Saturday, June 03, 2017

Bornova koleji gençliğim demektir, yaşlılığım da olsun....


(2004’de yazılmış bir yazı, 40’ıncı mezuniyet yılı kutlamaları sebebiyle tekrar ve birkaç ekleme/düzeltmeyle basım)
1970/Hazırlık A’da bana ve bir çok arkadaşıma kalem tutmayı öğreten merhum Reşat Eroğlu’na ve tuttuğum kalemle Türkçe yazmayı öğreten Perihan Caner’e

                                                                      

İzmir Koleji (İK) ya da Bornova Anadolu Lisesi (BAL)’daki yeniyetmelik yıllarımıza şimdiden (orta yaş ve ötesi, meselâ) dönüp baktığımızda ne hissediyoruz? Çocuksu bir sevinç, bir "mavra" yapma dürtüsü, şimdiden geçmişe dönüp bakmanın hüznü... Geçip gitmiş zamanın, kuşak değiştirmenin, "giden ve geri gelmeyecek olanın hüznü." Hayatın getirdiklerini taşıyıp, taşıyamayacağımız belli olmadığında; üstümüze basan sıkıntı ve tatsızlık hissi... İK ya da BAL yıllarını, bir başka deyişle, sevdalı arkadaşlık, sevdalı her şey yıllarını hatırlamanın buruk keyfi.
Yıllar sonra, yıllar öncesindeki kusursuzluk hayallerinin gerçek olmasını dileyen, hayalleri gerçekleşmediğinde kırılıp dökülebilenler... Hayatta sevecek bir şey yokmuş gibi, kendine açılan bir yer yokmuş gibi, kendini değerli ve anlamlı hissettiği bir an yokmuş gibi geldiğinde, çağrılabilecek bir ruha ihtiyaç duyduklarında, İK ya da BAL’da oldukları zamanı hatırlamalılar.
 İK ya da BAL (benim için) İzmir demektir.
İzmir çok değişti. Ama değişeli çok oldu. Parke caddeleri asfaltlamayı modernlik sayan belediyelerin ruhsatladığı, bitişik nizam hangi devre ait olduğu belirsiz apartmanların, kentin içlerinin nefesini kesmesi değişimin adımlarından birisiydi herhalde. Bugünlerde, Mektupçu’da “eski” askerlik şubesini Konak yönüne giderek geçtikten sonra sağdaki bloktaki evlerin vaziyeti bütün perişanlıklarına rağmen kentin çok eski değil otuz yıl önceki halini yansıtıyor. İzmir her şeye rağmen kendine özgü bir yerdir. Bazen bir tatil kasabası kadar eğlenceli, bazen Akdeniz’in miskin bir limanı kadar bıktırıcı, bazen de yüzlerce yıldır olduğu gibi modern.
İK ya da BAL da çok değişti. Okul yolu, giriş kapısı, eski yemekhane, yatakhaneler, revir, en eski kantin, koru, her şey bambaşka olmuş; çok değişmiş. Okul alanında gezinirken, hem oranın yerlisiyim, hem de yabancısı. Çevrede tanıdık tek bir sima yok; binalar aynı gibi ama içleri başka insanlarla dolu. Binaları, yolları, ağaç altlarını, merdivenleri dolduran gençler tanıdık değil, ama bir bildiklik var. Aynı bizim dikilmiş olduğumuz yerlerde dikiliyor, bizim konuştuğumuz hararetle (belli ki başka konulardan) konuşuyorlar. Bakışları, sözleri, hissettikleri ile kendimin neredeyse 35 yıl önceki hâlini görmekteyim. Yıllardır dönüp dolaşarak oynanmış bir rolü şimdi onlar oynuyorlar. Onların 35 sene sonra gelip okulu ziyaret ettiklerinde yaşadıklarını da ben şimdi yaşamaktayım. Zamanın içinde dönüp dolaşıp aynı yere gelmenin başdöndürücü etkisini hissetmekteyim.
İzmir aslında çok az değişti. İzmir çok değişti, diyorlar. Gittiğim ilkokulun hemen yanındaki cami yine aynı yerde; dedemin, babaannemin, anneannemin cenazelerinin kalktığı  yer hiç kımıldamamış yerinden. Güzelyalı parkında oyuncaklar yerinde değil, ama park alanı öylece duruyor. Karşıyaka’da kilise sokağından istasyona doğru çıkınca tan-tanlar yolumu kestiğinde, kenarından süzülüp demiryolunun ötesine geçebiliyorum. Kemeraltı camiinden sola doğru babamın en eski yazıhanesine doğru kıvrılıncaki köfteciler yerlerinde durmakta. Demek ki, İzmir çok az değişmiş. Zaten, İK ya da BAL’lı şair (ve Faik Bey’den arka sokak komşumuz) Ahmet Güntan’ın deyişiyle “... bir hız arabasıydı İzmir, dünyaya inananlar biniyordu.”
İK ya da BAL pek de değişmedi. Çünkü biz pek az değiştik. Hatta aynı kaldık, ruhumuzun  okulda olduğumuz  zamanda takılı kalan kısmı pek az değiştiği için. Hatta, o ruh okulun koridorlarında, yollarında, korusunda, sınıflarında gezmeye devam ediyor; şimdiki öğrencilerinin beyinlerinde, bedenlerinde somutlaşarak.
