Monday, February 24, 2014

zeka yükseltmek neyi düşürür?


Zekayı yükseltmek neyi düşürür?

Fen Lisesi Ankara’da türünün ilk örneği olarak eğitim vermeye başlayalı 50 yıl oluyor (1964). Bendeniz 10’uncu mezunuyum (1974 girişli). Adet olduğu üzere ‘Okul bizim zamanımızdan sonra çok bozuldu’ kuralının gereği olarak mı, yoksa darbe ve hemen öncesindeki ‘milliyetçi cephe’ hükümetlerinin maarif kolejlerini Anadolu lisesileştirme girişimlerine paralel olarak mı, emin değilim ama; Fen Liseleri de çoğaltılıp, önce büyük kentlere, ve sonrasında ise tüm ülkeye, özel okullara bir ‘okul türü’ olarak ulaştı.
Kalkınma hamlesinin içinde bilimsel düşünme alışkanlığının yeri olduğuna inananlar 1950lerde ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki yarışın bir parçası olarak geliştirilen bilim adamı yetiştirme odaklı lise programlarının ülkemizdeki pilot örneğini 1960ların başında Fen Lisesi’nde kurdular. Herkesin zorunlu yatılı olduğu, öğretim üyesi kalitesindeki öğretmenler ile üniversite düzeyinde laboratuvarların bulunduğu bu okul benim de içinde olduğum ve bugünkü kadar yarışmacı olmayan bir sınavla seçilen bir grup gence mutlu ve bilimli bir lise dönemi verdi. Kariyerlerimiz ve hayata bakışımız üzerinde dönüşsüz etkiler oluşturdu. ABD’de bugün STEM diye bilinen Fen ve Teknoloji liselerinin öncülü olan 1960’lardaki Bronx High School of Science mezunları da benzer öyküler anlatıyorlar.
‘Fen Liseliler’in çoğu okulun matematik ve fen alanında ‘en iyi’leri topladığı, o en iyilerin de biz olduğu düşüncesini bir süreliğine de olsa acaba benimsemiş miyizdir? Seçkin ya da elit olmanın tanımlarından birisi olarak fen-matematik zekasını belirlediğimizde, ne kadar zeki olduğunuzu düşünmek ergenliğin hayhuyu içinde sıradanlaşıp kaybolma korkumuzu giderici olabilir.
Koca ülkede ‘en zeki’lerin sayısını topu topu 96 kişiye indirgediğimizde, ‘zeki olmayı’ çok önemseyen, zekayı da matematik, fizik, kimya (‘biyoloji zeka gerektirmez’) alanları üzerinden tanımlayan bu bakış elbetteki sadece kendi fikrimiz değildi.
Dönemin (daha ziyade kentli orta sınıf) değerlerinin bir parçası olan fen-matematik zekamız ile şişindiğimiz o dönemde, bu sayfaya grafiğini alıntıladığım araştırma sonuçları henüz yayımlanmamıştı (Hudziak ve ark, 2009). Grafiğe baktığımda verbal (sözel analitik) IQ arttıkça sosyal ‘zeka’da sorun yaşayanların oranının arttığını gördüm. Açıklayayım, verbal IQ ‘dil temelli’ anlamına gelmekle birlikte özellikle analitik/matematiksel zekayı içerir. Fen ve matematik kafası taşıyor olmanın ‘bedeli’ olan sosyal durumları pek iyi anlayamama veya sosyal ilişkilere düz mantıkla yaklaşma kusurunu gösterme olasılığımız analitik zekamız arttıkça yükselmekteydi. Bir önemli ayrıntı ise, grafikte göreceğiniz koyu renkli sütunlarda temsil edilen alt grup için bu ‘analitik zeka yükseldikçe ile sosyal zeka kusurluluk oranı artabilir’ ilişkisinin geçerli olmamasıydı. O alt grup hangisiydi, derseniz, kadınlar.
Zeka, sosyal zeka ve analitik zeka kavramlarına yanıltıcı görkemlerine kapılmadan bakabilirsek, göreceğimiz ve tartışacağımız çok şey var. Fen Lisesi ve fen liselerinden bu yana zekaya ilişkin psikolojik ve biyolojik bilgilerimiz çoğaldı; durumu daha iyi anlıyoruz (evet, bunu yazmalıyım). Diğer yandan, ‘fen ve matematik’ ağırlıklı analitik zeka üstünlüğü iddiasıyla ‘seçkinleşmek’ hevesi sürüyor. Bu sadece bizim gibi kimlik arayan ergenlerin arayışı olmaktan çıkıp, anne-babaların çocuğa bir kimlik yakıştırma aracı haline de dönünce zarar verici olabilir. Üniversitelerin, belediyelerin ‘üstün zekalı’ çocuklara eğitim verme amacı güden faaliyetlerine katılabilmek için siyasi parti yetkilisinden torpille zeka skorlarını yükselten aileleri duyunca, Fen Lisesi’ndeki arkadaşlarıma ve anne-babalarına haksızlık etmemek gerekirdi, diye düşündüm. Sosyal zekasından ‘vazgeçerek’, analitik zekasını ‘yükselttirerek’ (torpil bulamazsak beyin dalgalarını etkileyerek zekayı yükseltme iddiasındaki ‘uzman’lara gideriz!) çocuklarını ‘üstün’ yapacağını düşünen anne-babalara ne demeliyiz? Bir yalan ortaya atıp sonra ona inanarak çocuklarını kendi beklentileriyle boğmalarına ses çıkartmadan bakmalı mıyız? Bir düşünün.
Bu arada, Fen Lisesi’nden çıkıp doktor olmaya giderken, biyoloji, matematik, kimya, fizik hepsi güzeldi ama ağzımda kalan en güzel tadlar İngilizce, Edebiyat ve Tarih derslerindendi… Belki analitik zekam daha fazlasına elvermemiş olduğundandır.




