir bosluk var, senin Cumhuriyette cikan kose yazilarin,bulmacalarin ve bunlari topladigin kitabi hediye edisin. Bundan sonra yinebirkac yillik bosluk, ve (......'da) Sule'yle bana geldiginiz aksam disaricikarken size eslik etme teklifinizi kabul etmeyisimin sonradan yarattigipismanlik duygusu. O yillarda yasamdan kacis donemimle ilgili. Sonraki yillarseni hep baskalarindan duymak ve gorusememenin yarattigi uzaklik. Marmara'dakarsilasmamizda sanki hic araya bir donem girmemis gibi dostca sarilmamiz benicok sevindirdi, uzakta kalmis bir dostu tekrar beklenmedik bir sekildekarsimda buldum. Yanki'cim yazdiklarini yeniden okuyunca, diyorum ki, keskebunlari en azindan birkac yilda bir okusaydim. Oyle donemlerim var ki, karar alma asamalari ozellikle, bu yazilanlar bana yol gosterici olabilirdi.O bir kez okunup bir kosede yillarca solmaya birakilmis bu sayfalardabu defa da sen kendi 27 yil onceki halini goreceksin.Umarim sende de guzel duygular uyandirir." İşte böyle... Ergenlik döneminin arkadaşlığına daha uygun bir örnek bulamıyorum. Tam da, ergenlikten gençliğe diye bir kitabın sayfalarını düzeltirken.

Tuesday, November 07, 2006

fen lisesine başvururken



ah, bu da tam lise giriş sınavları zamanından kalma bir kağıt. elle doldurulan bir belge...

ergenlik heyecanı ile kendimi evden dışarı atarken,

fen lisesi nedir, nasıldır, bilemeden.. ankara'ya kadar gittim, o süratle.

bu arada o yıllarda ankara'daki fen lisesi "one and only" idi.

şimdilerde okulun prestiji ne yazık ki o zamandakinden uzakta. 80lerde FL modellenerek ülke çapında oluşturulan fen liseleri de ilk örnek için gösterilen gayretten fazla nasip almayınca, öğrencilerin kapasitesiyle giden okullara dönüştüler.

lise defterleri mart 1976


yandaki sayfayı ne kadar okuyabiliyorsunuz bilemem, ama lisedeki bir arkadaşımın muhafaza ettiği defterine yazılmış, sorulara cevaplar bölümünden bir alıntı... geçmiş fotoğraflarda saçınıza başınıza, ya da, ceketinize filan sinir olabilirsiniz. burada da benzer bir hisse kapıldım. önce sinir oldum, sonra safiyane tavrıma karşı daha az acımasız olmaya karar verdim. aynı arkadaşıma karakter analizi yapıp, davranışsal tavsiyeler verdiğim sayfaları da yayımlayacağım. psikiyatr özentisi diye buna derler:))
bu arada sene 1976.
bu ara lise yıllarından elme geçen malzemeleri de bloguma koymaya karar verdim.

Sunday, October 15, 2006

pamuk, nobel, düşmanlar


fransız meclisinin çıkarttığı yasa ile orhan pamuk'un nobel ödülünü alması tarihlerinin çakışması üzerine bir sürü yorum okudum. bu iki olay arasında bir ilişki, hatta bir koordinasyon olması gerektiğine nasıl bu kadar kolayca inanıyoruz diye.

İki durumun da aynı güne denk gelmesi ya da "getirilmesi", sadece 365 günden bir'den bile yüksek bir matematiksel olasılık, diye de düşünülemez mi?

teklif geçen yıl görüşüldüğü sırada yasalaşsaydı, nobel'i vermeyi bekleyemediler, ya da eşzamanlamayı beceremediler mi denmeliydi?
tesadüf, cilve ? jacques monod'nun "chance and necessity", raslantı ve zorunluluğun ilişkisini irdelediği monografını, galiba bu sefer anlayarak, bir kez daha okudugumdan bu yana, toplum gibi kompleks sistemlerin komploya her zaman müsait olmadığı kanaatindeyim;
bir "yaratici", "rejisör", "sahneleyici" ya da "büyük şeytan" varsayımı içeren "antievolutionary" kökenli yaklaşımlar, zihnimizin "causal inference" a (türkçesi, "her şeyi bir sebebe bağlama") yatkınlığına tam uyduğu icin aklımıza hemen yatsa da, ben ilginç bulmaktan öteye geçemiyorum. belki de öyledir, ama neden sadece öyle olsun?
pamuk-nobel-dusmanlarimiz vs düşünce zinciri ile mantığımızı tek bir çizgiye zincirlemekten uzak durmaktan yanayım.