Ruh meselesi. Bornova’lı sınıf arkadaşlarımla, (2004'den) birkaç yıl önce bir motor tutup kırkıncı yaşımızı kollektif bir parti ile kutladığımızda, aramızdaki ortaklığın ancak bir “ruh” olabileceğini, sadık kaldığımız, paylaştığımız bir ruh olması gerektiğini düşünmüştük. Sonunda bulduk, sadık kaldığımız ruh, en azından o akşam, bir yatakhane ruhuydu.
Duygu belleğimiz, bir dönemle ilgili kişisel tarihimize hükmeder. Üstelik, o tarihten kalma duygularımızla, o kişilerle, o mekanlarla bu gün yeniden karşılaştığımızda, eğer tanıyabilirsek eski sınıf arkadaşımızı ya da öğretmenimizi, yılların gerisinden, eski duygularımız kaldığı yerden devam ediverir. O günlerden kopamamış yanlarımın dökümünü yapmayı denesek...
Bornova’da o sıralar bedenime giren ruh, anlamaya çalıştığım şeyler karşısında içine düştüğüm zihinsel çaresizliğe tahammül edecek duygusal gücü verdi. Bana ve arkadaşlarıma. Kimimiz o duygusal güçten zihinsel çaresizliğini aşmak için yararlandı. Kimimiz ise gücün hazzıyla yetindi.
 Başın öne eğilmesin. İK ya da BAL günleri biraz da başını öne eğmemekti. Bu orada olduğumuzdan mıydı, yoksa sırf o yaşlarda olduğumuzdan mıydı? O günlerden bir türlü kopamamış yanlarımızı aradığımızda, nerede bulabileceğimize dair bir ipucu ararsak, hayatımızın kriz dönemlerinde bulabiliriz. Geri dönmenin kaçınılmaz olduğu bu dönüm noktalarında, ergenliğimizin bütün izlerine rastlayabiliriz: Öfke, tedirginlik, korku, çöküntü, yüreklilik...
Sevda ile yaşanan ergenlik günlerini, hayatı hiç bitmeyecekmişcesine geçirdiğimiz günleri hatırlamaktan ne zevk alıyoruz? Mezunlar günü, yirminci (otuzuncu, kırkıncı) yıl kutlamaları, bu kitap, hepsi, o geçip-gitmiş günlerin bir tür "sene-i devriye"si gibi yasla karışık kutlamalar. Kaybettiğimiz, bir daha geri gelmeyecek olan bir dönemin yasını, aynı geçmişi özleyenlerle paylaşmak hayatta tutucu bir etki gösterir.
Sordum bizim dönemden birisine: Okuldan neyi özlüyorsun en çok? “Arkadaşlıklarımı," dedi. "Öyle arkadaşlık bir daha hiç kuramadım, bir sürü arkadaşım oldu otuzdört yılda (güncelleme notu: bu yazıyı tekrar yayımladığım 2017’de 47 yıl demek gerekiyor), hiç birisi hazırlıkta aynı ranzaları paylaştıklarımız kadar yer etmedi yüreğimde. O kadar yakın arkadaşlıklar kuramadım bir türlü." Sevdalı arkadaşlıklar dönemi ergenliğe özgü. O çağda, aslında, her şey büyük bir tutkuyla yaşanır. Siyaset, futbol, kızlar, oğlanlar...Bir zamanlar yaşlıydım. Kendi hesabıma, bir futbol takımını tutkuyla tutmayı becerebildiğim tek dönem olan İK ya da BAL yıllarındaki futbol sevdamdan geriye kalan, işin "sevda" kısmı oldu. "Ben bir şeylere çok tutkundum, uğruna (ah, hem de Göztepe'lilerden) dayak yemeyi, alay edilmeyi göze alabildiğim şey neydi acaba?" diye düşünüp duruyorum şimdilerde. Ağızda kalan tat gibi bir şey... Bob Dylan’dan bir zamanlar duyduğum gibi, “Ah, o zamanlar çok daha yaşlıydım ben,  şimdi çok daha gencim…”  (“My Back Pages/arka sayfalarım”dan).
 Beraber başladık.... İK ya da BAL günlerine beraber başlamak, ya da aynı günleri değişik dönemlerde yaşamak dışında ortak bir yan bulmak dışarıdan bakan ve gençliğini unutmuşlara anlaşılması zor gelir. O yıllardan kalanlar, o yılların çılgınca bir tempo ile örülen beyin ağlarında o kadar yer ettiyse, acı ve dertlere, eğlencelere birlikte katılıp yol arkadaşlığı yaptığımızdandır. Beyin hücrelerinin yenilenme hızı düşmüş, işleyiş düzeni yerleşikleşmişken, geçmişten kalan ilişkilerimize ait duygularımız bir alışkanlıktan ibaret gibi görülebilir. Bir alışkanlığı özlemek yeterince romantik durmayabilir üzerimizde. Oysa, alışkanlıkların oluşumu için huylarımızı beyhude yere bir kenara bırakmaya çalıştığımız o yıllarda, edindiğimiz hiçbir şey (Karlofça antlaşmasının koşulları veya havuz problemleri) öylece kalmamıştır. Bugüne kalan ilişkiler yol arkadaşlığıdır. Aynı yoldan değişik zamanlarda geçmişlerle olan yakınlığımız, yol arkadaşlığımızı bir dayanışma olmaktan çıkartır. Özlediğimiz, yokluğunun hüznünü yaşadığımız yolun kendisidir. Yolda yanımızda olanlarla bizi buluşturan da yoldur.
İK ya da BAL gibi ruhu olan bir okuldan geçtiğimizde yanımızda olanlarla birlikte yaşlanabilmek, gençliğimizden kalanları ortak aklımızda tutabilmek, hep birlikte kaybedilen ve özlenen gençliğin bir ödülü sayılabilir mi ? Okul ruhumuza bir soralım.(2004)

