Monday, December 24, 2012

biz katil olamayız, demek ki katil onlar



Biz katil olamayız, demek ki katil 'onlar'
Newtown’a kıyamet erken geldi. Çoğu küçük çocuk onlarca kişinin öldüğü olaya katliam demek abartı olmaz. Olayın acısını yaşayan anne-babaların sorduğu ‘neden?’ sorusuna topluca yanıt aradık.  Silahların bu kadar kolay erişilebilirliğinin (katilin annesinin 3 silahı vardı) cinayetleri mümkün kıldığını söyleyen (bir çok sağcı için bildik ve geçersiz) açıklamaların hemen ardından katilin aslında Asperger sendromu olarak tanılanmış bir hastalığı olduğu bilgisi gazetecilerin müthiş ilgisini çekti.
Asperger sendromu, otizme benzer biçimde sosyal ilişki kurma becerilerinin ve sosyal ilişkileri destekleyici iletişimin ciddi biçimde bozulduğu, ancak zekanın korunduğu, toplumda ise daha ziyade tuhaf takıntılı bilgileri kullanmaksızın sadece depolama yanıyla tanınan bir problem. Beyin gelişimindeki genetik kaynaklı aksaklığa bağlanan bir sosyal ve duygusal gelişim kusuru. Asperger sendromlu ve otizmli çocukların ve gençlerin planlanmış şiddet gerçekleştirmelerini neredeyse imkansız hale getiren gelişim kusurlarını bir yana koyalım; bu çocuklar toplumsal hayatın içinde başkalarının şiddetine çok sık olarak hedef oluyorlar. Buna rağmen öfkeleri bir kin’e dönüşmediğinden ötürü başkasına zarar verici olabilecek davranış daha ziyade o anla sınırlı kalıyor.
Oysa, katliam gerçekleştirenlerin özellikleri arasında kindar olma, kin tutma var. Geçmişinde bir biçimde incitilmiş olmanın sağladığı bir haklılık mitolojisiyle desteklenen her şeyi kendine hak bilen kindarlık öfkenin intikamcı eyleme dönüşmesinde rol oynuyor. Bu açıklama son olay için ne kadar geçerli, belirsiz. Ancak olayın sorumlusu olarak katilin hastalığının ilan edilmesi, otizm ve Asperger sendromunun durumla ilişkisinin kolayca kurulması ve kabullenilmesi, toplumda bu ve benzer sorunları olan insanlara karşı hissedilen duyguları tekrar ele aldırtıyor.
Stigmatizasyon (dışlama amaçlı etiketleme diye özetleyeyim) hemen kendini gösterip, ‘insanlık dışı’ eylemle farklı olanı ilişkilendiriyor. Farklı olan, bu sefer otizmli/Asperger’li, ama her zaman bir kusuru, eksiği olan. Üstelik bu ‘kusur’ solcu, dinsiz vb gibi tercihlerin sonucunda ortaya çıkan cinsten değil; genellikle doğuştan gelen, yapısal bir özellik. Hastalıklar, ırk, görünüş, cinsiyet gibi değiştirilemez ve kişinin kendi kontrolunda olmayan özellikler, herhangi bir vesile ile insanlık dışı eylemden sorumlu kılınıyor. Yanyana gelmeleri yeterli.
Stigmatizasyon toplumun geri kalanı için bir arınma işlevi görüp rahatlatıyor: Böyle kötü olayları sen, ben gibi insanlar değil ancak deliler, hastalar, Aspergerliler/otizmliler yapar. Bir sonraki adım, ‘onlar insan değil’ olacaktır. Bizim gibi akıl sahibi kişilerin ‘hayatta yapmayacağı’ her türlü kötülüğü yapanları bir kere belirleyip saptadık mı toplumu nasıl temiz tutacağımız, kötülüklerden nasıl arındıracağımız belli olur. Etiketleme, insanlığı bozanları kolayca anlamamızı, hedefi görebilmemizi sağlar. Böylece korkunç cinayetleri işleyebileceğimizi, her türlü kötülüğü yapabileceğimizi unutur, ruh sağlığı bozulmuş insanların ‘sağlıklı’larla kıyaslanmayacak denli düşük düzeyde öldürme ve benzeri saldırgan eylemlere girmelerini gözardı ederiz. Biz yapmayız, biz yapmış olamayız. Stigmatizasyon aynı zamanda bir yadsıma, bir kabullenememe aracı olur.
Stigmatizasyon’a nasıl karşı koyabiliriz? Hastalık ya da bozukluk kelimelerinden bile bu kadar rahatsız olurken, eksik ya da kusurlu olmak bu denli utandırıcıyken, kusurumuz yok farklıyız deyip farklılıklara saygı beklemek yerine ‘evet, hepimiz kusurluyuz, eksiğiz, ruh hastasıyız’ desek ne olur?