resim altı yazısı.
Analitik/sözel zeka ile sosyal ‘zeka’da kusur olma oranı arasındaki ilişki. ‘Üstün zeka’lı erkeklerin yaklaşık %25’inde, kadınların ise sadece % 10’unda sosyal iletişim kusurları var. (Hudziak ve ark, 2009)

Friday, February 14, 2014

severek ayrılalım


Severek ayrılalım

         Her sabah yakınından geçtiğim bir çocuk yuvası var. Her sabah burada müthiş ayrılık sahneleri yaşanıyor ve ben de durup seyrediyorum. Ayrılık sahnelerinin genellikle iki oyuncusu olur, burada da öyle: anne ve çocuk.

            Rengarenk tulumlar içinde ve elleri-yüzleri uyku mahmurluğunun izlerini taşıyan çocuklar, gözlerini, kendilerine benzer yüz ifadeleriyle bakan annelerinin gözlerine çakıştırıyorlar. Ayrılık anından birkaç dakika önce başlayan el sallaşma, kendi kendine sözcükler mırıldanma faslı, çocuk yuva binasının içinde iyice gözden kaybolana dek sürüyor. Şehrin sabah kargaşasını hiçe sayarcasına, son derece yoğun, iki kişilik dünyaların en iyi örneğini veren anne-bebek çiftlerinden öğrenecek çok şey var.
Havaalanında, otobüs terminalinde, tren istasyonundaki uğurlamaları andıran bu sahnelerin, filmlerdeki klişelere benzerliği, evrensel bir durumla karşı karşıyayız, dedirtiyor. Filmlerdeki herşey hakikat, malûm.
            Sevgi Dansı. Boston’dan Terry B. Brazelton ve ekibinin ‘Sevgi Dansı’ adını verdikleri bir ‘film’de de anneler, babalar ve bebekler oynuyor. Bebeklerin en yaşlısı 4 aylık! Araştırmanın amacı, hayatın ilk aylarındaki duygusal ve zihinsel gelişimi hakkında gözleme dayanan bilgiler edinmek. Anneyle bebeğin üç dakikalık beraberliği görüntüye kaydedilip kare kare izlendiğinde, bebeğiyle ‘iyi’ ve ‘kötü’ vakit geçiren anneler ( ve babalar) hakkında çok fazla veri toplanmış.
Bu filmi çocuk psikiyatrisi eğitimimin ilk ayında seyrettiğimde, bir “klasik” olduğunu aslında epeydir biliyordum. Küçük çocuk kliniğinin direktörü Linda Mayes, biz asistan doktorlara “içinizde kendi çocuğu olan var mı?” diye sorduğunda, cevabımız “hayır”dı. Niye sorduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Kendi çocuklarımla yaşadıklarım, filmde gördüğüm her şeyi bana hatırlattı; filmden hatırladıklarım çocuklarımla yaşadıklarımı daha iyi farketmemi sağladı. Kuşkucular, “bir işe yaradı mı?” diyebilir (!), ben de “her şey olacağına varır” diyerek kendimi savunurum. Ama biz filme geçelim.
            İlgi ve sevgi, molasız olmaz. Anne odaya girdiğinde, çocuğun bacaklarını sıkkıştırır ve tatlı tatlı konuşmaya başlar genellikle. Bebek ise anneyi görür görmez, onu bir gülücükle selamlar. Bu girizgâhtan sonra, elini ayağını anneye doğru uzatan bebek dansı açar.Filmi kare kare izlediğinizde, bebeğin iki ana davranış eğilimi arasında gidip geldiği görülür: Anneyle ilgilendiği anlar ve adeta ilginin yoğunluğunun altında ezilmemek için durgunlaştığı anlar, dakikada dört kez birbiriyle yer değiştirir.