Meraklısına... Belki biliyorsunuz, ben "sahici" bir BAL 77 değilim. Lise diplomam Ankara Fen Lisesi'nden. Bir çeşit çifte pasaportluyum:) 
İlk ergenliğim Bornova’da (diplomasında 1974’e kadar İzmir Koleji yazan Bornova Anadolu Lisesi, son ergenliğim Ankara Fen Lisesi’nde geçti.  İki okulla da, hayatımın farklı zamanlarına karşılık gelen bir tür “çifte vatandaşlık” ilişkisi içinde oldum. 1974'de (biraz uzaklaşmak isteyip sınavlara gimiş, RC'nin parası çok gelince, fen ve matematiği iyi, üstelik devlet okulu diyerek AFL'ye gitmeye karar vermiştim:))
İzmir bağlarının getirdiği ortaklıklar yanısıra 11-14 yaş döneminin bağlarının sıkılığı BAL yıllarının (AFL'de geçen bir başka güçlü 3 yılın yanında) etkisini kaybetmemesinde önemli rol oynadı. Sınıf arkadaşlarım ve genel BAL topluluğu beni lisede olduğum yıllarda adeta geçici izinli saydı. 

Friday, May 16, 2014

Soma’daki travmanın psikolojik etkileri neler olabilir?