Sunday, September 17, 2006

efe mi ne?


zorbalıktan söz ettiğim bu haftanın gazete yazısı nereden çıktı?
kendi adıma epey bir çocuğu bully etmiş olduğumu, epey bir çocuk tarafından da bully edilmiş olduğumu hatırlıyorum.
bunların bende ya da diğer çocuklarda iz bırakan yanları nelerdir, diye düşündüğümde, bu durumun eylemcisi ve mağduru arkadaşlarımla nerdeyse 40 yıl sonra konuşuyoruz. okul bahçesinde filan değil, yemek sofrasında...
bizde iz bırakan, bu durumlarda, büyüklerin almış olduğu pozisyon ; aramızdaki olayın tırmanmasına seyirci kalınması, bir başkasına kötü davranmamızı önlemekle yükümlü yetişkinlerin umursamazlığı (yesinler birbirlerini!) hatırlanıyor. a bir de "ben seni daha çok dövmüştüm" vs yıllar sonra yine de üste çıkma muhabbetleri.. erkeklerin ilkokul ve ortaokulun başlangıç yıllarının kalıntısı bu.
yatılı okulu işkence demek diye bir yazı daha ayzmıtım, yeni binyıl ayazdığım sırada. bulunca linkleyeyim de, hikaye tamam olsun.

akşamdaki yazının linki de bu, inşallah çalışır:
http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=53252,10,148

Sunday, September 03, 2006

geri dönülmez noktaların diyalogu

cebimde devamlı bir defterle gezdiğimi, sonra da çıkartıp çıkartıp ona bir şeyler karaladığımı görenler bazen bir garip bakabiliyorlar. "the break up" filmini seyrederken çiziktirdiğim bir şey aşağıda.. sahne de şu: ayrılık kararı geri dönülemez şekilde yürürlüğe girmiş. kadın erkeğe ondan bekleyip de, onun yapmadıklarını anlatmakta. erkek renkten renge girmekte. "ama ben nasıl bilebilirdim?" gibisinden bir cevapla.

özgür ruh

ruhumuz özgür kaldığında ne yapar? çalıp oynar diye düşündüm. özgürlüğün sanki bir gün ulaşılacak, beklemekle gelecek cinsten bir şey olduğunu sandığım için de kendime şaştım.

zengin çocuğu mu, fakir babası mı?

en zengin 100 türkten birisi olmak ister miydim? 100,000 de idare eder diye düşünenler vardır elbette. zengin olmanın en büyük sıkıntısı, zengin çocuğu olmak kısmında. yok, dalga geçmiyorum. paranın en önemli değer, ama pek de kolay elde edilen, hatta elde edilmesine gerek bile kalmayan bir değer olmasından çocukların kafası karışıyor. zenginlik de bir kaç kuşak ömür sürüp, bitiyor. bkz. "büyük büyük dedelerin tarlaları, altınları hk hikayeler, ya da "buralar aslında bizimdi" efsaneleri..

risk analizi

savaşa asker gönderme konusu tartışılırken sürekli bir risk analizi lafı geçmekte... risk analizini kendimce çizip gazeteye yolladıktan sonra evdekilere de gösterdim; yine hiç bir şey anlamadılar. ama askerin asker olduğu ve nereye gittiği pek belli değil, üstelik gönderen de düzgün kılıklı bir adam... mış. peki, sevmediğimiz karakterleri neden tipsiz ve zevksiz giyimli yapmak zorundayız? temiz yüzlü, düzgün giyimli siyasetçilerden "yamuk yapan" olamaz mı?

Wednesday, August 23, 2006

Kimlikler lütfen?


akşam gazetesindeki ilk yazıdaki tanıtım kutusunu buraya da koysam iyi olur. profil yerine...
"İlk yazı ve nezaket gereği, kendimi tanıtmam, kimliğim hakkında fikir vermem iyi olur. En iyisi, kimlik kartlarımı göstereyim, dedim.Yıllar içinde edindiğim kimliklerin kartlarından birkaçını resimde görebilirsiniz: Otobüs yolcusu (İstanbul 79), sağlık ocağı tabibi (Oğuzeli 83), psikiyatr (New Haven 93), asteğmen (Girne 85), karikatürcü (İstanbul 78). Okurları saygıyla selamlıyorum."