            Benzer bir döngü anne için de geçerli. Bebek daha ilgiliyken anne öne eğik, çocuğun ‘üstüne düşer’ durumdadır. Bebek durgunlaştığında, annenin tutumu da uygun bir tona kavuşur. Filme normal hızında baktığınızda, sakin, yumuşak bakışlı, bir bebek ve uysal, sözlü ya da davranışsal olarak ‘tatlı’ mesajlar yollayan bir anne görürsünüz.
            Film boyunca dikkat çeken ana özellik, anne ile bebek arasında ‘feedback’ ilkesine uyan bir duygu alışverişi. Bebek bu ilişkiden kendisi hakkında bir sürü şey öğrenir. Davranışlarıyla bir başkasını nasıl etkileyebileceğini de öğreten süreç budur. Anne ise bebeğinin ihtiyaçlarına ve duygusal taleplerine nasıl karşılık vereceğini, kendisini nasıl ‘ayar’ edeceğini öğrenir.
            Piyano çalarcasına bez değiştirir anne. Bebeğin kendisini nasıl hissettiğini, anneler (içgüdüsel olarak) yüzlerinden anlayabilir. Sözgelimi, bebeğin altını değiştirirken izlediğiniz bir anne, bebeğiyle ritmik bir etkileşim içerisinde, onun tepkilerine uyum göstererek ve adeta piyano çalarmışcasına bir akıcılıkla ‘icraatını’ tamamlar (Evet; alt değiştirme işleminden söz ettiğimin farkındayım!). Bebek, sanki doğuşundan gelmiş bir yatkınlıkla bu ritmi belirler. Annenin ritme uyumsuzluğu, örneğin suratı asık, donuk ifadeli davranışları bebek için akıl almaz bir durumdur. Suratı asık anneler konusuna başka yazılarda da değiniyorum, hem depresyona bağlı olarak, hem de annenin “tabiatı” icabı olarak...
            Her şeyin bir sonu vardır. Bu ‘dansın’ en önemli özelliği, bir “son”unun olmasıdır. Yani, dans sürgit devam etmez. Böylesi keyifli bir etkinliğin gün boyu sürmesi ilk bakışta cazip gözüküyor. Ama kendi haz verici/alıcı yaşantılarımızın kimilerinden bildiğimiz gibi sonu olmayan böylesi yaşantılar ‘kabak tadı’ verebilir.
Bebek için ise, yoğun ilişkinin ardından bir ‘ayrılığın’ geleceğini öğrenmek, ayrı ve özerk bir birey olduğunun ilk dersi olur. Annenin (ve babanın) en önemli işlevlerinden biri de bu özerkleşmeyi destekleyici tutum almaktır.
Özerkleşme’yi, dilediğini yapmaktan ziyade, dilediğini ne zaman ve hangi koşullarda yapabileceğini bilmek olarak tanımlarım. Örneğin, bebeğe bazı minicik sınırlar koymak, bazı isteklerine ‘hayır’ diyebilmek, bebeğin sadece önüne konan nesnelerle yetinmesini kabullenmek gibi…

Ayrılabilmek ve bırakabilmek  Bu sınır koyma konusuna hemen burun kıvırmayın. Bebeğe ‘fırça atmak’ ya da “boyun eğdirmek” anlamında bir olumsuzluktan çok, bebeğin sınırlarını tanımasına yardımcı olmayı kastediyorum. Elbette, kendi sınırlarımızı bildiğimiz ve bu sınırlarla barışık olduğumuz ölçüde, koyduğumuz sınırlarda mâkul ve etkin olabiliriz. Durabilmek, bebeğinizin çocukluğa geçişte geliştirmeye başladığı değer sisteminin temel taşı olacaktır. Bebek bu ritmik sevgi dansını yapmaya başlayıp sonlandırmayı ve tekrar başlamayı öğrendiğinde, ayrılık yaşantısını öğrenebilmesi için,  annenin de bebeğinden ayrılabilmeyi, dansa ara verebilmeyi öğrenmiş olmasına ihtiyaç var.