Friday, December 21, 2012

dünyanın sonu


Dünyanın sonu

Kıyametin kopmasından başka bir kurtuluş olmadığını düşünen milyonlarca kişi 21 Aralık’ı yarı korku yarı coşkuyla bekliyor. Hayat karşısından kendimizi ne kadar güçsüz, hayatımızı yöneten yetkilileri ne kadar adaletsiz görüyorsak, Maya takvimindeki (veya başka inanç sistemlerindeki) kıyamet gününün bize yaklaştığına o kadar inanıyoruz. Yeryüzünün bizim dışımızdaki etkenler (uzaydan gelen bir başka gezegenin dünyaya çarpması gibi) olmadıkça başka türlü  düzelmeyeceğini düşünüyor, dışarıdan yardım çağırıyoruz.
Kıyameti (bir tür ‘ordu müdahalesi’ gibi) yıkıcı ama temizleyici olarak görenler bu kıyamet kopmadığında kopacak başka bir kıyametin bekleyişi içine giriyorlar. Astronomi bilginlerinin ‘gezegen mezegen çarpacağı yok’ açıklamaları ise büyük devletlerin bizden bilgi saklamaları teorisi ile geçersizleştiriliyor.
Kıyametin günüyle saatiyle beklenen bir ‘felaket’ olmasının müthiş bir rahatlatıcılığı var. Ne olacağını bilmeksizin uzayıp giden belirsiz bir bekleyişin korkunçluğu, kesinlikle korkunç bir olayın ne zaman olacağının belli olmasından çok daha kötü. Kesinliği belirsizliğe tercih eden insan zihni kötü de olsa 'gerçeği' bilmek istiyor. Kesin olarak sunulanı gerçek olarak kabul etmeye hazır.
Maya takvimi kıyameti yaygarasını koparanlara kıyametin çoktan koptuğunu, yaşadığımız dünyanın ise cehennemin ta kendisi olduğunu söyleyen düşünürler ise ‘bozguncu kötümser’ olarak ilan ediliyor.  Oysa, oran olarak çok azımızın insanca yaşayabildiği bu dünyanın bir sonu olmasa bile kendileri için bir sona gelmiş hissinde olan milyonlarca insana ne umut verebilir? Çektikleri acılara neyin hayalini kurarak dayanabilirler? Kıyamet de olmazsa, nasıl kurtulacaklar?

Monday, December 10, 2012

hapşırıkla gelen yakınlık


Hapşırıkla gelen yakınlık

Yakınlık zor ölçülen bir duygu olabilir. Çok sayıda insanla karşılaştığımız toplantılar, davetler ya da seminerleri, yakınlık ile tanıdıklık arasındaki farkları hissettiren fırsatlar olarak görebiliriz. Benim gibi genç-yaşlı, işçi-patron, solcu-sağcı, dindar-laik, yandaş-muhalif mevcut toplumsal eksenlere pek bakmadan her öğrenmeye açık ve hevesli grup insan önünde çıkıp beyin gelişimi, duygular, düşünceler diye konuşmaya hevesli birisi olursanız, neredeyse haftada bir bu konuyu düşünmeniz gerekir. Salondakilere nasıl hitap etmeliyim, sen arkadaki gözlüklü diye mi başlamalıyım, yoksa siz arka sırada oturan gözlüklü bey diye mi? Sen ve siz hitaplarının yakınlığın derecesini bildiren anlam derinliğini her yaştan insanın ne kadar kolay kavradığını, bir çoğumuzun bu ayırımı öğretilmeden adeta öğrenerek doğmuş olduğunu aklımdan geçirip, bu sayfada gördüğünüz karikatürü dinleyicilerle paylaşırım.

Kitaplarımda yer verdiğim yazılarımda da üstünde durduğum sen/siz karikatüründeki mesele, kiminle yakın olacağımıza nasıl karar verdiğimizle başlar, bu kararı karşımızdakine nasıl yansıtacağımızla devam eder. Yakınlık, yakın olduklarımız hakkında dertlenmeyi de içerir. Konuşmanın birinci dakikası bittiğinde aynı mekanı bir süreliğine paylaşacağımız kesinleşmiş dinleyicilerle yakınlık oluşmuş olduğuna göre, onların söylediklerimi doğru anladıklarından, farklı bir fikirleri var ise benim uzman havamla terörize olup görüşlerini kendilerine saklamadıklarından ve bunun acısını yaşamadıklarından (ve bana hınçlanmadıklarından) emin olmam gerekir. Ne de olsa, beyinlerini bana emanet etmişlerdir bir süre, ve ona iyi bakmalıyımdır. Bu garip düşünce zincirinin hızla seyri içinde salonda bir kişi hapşurur (yoksa hapşırır mı yazmalıyım?). Yakın olduğumuz bir kişinin ömrünü uzatmak için bir fırsat gibi gördüğümüz hapşurma anlarından birisinde miyim, yoksa üstüme vazife değil mi? ‘Çok yaşa’ demeli miyim? Bu soruyu geçen hafta konuk olduğum Marmara Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünün Psikoloji ve Gelişim Kulübünün toplantısına katılan değişik bölümlerden öğrencilere sordum. ‘Bu salondakilerden birisi ise hapşuran, evet’ dediler. Artık o gençlerle yakın olduğumuzu anladım. Ama konuşma yakınlıkları, tatildeki yol arkadaşlıklarına benzer; o an, yakınsınızdır. Yakın ilişkilerden farkı ise, ‘gerçek’ hayatımıza bu yakınlığın yansımamasıdır.
Gençlerle konuşma sonrası devam eden sohbette, ‘Yolda görsem sizi tekrar tanımayabilirim, kendinizi tanıtın’ dediğimde önce biraz bozuldular. Bizi unutacak mısınız, ne çabuk, dercesine. Açıklamaya çalıştım: Benim yüz belleğim berbat, o başka; ama içinde olduğumuz bağlam o kadar sınırlı ki, bunun dışında sadece bu bağlamı hatırlattığınızda, zihnim şu anı ve sizin kim olduğunuzu tekrar bana hatırlatacak. Aklımda duran bugünle, burada bulunanlarla ilgili anı, yakınlığı tekrar canlandıracak. Canlandırılması gereken tüm yakınlıklarda olduğu gibi ‘hani o gün camlı kantinde kahve içmiştik’ gibi ayrıntılarla her şey nerede kaldıysak, oradan devam edecek. Yakın olabilmek, insan olmanın en güzel yanlarından birisi. 