Monday, August 14, 2006

break up


Yaz günlerini sıcakta eriyerek ya da klimalı odalarda donarak geçirenlerdenim. İstanbul yeterince güzel, ama başka yerlerde olmayı da istiyor canım. başka yerlerde internete erişim pek olamayınca, ben de teknoloji nimetlerinden halâ tam yararlanamayınca, blogum blog olamıyor yine.
Sinema ve gezme haberleri bloguna dönüştürürsek burayı Ağustos'un ilk haftasında, ailemizin romantik komedi kotasını doldurmak maksadıyla gittiğim Break Up ("ayrılık", belki bozuşma demek daha uygun olur) filminden epey bir erkek/kadın prototipi dersi aldım. www.yankiyazgan.com sitesindeki erkek yazıları başlıklı yazıya bakabilirsiniz detay için. gazeteye koyamadığım ayrılık karikatürünü buraya ekleyeyim.

Saturday, July 29, 2006

erkek adam ne yapmaz?




Erkek ile erkek adam arasında bir fark olduğunu hatırlatarak başlayayım. Erkek adam, ağlamaz malûm... Peki ama, güler mi? Güler gülmesine de, ne kadar güler? Elinize bir cetvel, ya da mezura alın. Erkek adamın güler pozda bir resmini bulun. Gülümsemesinin ya da sırıtışının en’ini, genişliğini ölçün. Bilinen o ki, insan ağzını ne kadar yayarak, kulaklarına yaklaştırarak gülüyorsa, kandaki erkeklik hormonu testosteron düzeyi de o kadar düşüktür. Testosteronu yükseldikçe, erkek adamlık arttıkça, gülüş giderek daralıyor, ve hatta, yok oluyor. Sonuç: Erkek adam, gülümsemez. Belki, kahkaha atabilir. Ağzını büzmek koşuluyla.
“Erkek adam ne yapmaz ?” konusu bir dizi yazı olabilir. Bilimsel araştırmalara göz attığımızda gördüğümüz bir şey daha var: Erkek adam yol sormaz. Her yolu bildiği için değil, sorduğu adamın da yolu bileceğine inanmadığı için. Erkek adam, yol sormadan yol bulmakta fena değildir ve sormadan da, durumu idare eder (bkz: kriz öncesi hükümetler) Ta ki, hangi yöne gideceğine karar vermesi zorunlu olana kadar. O zaman, güler ağlanacak haline.

erkek adamın parmağı ve testosteron



Testosteron düzeyi ile beyin gelişimi arasındaki ilişkiye değinen bir yazı için hazırladığım çizgi... Sol elin işaret parmağı, yüzük parmağından uzun olduğu ölçüde testosteron düzeyi (özellikle anne karnında olduğumuz zamanda beynimize püskürtülmüş olan kısımı) da yüksek olmakta.. Bu da beynimizin organizasyonunu daha erkeksi kılıyor. Bunun önemi ne mi? Sadece, kadınlar ve erkeklerin beyin yapılarının, bazen diğer cinse özgü olabileceğini, bazı erkeklerin kadınlara, bazı kadınların erkeklere özgü sayılan düşünüş ve duygu biçimlerini taşıyabileceklerini hatırlatan bir buluş. Erkek adam olmak ile erkek olma arasında da farklar olabileceğini ve de... bu konudaki bazı yazılarımı görmek için Akşam gazetesinin websitesine bakabilirsiniz http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=46092,,148#

Monday, July 03, 2006


aksam gazetesinde sayfası sürekli değişen bir pazartesi köşem var; sadık okurlar takip ediyor olabilirler. bazen sayfaya uymayan, sığmayan ya da yetişmeyen malzemeyi bu bloga koymak iyi olur idye düşündüm. blogları kaç kişinin okuduğunu bilmesem de, website öncesi bir istasyon.. kolayca yükleyebiliyorum elimde ne varsa.kendi başına fazla yayımlanma şansı olmayan çizgilerimi yayımlamak için gazete köşesini kullanıyor gibi olsam da, köşe yetmeyecek hepsine. taşanları da buraya yerleştiririm:))
bu çizgiler gibi... uydu, uymadı diye düşünmeksizin.