Diğer yandan, daha yeni kavuştuğumuz bebeğimizden nasıl ayrılacağımızın hazırlıklarını yapma fikrini de içten içe saçma bulduğumu itiraf etmeliyim. Ben “ayrılalım” demiyorum, ayrılığa hazırlıklı olalım, çünkü ayrılık zamanı gelip çattığında, hazırlıksız yakalananlar en büyük acıyı çekiyor. Ayrılığı yok saymamız, onu ertelemiyor.

            Biz özerk miydik? Türkiye’deki bebeklerin büyütülüşünde özerkleşmeyi ne ölçüde destekliyoruz ? Bebeklerin büyümüş halinden, yani erişkinliklerinden geriye  bakıldığında özerkleşmenin pek teşvik edilmediğini, dolayısıyla, ayrılık yaşantısının yeterince öğrenilmediğini düşünüyorum.
Düşe kalka öğrenerek büyümemize pek izin verilmeyen ailelerde büyüyoruz. Tülbentle sırtımızdaki ter “üşütürüz” diye alınırken, lokmalar “sonra zayıflar ve hastalanırız” diye ağzımıza konurken; gençliğimizde “hazırlopçu”, “hayatı kavrayamayan” olmamıza şaşmaya ve kızmaya kimin hakkı var? Anne-babasından uzakta kalamayan, evden ilk ayrılığında dağılan üniversite çağındaki gençler, elde ettikleri özgürlüğü kullanmak yerine anne-babalarının dizinin dibine yapışmaktalar. Bunu aileye bağlılık olarak görenler olabilir, ama, bağlılık ile bağımlılık arasındaki farkı anlatabilmek için bir örnekten yardım alayım:
Kıyıdan ayrılan kayık. Bir kayık düşünün, kıyıya bağlanmış... Kıyıdan ayrılmak istiyoruz. Ama halatın bağlanışına bağlı olarak, durumumuz değişebiliyor:
Birinci seçenek, ip düğüm olmuş, çözmek mümkün değil, ancak koparıp atarak ve bir daha bağlanmamacasına ayrılabiliyoruz. Çok bağlı olan, ama koptuğunda iki yabancı olunabilen ilişkiler gibi. Bağlılığımızdan ancak bir darbe ile kurtulabiliyoruz, üstelik ilişkiyi de kaybederek. Geri dönmemecesine...
İkinci seçenek, ip çok gevşek, bağlanma filan yok, öylece tutturulmuş; ilk dalgada kayık kıyıdan uzaklaşmaya başlıyor bile. Ayrılık kayığın inisiyatifinde değil, öylesine savruluyor.
Üçüncü seçenekte, usulüne göre düğümü atılmış bir halat... Gitme vakti gelince, çözersiniz düğümü. Dönme vakti gelince de, gelir, aynı yere bağlarsınız kayığınızı. Özerk gelişmeden buna benzer bir durumu, ayrılma ve birleşmenin kendi inisiyatifimizde olduğu bir süreci kastediyorum. Bunu yapabilir hâle gelmek için, bebeklikteki dansı iyi öğrenmek işe yarayabilir. Garantisi tok elbette...
İlk partner biziz, sonrakiler... Şu yuvadaki ufaklıklara dönersek… Onların ayrılık yaşantılarıyla başa çıkabilirlikleri, iyice bebekliklerindeki deneyimleriyle çok bağlantılı. Annelerinin, onlarla ‘sevgi dansı’nın yapma becerilerine de çok pay düşüyor. Bebeklerin ilk dans ‘partner’i olmak çok keyifli olsa gerek. Ama bebeklerin büyüdükçe dans eşlerinde değişiklikler olabileceğini, bizden sonra başkalarıyla da ‘iyi’ dans edebileceklerini kabullenebilmek de bir o kadar zor.