Friday, December 07, 2012

what are the limitations of FRF?

Feelings Run Faster, a book where for the sake of brevity, I had to compromise on details of neurobiology, limiting myself to only the most relevant. The style of writing did not allow for use of references, since most of the opinions are derived from various neuroscience findings in a way not originally intended by the investigators. I, at one point, thought of adding references for my cartoons, a first of its kind. I changed my mins because it was too hard:)
here is the limitations page:

what is FeelingsRunFaster about?

In FeelingsRunFaster, while trying to be loyal to my scientific background, I did my best to avoid being boring. When I finished the book, I first wrote the 'limitations', with a habit remaining from writing scientific research articles, and then went back to the preface or what the-book-is-about section. For the curious, I attach one page from each, for a quick glance. Here is the first page of the preface.

Sunday, November 25, 2012

Türk Kahvesi Türk Beyni


Türk kahvesinden Türk beynine
Kahveyi nasıl kavurup, pişirdiğimiz ve tadını nasıl çıkardığımız onu Türk kahvesi yapmıştır. Beyni nasıl geliştirip kullandığımız da onu şu ya da bu beyin yapabilir. Beynimizi nasıl kullandığımız hem içinde yaşadığımız çevrenin, hem de kültürün ürünüdür. Hayatımızın nasıl bir bağlam içinde cereyan ettiği beynimizin kullanım biçimini de belirler. Bir başka deyişle, beynin işleyişi, beyni kimin taşıdığı kadar taşıyan kişinin içinde yaşadığı dönem, yer ve koşullara bağlıdır. Elbette, Türk beyni diye bir şey yok (bir ulusal beyin anlamında!); ama Türkiye’deki toplumsal (ve belki de iş) hayatın beklentilerine ve gereklerine en iyi uyan bir egemen beyin işleyiş tarzı olabilir. Üstelik, bir çok Türk beyni türü de içinde olduğu mikroçevrenin (deniz kıyısı, dağlık, çatışmalı, huzurlu gibi) gereklerine göre oluşabilir. Aslında, hemen her beyinin birden çok tarz ve türde işleme kapasitesinde olduğunu varsayabiliriz; ancak öne çıkan, o anda egemen olan beyin işleyiş tarzı, içinde yaşanan bağlam tarafından bir anlamda ‘seçilir’.

Monday, November 19, 2012

merak etme sen


Merak etme sen, ya da takma kafana, bir şey olmaz, gündelik hayatın zorlukları karşısında göçebelerin geleceği dert etmezliklerini iyi anlatan cümlelerden birisidir (Ergun Çağatay’ın Türkçe Konuşan Halklar kitabına yazdığı önsözden esinle, Çağatay ve Kuban, Prestel, 2006). Konuştuğumuz dil, daha net söylemek gerekirse, bir duyguyu ya da düşünceyi söylemek için tercih ettiğimiz kelimeler, belli bir beyin işleyiş tarzına karşılık geliyor olsa gerek. Eğer günümüze özgü bir Türk beyni (işleyiş biçimi) varsa, buna denk gelen giderek daha çok tercih edilen kelimeleri bulabilir miyiz? Bu kelimeleri bilmek bizim aklımızda ve beynimizde olan biteni daha iyi anlamamıza yardımcı olur mu? Sadece Türkçe konuşanlarda değil, başka dilleri konuşanların beynindeki egemen işleyiş biçimini dilde o dönem daha ziyade kullanılan kelimelerden tayin edebilir miyiz?  (Feelings Run Faster adıyla İngilizce olarak yayımlanacak kitabımdan)