Saturday, June 17, 2006


19 haziranda akşam'da yayımlanacak yazının eşlikçisi olarak hazırladığım bu karikatür, epeyce dönüp dolaştıktan sonra hazır oldu. kendi kendine eğlenmek için değil de, birkaç yüz bin kişinin okuduğu bir gazetede yayımlansın diye karikatür çizdiğimde ya da yazı hazırladığımda, nedense işler daha yavaş ve tutuk gidiyor.

Tuesday, March 14, 2006

kimsenin iyileşmek istemediği hastalık

Aşıkken beynimiz nasıl işler sorusunun cevabını araştırmak için en kestirme yol, annelerin bebeklerine bakarken çekilen beyin MR'larına bakmak olabilir. Romantik aşk ile anne-bebek "aşk"ı/sevgisi arasındaki örtüşmeye her değindiğimde, salonda şöyle bir kımıldanma olduğunu hissediyorum. Bu kımıldanma biraz huzursuzluk, biraz heyecan, biraz da şaşkınlık duygusu içeriyor gibi...Hele beyinde o anda en aktif olan alanların, hangi duygularla ilişkili olduğunu açıklayınca, heyecan biraz hayal kırıklığına dönebiliyor: egemen olan duygular, endişe, kaybetme korkusu, tehlikedeymiş hissi, her an kötü bir şey oluverecek duygusu...Aşk, başlar başlamaz, bitişin endişesini de beraberinde getiriyor. Öyle ki, endişe bittiğinde, aşk da bitmiş oluyor. Gösterdiğim beyin MRlarının bütün romantizmi öldürdüğünden yakınan bir dinleyici, "aşkı da hastalık yaptınız yani yankı bey" diye sitemini dile getirdi. bir insana kayıtsız şartsız bağlanmanın beynimizle bir ilişkisi olması onu neden hastalık yapsın diyecektim ki, bir başka dinleyici "hastalık değil mi?" diye tartışmayı kızıştırdı. Aşk bir hastalık herhalde, tedaviye ihtiyaç duymayan cinsten... Kimse aşktan iyileşmek istemez ki...

Friday, March 10, 2006

Ziraat bankasında iki seminer

Konuşmacı olarak çağırıldığım yerlerde, öğrettiğimden fazlasını öğreniyorum desem abartı olmaz... Mart ayının ilk günü Ziraat Bankası'nın eğitim merkezindeydim. Konuşmalarımın içeriği bildikti; yazılarımda değindiğim konular: karar mekanizmaları, risk değerlendirme, beynimizin bütün bu süreçteki rolü...
beyin ile düşünce arasındaki ilişkiye değindiğim konuşmalarda, bir de demirbaş konu var: pozitif düşünmek zorunda mıyız? Pozitif düşünme adı altında, negatif sayılan her türlü duygudan uzak durma çabasının faydasızlığını başka bir sefere anlatayım. Ama Ziraat B Eğitim Dairesinin yöneticileri (Gülfide hnm ve Özlem hnm) ile oturup konuştuğumuzda gördüğüm o ki, kişisel gelişim adı altında sunulan bir çok "reçete ürün" sadece bana anlamsız gelmiyormuş. Sevelim-sevilelim, pozitif diyelim pozitif olsun, insan isterse her şeyi yapar, tipi gaz verme esasına dayalı görünüşte psikolojik yaklaşımların psikolojiyi iş hayatından uzaklaştırıcı bir etkisi var. Bir çok kişi, "şöyle yaparsanız sizi daha çok severler", "insanları şöyle etkileyebilirsiniz" tipi reçetelerden artık istemiyor. Öğleden sonraki oturumda konuşma şansı bulduğum bir çok yönetici de, akıllarına hitap edilmesini istediklerini söylediler.
Ziraat bankasını konulmaya gitmeden önce, belki biraz da önyargı ile, "fazla ankara" bulacağımı düşünmüştüm. Yanılmışım. Esnek düşünen, sorgulayan, anlamaya çalışan yüzlerce insanla tanıştım. Kişisel gelişime yönelik çalışmalara bakış açılarını kendime yakın buldum. Konuşmayı uzattıkça uzattım:)