severek ayrılalım


Severek ayrılalım

         Her sabah yakınından geçtiğim bir çocuk yuvası var. Her sabah burada müthiş ayrılık sahneleri yaşanıyor ve ben de durup seyrediyorum. Ayrılık sahnelerinin genellikle iki oyuncusu olur, burada da öyle: anne ve çocuk.
            Rengarenk tulumlar içinde ve elleri-yüzleri uyku mahmurluğunun izlerini taşıyan çocuklar, gözlerini, kendilerine benzer yüz ifadeleriyle bakan annelerinin gözlerine çakıştırıyorlar. Ayrılık anından birkaç dakika önce başlayan el sallaşma, kendi kendine sözcükler mırıldanma faslı, çocuk yuva binasının içinde iyice gözden kaybolana dek sürüyor. Şehrin sabah kargaşasını hiçe sayarcasına, son derece yoğun, iki kişilik dünyaların en iyi örneğini veren anne-bebek çiftlerinden öğrenecek çok şey var.
Havaalanında, otobüs terminalinde, tren istasyonundaki uğurlamaları andıran bu sahnelerin, filmlerdeki klişelere benzerliği, evrensel bir durumla karşı karşıyayız, dedirtiyor. Filmlerdeki herşey hakikat, malûm.
            Sevgi Dansı. Boston’dan Terry B. Brazelton ve ekibinin ‘Sevgi Dansı’ adını verdikleri bir ‘film’de de anneler, babalar ve bebekler oynuyor. Bebeklerin en yaşlısı 4 aylık! Araştırmanın amacı, hayatın ilk aylarındaki duygusal ve zihinsel gelişimi hakkında gözleme dayanan bilgiler edinmek. Anneyle bebeğin üç dakikalık beraberliği görüntüye kaydedilip kare kare izlendiğinde, bebeğiyle ‘iyi’ ve ‘kötü’ vakit geçiren anneler ( ve babalar) hakkında çok fazla veri toplanmış.
Bu filmi çocuk psikiyatrisi eğitimimin ilk ayında seyrettiğimde, bir “klasik” olduğunu aslında epeydir biliyordum. Küçük çocuk kliniğinin direktörü Linda Mayes, biz asistan doktorlara “içinizde kendi çocuğu olan var mı?” diye sorduğunda, cevabımız “hayır”dı. Niye sorduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Kendi çocuklarımla yaşadıklarım, filmde gördüğüm her şeyi bana hatırlattı; filmden hatırladıklarım çocuklarımla yaşadıklarımı daha iyi farketmemi sağladı. Kuşkucular, “bir işe yaradı mı?” diyebilir (!), ben de “her şey olacağına varır” diyerek kendimi savunurum. Ama biz filme geçelim.
            İlgi ve sevgi, molasız olmaz. Anne odaya girdiğinde, çocuğun bacaklarını sıkkıştırır ve tatlı tatlı konuşmaya başlar genellikle. Bebek ise anneyi görür görmez, onu bir gülücükle selamlar. Bu girizgâhtan sonra, elini ayağını anneye doğru uzatan bebek dansı açar.Filmi kare kare izlediğinizde, bebeğin iki ana davranış eğilimi arasında gidip geldiği görülür: Anneyle ilgilendiği anlar ve adeta ilginin yoğunluğunun altında ezilmemek için durgunlaştığı anlar, dakikada dört kez birbiriyle yer değiştirir.
            Benzer bir döngü anne için de geçerli. Bebek daha ilgiliyken anne öne eğik, çocuğun ‘üstüne düşer’ durumdadır. Bebek durgunlaştığında, annenin tutumu da uygun bir tona kavuşur. Filme normal hızında baktığınızda, sakin, yumuşak bakışlı, bir bebek ve uysal, sözlü ya da davranışsal olarak ‘tatlı’ mesajlar yollayan bir anne görürsünüz.
            Film boyunca dikkat çeken ana özellik, anne ile bebek arasında ‘feedback’ ilkesine uyan bir duygu alışverişi. Bebek bu ilişkiden kendisi hakkında bir sürü şey öğrenir. Davranışlarıyla bir başkasını nasıl etkileyebileceğini de öğreten süreç budur. Anne ise bebeğinin ihtiyaçlarına ve duygusal taleplerine nasıl karşılık vereceğini, kendisini nasıl ‘ayar’ edeceğini öğrenir.
            Piyano çalarcasına bez değiştirir anne. Bebeğin kendisini nasıl hissettiğini, anneler (içgüdüsel olarak) yüzlerinden anlayabilir. Sözgelimi, bebeğin altını değiştirirken izlediğiniz bir anne, bebeğiyle ritmik bir etkileşim içerisinde, onun tepkilerine uyum göstererek ve adeta piyano çalarmışcasına bir akıcılıkla ‘icraatını’ tamamlar (Evet; alt değiştirme işleminden söz ettiğimin farkındayım!). Bebek, sanki doğuşundan gelmiş bir yatkınlıkla bu ritmi belirler. Annenin ritme uyumsuzluğu, örneğin suratı asık, donuk ifadeli davranışları bebek için akıl almaz bir durumdur. Suratı asık anneler konusuna başka yazılarda da değiniyorum, hem depresyona bağlı olarak, hem de annenin “tabiatı” icabı olarak...
            Her şeyin bir sonu vardır. Bu ‘dansın’ en önemli özelliği, bir “son”unun olmasıdır. Yani, dans sürgit devam etmez. Böylesi keyifli bir etkinliğin gün boyu sürmesi ilk bakışta cazip gözüküyor. Ama kendi haz verici/alıcı yaşantılarımızın kimilerinden bildiğimiz gibi sonu olmayan böylesi yaşantılar ‘kabak tadı’ verebilir.
Bebek için ise, yoğun ilişkinin ardından bir ‘ayrılığın’ geleceğini öğrenmek, ayrı ve özerk bir birey olduğunun ilk dersi olur. Annenin (ve babanın) en önemli işlevlerinden biri de bu özerkleşmeyi destekleyici tutum almaktır.
Özerkleşme’yi, dilediğini yapmaktan ziyade, dilediğini ne zaman ve hangi koşullarda yapabileceğini bilmek olarak tanımlarım. Örneğin, bebeğe bazı minicik sınırlar koymak, bazı isteklerine ‘hayır’ diyebilmek, bebeğin sadece önüne konan nesnelerle yetinmesini kabullenmek gibi…

Ayrılabilmek ve bırakabilmek  Bu sınır koyma konusuna hemen burun kıvırmayın. Bebeğe ‘fırça atmak’ ya da “boyun eğdirmek” anlamında bir olumsuzluktan çok, bebeğin sınırlarını tanımasına yardımcı olmayı kastediyorum. Elbette, kendi sınırlarımızı bildiğimiz ve bu sınırlarla barışık olduğumuz ölçüde, koyduğumuz sınırlarda mâkul ve etkin olabiliriz. Durabilmek, bebeğinizin çocukluğa geçişte geliştirmeye başladığı değer sisteminin temel taşı olacaktır. Bebek bu ritmik sevgi dansını yapmaya başlayıp sonlandırmayı ve tekrar başlamayı öğrendiğinde, ayrılık yaşantısını öğrenebilmesi için,  annenin de bebeğinden ayrılabilmeyi, dansa ara verebilmeyi öğrenmiş olmasına ihtiyaç var.

Diğer yandan, daha yeni kavuştuğumuz bebeğimizden nasıl ayrılacağımızın hazırlıklarını yapma fikrini de içten içe saçma bulduğumu itiraf etmeliyim. Ben “ayrılalım” demiyorum, ayrılığa hazırlıklı olalım, çünkü ayrılık zamanı gelip çattığında, hazırlıksız yakalananlar en büyük acıyı çekiyor. Ayrılığı yok saymamız, onu ertelemiyor.