Wednesday, February 01, 2006

ayrılık tatlı bir keder


geçen cumartesi tarabya'da tarzını beğendiğim bir çocuk yuvasında (atölye), yuvanın sahibi ve yöneticisi psk Başak Kerimoğlu'nun biraraya getirdiği annebabalarla bir söyleşi yaptım. Son bir kaç yılda, daha ziyade istanbul dışında yaptığım bu tip annebaba konuşmalarını istanbulda yapmayı unutmuşum... Gerçek anlamda bir söyleşi oldu, en çok ben konuştum, ama benden başka konuşanlar da oldu. Hiç bir sorunu fazla çözemedik ama, benim kafamda yeni sorular ve yeni cevaplar doğurduğu için tatminkar oldu:)
konuşmada "ayrılık"ın çocukluk çağının ana teması olduğunu ben de bir kez daha hatırladım. Ana tema ne demek? davranışlardaki değişikliklerin, anne ve babaların tutumlarını, çocukların hislerini belirliypr demek... bu blog'un karikatürü de ayrılıkla ilgili. Bu "post"un başlığı da Shakespeare'in bir dizesinden zaten...

Monday, January 16, 2006

3 cümlede psikiyatri


psikiyatri alanında uzmanlaşmış bir doktor olarak yaptığım işi 3 cümlelik diye tanımlamaya kalkmam yadırganabilir; ama, kastım o değil..
ekteki çizgilerde anlatmaya çalıştım. Geriye kalan cümleleri çizenler olursa, eklerim.

Sunday, January 15, 2006

istanbul'da tatil bitti kar başladı

Narnia günlükleri filminden çıkıp eve dönerken, yürüyüş girişimimiz yarım kaldı; akıntıburnundaki rüzgarda ağzımız burnumuz donuverince... narnia günlüklerinde din propagandası var filan diye okumuştum, ama ben anlamadım neresinde...
didaktik, iyi-kötü, doğru-yanlış kaba ayrımlarına dayanan bir film işte.. çocuklar eğlendi. idil filmdeki çocuk oyuncu kızları görünce, kendisi de "actress" olmaya karar verdi... Benim tanıdığım var mıymış?

Saturday, January 14, 2006

ben bu hizmete mecburum




1983'te Gaziantep'in Oğuzeli ilçesinin sağlık ocağının tek doktoruydum. İlçe dediğiniz, birkaç bin nüfuslu, olanakları sınırlı bir kasaba... Zor ve güzel bir "mecburi" yıl geçirdim, bir sonraki yıl askere, ondan sonra mecburi hizmetin kalan 1 yılını tamamlamak üzere Biga'ya gitmeden önce...





Mecburi hizmetten öğrendiklerimi öğrenmenin başka yolları olabilirdi mutlaka, hayatımdan alıp götürdüklerini geri almaktan çoktan vazgeçtim zaten; aklımda kalanlar yeter de artar herhalde...



Yola çıkmadan önce evde uğurlamalar; herkes başka bir yöne gitmeden, hepimiz (tıp fakültesinden sınıf arkadaşları, başka okullardan İzmirli arkadaşlar) birbirimizi uğurluyorduk, geride kalan pek yoktu.

İzmir'den 23 saatlik bir yolculukla ulaşılan Gaziantep'e ilk yola çıktığım gün, otobüsün penceresinden bakışımı gördüğüm fotoğraf o günkü ruh halimi içimde canlandırıyor: tedirgin (ne bekliyor beni?), ürkek (yapabilecek miyim?), hüzünlü (geride bıraktığım bildiğim sevdiğim insanlar, yerler?).



Göreve 20 Ekim 1983 günü tam 8.00'de başladım. Tam 8:10'da Cumhuriyet Savcısı telefonla arayıp, 'göreviniz hayırlı olsun, ... köyünde bir otopsi var, ona gideceğiz' diyerek ilk görevimi bildirdi.