            Biz özerk miydik? Türkiye’deki bebeklerin büyütülüşünde özerkleşmeyi ne ölçüde destekliyoruz ? Bebeklerin büyümüş halinden, yani erişkinliklerinden geriye  bakıldığında özerkleşmenin pek teşvik edilmediğini, dolayısıyla, ayrılık yaşantısının yeterince öğrenilmediğini düşünüyorum.
Düşe kalka öğrenerek büyümemize pek izin verilmeyen ailelerde büyüyoruz. Tülbentle sırtımızdaki ter “üşütürüz” diye alınırken, lokmalar “sonra zayıflar ve hastalanırız” diye ağzımıza konurken; gençliğimizde “hazırlopçu”, “hayatı kavrayamayan” olmamıza şaşmaya ve kızmaya kimin hakkı var? Anne-babasından uzakta kalamayan, evden ilk ayrılığında dağılan üniversite çağındaki gençler, elde ettikleri özgürlüğü kullanmak yerine anne-babalarının dizinin dibine yapışmaktalar. Bunu aileye bağlılık olarak görenler olabilir, ama, bağlılık ile bağımlılık arasındaki farkı anlatabilmek için bir örnekten yardım alayım:
Kıyıdan ayrılan kayık. Bir kayık düşünün, kıyıya bağlanmış... Kıyıdan ayrılmak istiyoruz. Ama halatın bağlanışına bağlı olarak, durumumuz değişebiliyor:
Birinci seçenek, ip düğüm olmuş, çözmek mümkün değil, ancak koparıp atarak ve bir daha bağlanmamacasına ayrılabiliyoruz. Çok bağlı olan, ama koptuğunda iki yabancı olunabilen ilişkiler gibi. Bağlılığımızdan ancak bir darbe ile kurtulabiliyoruz, üstelik ilişkiyi de kaybederek. Geri dönmemecesine...
İkinci seçenek, ip çok gevşek, bağlanma filan yok, öylece tutturulmuş; ilk dalgada kayık kıyıdan uzaklaşmaya başlıyor bile. Ayrılık kayığın inisiyatifinde değil, öylesine savruluyor.
Üçüncü seçenekte, usulüne göre düğümü atılmış bir halat... Gitme vakti gelince, çözersiniz düğümü. Dönme vakti gelince de, gelir, aynı yere bağlarsınız kayığınızı. Özerk gelişmeden buna benzer bir durumu, ayrılma ve birleşmenin kendi inisiyatifimizde olduğu bir süreci kastediyorum. Bunu yapabilir hâle gelmek için, bebeklikteki dansı iyi öğrenmek işe yarayabilir. Garantisi tok elbette...
İlk partner biziz, sonrakiler... Şu yuvadaki ufaklıklara dönersek… Onların ayrılık yaşantılarıyla başa çıkabilirlikleri, iyice bebekliklerindeki deneyimleriyle çok bağlantılı. Annelerinin, onlarla ‘sevgi dansı’nın yapma becerilerine de çok pay düşüyor. Bebeklerin ilk dans ‘partner’i olmak çok keyifli olsa gerek. Ama bebeklerin büyüdükçe dans eşlerinde değişiklikler olabileceğini, bizden sonra başkalarıyla da ‘iyi’ dans edebileceklerini kabullenebilmek de bir o kadar zor.

aşk bir çırpıda doğar, küçük adımlarla yürür


Aşk bir çırpıda doğar, küçük adımlarla yürür

 
Aşkın her türü aynı yasaya göre doğar, yaşar, ölür veya ölümsüzlüğe ulaşır” Beyle, 1822


"... Onu hiç aklımdan çıkartamıyorum, saçları, kokusu, yüzünün güzelliği, sesinin rengi, nerede olsam, nereye gitsem yanımda gidiyor adeta. Nasıl böyle güzel, hiç bu kadar olacağını, olabileceğini hayal etmemiştin..." Böyle sürüp giden sözlerin temsil ettiği duyguyu en son kimin için hissettiniz? Bir aşkın başlangıç evresini aklınızı birisine takmaktan daha kapsamlı ne ifade edebilir? Türkçe'de gönlünü kaptırmak, aşk derdine düşmek ile, İngiliz dilindeki "aşka düşme"nin anlamını biraz sollasa da, oluveren, fazla düşünme fırsatı vermeden gerçekleşiveren bir "olay" hep kastedilen.


Her şeyim sensin. O'nun duruşu, yürüyüşü, ve hele bakışı, hepsi bizi aşka sürükleyen ve sürüklendiğimiz yerde tutan şeylerdir. O'ndan gelen işaretlerle ilerler, duraklar ve susarız. O'na olan aşkımızın işaretlerini verir, karşılık buldukça ve karşılık verdikçe aşkı derinleştirir, geliştiririz. Zaman en büyük yardımcı ve en büyük rakiptir. Ömrünüzün yetip yetmeyeceğini düşünür, O'nu daha önceden, kendi hayatımızın başından beri bilmeyi dileriz. O'nun sağlığı , esenliği derdimizdir, üstü açıldı mı tabii ki biz örteriz. O'nun doğup büyüyüşü gibi, aşk da bir anda, ya da bir bakışta doğar, sonra küçük adımlarla yürür. Ayrılmak olabilecek en korkunç son’dur; akla bile getirmek istemeyiz, kaygılarımızın eksilmez temasıdır. Ayrı olunan her an birlikteliklerin yoğunluğunu arttırıcı bir katkı maddesidir. O'nun dünyamıza ışıltılı, gümbürtülü girişi ile hayatımızda koparılması zor bir parçası haline gelişi arasında bir zaman geçer. Kimine göre bu iki yıldan az sürmez...


Tıpkı aşk. Durup düşündüğümde, önce "gerçekten tıpkı bir aşk gibi" diye geçirdim aklımdan, sonra "gibisi fazla, bu aşkın ta kendisi," dedim. O'na öylece baktığımda, yarım Türkçesi ile "beni ne kadar seviyorsun?" dedi." Beni hiç bırakma," diye devam etti, "hep böyle kalalım" diyerek gelip kucağıma tırmandı. Orada kıvrılıp öylece uyuyakaldı.Uyandığımda ona, onu çok ama çok sevdiğimi bıkmadan defalarca söylemeliyim. O da ileride çok sevsin diye...
Anne- babanın çocukları ile yaşadığı “aşk”ta belirgin olan davranışlar nelerdir? Açıkçası, hiç birimize yabancı olmayan şeyler:
·      O'nun ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılama,
·      O’nunla bütünleşme ve benzeşme,
·      O’nda kendine benzerlikler ve kendinde olmayan eşsizlikler bulma.
·      O’nu kaybetmekten daha büyük bir felâket düşünememe.

Bazı “uzak” kültürlerde ikiz bebekler doğduğunda, bebeklerden birisine iyice yoğun ilgi verilebilsin diye ikizini ortadan kaldırırlar. İkizleri yaşatan toplumlarda, bir ikizin diğerine yeğ tutulduğu çok olur.  Bu "ortak kabul etmeyen" durum kaygıları doğurup besleyicidir: “bebeğime yetemiyorum, onu koruyabilecek miyim? Onu besleyebilecek miyim? En iyi şekilde okutabilecek miyim?  İyi bir anne/baba olabilecek miyim?”
Onun karakterine uyabilmek için çabalayıp, kendinizin onunla uyumunuzu artıracak şekilde kendinizi değiştirmeye uğraşırsınız. Biz büyüklerin aşkından farklı olarak, bu çabalar tek taraflı olarak yaşanır, bebek kendisi gibidir.
Üstelik, büyüklerin aşkındaki en klasik sonraki aşama olan, “onu kendine benzetmek”, “değiştirmeye çalışmak” bebeğimizle ilişkide düşmediğimiz hatalardır. Şu bebeğin anne/baba ile “sevgi dansı” benzetmesinde olduğu gibi adımları bebek ayarlar, siz müziği ve ritmi işitmeden adımınızı onunkilere denk atarsınız.


Buruşuk surata vuruldum. Büyüklerin bu tarz aşklarının ihtiyaca binaen yürüdüğü söylenir, ilk fırsatta da müzik değişir, dansçılar da.. Bebeklerle olan aşk ise, uzun ömürlüdür. Hızlıca, bir çırpıda başlar, ilk görüşte o buruşuk surat, kıtır ses ve kıllı enseyi sever, vurulursunuz! Sonrasında, aşk küçük adımlarla yürür. Adım adım, herkesin âdeta ruhuna siner, bitmek tükenmek bilmez. Beyle'in deyişiyle ölümsüzlük mertebesine ulaşır.


Anne ile bebeğin ayrılmaya, birbirlerini bırakın kaybetmeye, birbirlerinin bakışını biracık kaçırmaya tahammülleri olmaz. Biz büyükler de aşkta mükemmel birlikteliği yakaladığımız, o yıllardır beklenen ve aranana kavuştuğumuz andan itibaren onu kaybedeceğimiz anın ürküntüsüne kapılıveririz.

Binlerce yıllık bir aşk. Öteki'nin ihtiyaçlarını ve arzularını hemen o anda hissetmemizi sağlayan, onu ilk "görüp beğendiğimizde" (veya "görülüp beğenildiğimizde") duygumuzun adını koymamızı sağlayan "şey" içeride bir yerlerde mevcut mu? Binlerce yıldır bütün klasik ve modern metinlere, masallara ve şarkılara aşkı bütün klasik ve modern metinlere, masallara ve şarkılara aşkı sokan, her hayatta ve hayatların kesişme noktalarında tekrar tekrar yaşanmasını sağlayan, yeryüzündeki her aşkı adeta birbirinin “filogenetik” bir devamı yapan nedir?
Bebek büyüyüp de aşık olduğunda, annenin bebeğe aşkını dile getirirken kullandığı sözlerini, hissettiği kaygılarını, neredeyse aynen kullanacaktır. Aşkı binlerce yıldır hayatta tutanın ne olduğunu, her bir hayatın ilk günlerinde aramalı.