O günlerden en çok aklımda kalan, yaşadığım arkadaşlıkların keyfi ve içtenliği (bir daha yakalanamaz düzeyde). Otobüsten indiğim andan başlayarak beni ağırlayan iki doktor arkadaşımla geçen zamanı unutamadım mesela...
Şebnem ile Muzaffer (Levent Efe ortak arkadaşımızdı, ben ilk defa karşılaşıyordum) benden bir yıl kadar önce gelmişlerdi Antep'e. Anında ısındık, ben kasabamdan şehir merkezine her indiğimde, evlerine kamp kurup, mini tatiller yapmaktan çok hoşlanıyordum. gençlikte arkadaşlıklar çok hızlı gelişiyor; geldiğimin ikinci günü, yeni tanışıp samimi oluverdiğimiz esin ile murat'ın çocukları oldu, yankı adında:)


Muzaffer'in doğum günü için hazırladığım "tebrik kartı" yandaki resimde... Kendi yaptığı işi çok beğenenlere sinir olsam da, ben de bu kartı pek beğendim ve o yılki yılbaşı tebrik kartı haline getirdiydim.

Bu resimde kendimce mecburi hizmetteki bir hekimi (kim acaba?) çizmiştim, elimde kopyası olmayan yılbaşı kartı versiyonunda, "ben yalnız bir doktorum, boynumda stetoskopum, ben bu hizmete mecburum" şeklinde bir 'dahiyane' sözümü eklemiştim. Bu kartı neredeyse 30 yıl sonra Ege tıp'tan sınıf arkadaşım Aysun bana geçmiş bir ortak hatıra olarak çerçeveletip getirince, hiç bir zahmet boşa değildir, diye düşündüm :)






Arkadaşlık deyince sadece orada olanlar değil, yakında uzakta olup ziyarete gelenleri de saymalıyım.
Hemen yakında sayılacak Sakçagözü'ndeki mecburi hizmet yerinden  lise sınıf arkadaşım Nedim (AFL 77) ziyarete geldiği oluyordu.


ya da, İzmir'den Haluk mesela.



Yine de genellikle (çoğunluk sağlık ocağı hekiminin olduğu gibi) yalnızdım (fotoğrafı sağlık memurumuz Şahin bey çektiydi). Kocaman bir bahçe, nar ağaçları ile doluydu. Arkadaşlarla beraberlik kadar yalnız kalmanın tadını çıkartmayı da Oğuzeli'nde öğrendim. 







Hafta içi ya hasta muayenesi, aile planlaması kliniği (RİA kursuna gitmiştim) ya da ev ve köy ziyaretindeydik. Aşılama ve bebek takibi en önemli işimdi.





Lojman ile ev dipdibeydi. hayatımın en kısa süreli işe yolculuğuydu; toplam 10-12 adım. Pencereden çekilmiş fotoğrafta görüldüğü gibi hem dipdibe hem içiçe bir hayat. her gece doğum, otopsi, adli vaka, hastalık, kaza vesilesiyle camı tıklatmak yetiyordu; yattığım yer sürekli bir nöbet odası gibiydi. Yorulmadığımı söyleyemem.

Bazı hafta sonu günlerinde, 'ev'den çıkıp 'iş'e gidiş sırasında, kılık kıyafet serbestliğinden keyif duyardım. zorunlu hizmet ile kazandığım bakış açısını 'içinde olduğun durumun gerektirdiklerini yap, senin için önemli olanları da (dostluk, fikirler, meraklar) sürdür' diye özetleyebilirim. 
Baştaki hüzünün ve gerginliğin giderek neşeli ve anlamlı anlara yerini bırakması bu bakış açısı değişimine paralel oldu.

www.yankiyazgan.com

bu blog düzenli olmasa da, website'm var diye avunuyordum; onun "evsahibi" de siteyi ortada bıraktı; sokakta kaldık.. şimdi taşınma gayretindeyiz, bayram tatilinin bitmesini beklemekteyiz.
www.yankiyazgan.com
sizleri bekler... her kim iseniz:)

blog işini çözemeyen


bloglamakta neden zayıf kaldığımı düşünmekten helak oldum.. birinci husus, blogu kimler okur; haberdar olanlar mı, haber verdiklerim mi, bir yerlerden search yapanlar mı?
ikincisi, birinciye bağlı; nereye ne yazacağıma karar veremedim, fotograf filan koysam diyorum...
bu bloga bir deneme yapayım. görüntü eklemeyi deneyeyim..
bu işi bir deneme yayını olarak sürdüreyim hele bir...:)