Travma nedir? Soma’daki travmanın etkileri neler olabilir?
Yazının kalanında bazı temel bilgileri tekrarlayacağım. bu bilgilerin bir kısmı teorik gözükebilir. Ancak 1999-2003 arasında Adapazarı’nda psikososyal rehabilitasyon uygulamasını beraberce yaptığımız çocuk psikiyatrisi ve psikolojisi alanlarından klinisyenler ve öğretmenlerin emekleri ile elde edilmiş verilere dayalı olduğunu belirtmeliyim.
Ruhsal travma, "dış kaynaklı bir felaketin yarattığı zihinsel durumun sonucu olarak, bireyin kendini geçici olarak çaresiz hissetmesi ve daha önceleri işe yarayan savunma ve başa çıkma mekanizmalarının işlemez hale gelmesi" olarak tanımlanabilir.
Travmanın ruhsal yapımızı örseleyici etkileri ne şekilde gerçekleşir, kimler en çok etkilenir?

a.      Doğrudan örseleyici olaylar yaşamak: Madenden kurtarılmış olanlar, hem kendilerinin hem başkalarının ruhsal ve bedensel bütünlükleri bozulduğu için.
b.      Başkalarının başına gelen olayları görmek/tanıklık etmek: olay yerinde veya medya aracılığıyla duruma tanık olanlar.
c.      Bir yakınının (aile-arkadaş) başına travmatik bir olay geldiğini öğrenmek (gerçek bir ölümün ya da ölüme yakın bir durumun doğması, kaba güç kullanımı ya da kaza sonucunda): aile üyeleri, dostlar, mesai arkadaşları, komşular.
d.      Travmatik olayların ayrıntılarıyla, yineleyici biçimde ya da aşırı düzeyde karşı karşıya kalmak: özellikle yardım ve kurtarma ekipleri, cenazelerle ilgilenenler, ailelere destek olanlar.

Anormal bir durum, anormal tepkiler
Yaşanan facianın kendisi ve sonrasında olanlar başlı başına anormal bir durumdur. Bu anormal duruma karşı ortaya çıkan tepkilerin de ‘anormal’ nitelikte olması beklenir. Facianın doğurduğu ruhsal tepkilerin anormalliğinden söz ederken, sonrasında ortaya çıkan davranış ve duyguların, insanların tepkilerinin “doğallığını” yadsıyor değilim. Hayatımızın içinde alışılmadık bir durum olarak anormalliği kastediyorum. Bu anormal tepkilerin neler olduğunu bilmek ise, olayın psikolojik etkilerini anlamayı ve bunlarla başa çıkmayı kolaylaştırabilir.
Şiddetli bir travmatik olaydan hemen sonra, en sık görülen durum şoktur. Hatta bazı insanlarda şok o derece ağırdır ki, duyguları ifade etmek çok zorlaşır. Bir donukluk ortaya çıkar. Bu durum, aslında yoğun sıkıntıya karşı organizmanın vermesi beklenen bir tepkidir. Bir süre için kişi kendini uyuşmuş, yaşamdan kopmuş gibi hissedebilir. O kopukluk, bir süre için ruhsal travmanın etkilerinin yıkıcı olmasını önleyebilir. Cenazeleri teslim alabilmek için eşlerini, babalarını, çocuklarını resimlerinden teşhis etmeye çalışanların kimisinin yüz ifadesinde gördüğümüz donukluk budur. Kaybettiklerinin acısıyla çığlık atanlar, kızgınlıkla bağırıp çağıranlar, öfke ile haykıran ya da sedyeye uzanırken çizmemi çıkartsam mı diyenler şok durumunun etkisi altındadırlar.
Durum zaman içinde nasıl seyreder? Bazı insanlar hemen tepki gösterir, bazılarının tepkileri ise aylar, hatta yıllar sonra, gecikmeli olarak ortaya çıkabilir. Ortaya çıkan rahatsızlık verici tepkiler kimimizde uzun bir zaman sürebileceği gibi, kimimizde kısa bir zaman içinde  yatışabilir.
Travmaya maruz kalmış kimi kişiler, olayın yaşandığı sırada çok enerjiktirler ve adeta bu enerji sayesinde, olayla daha kolay başediyor gibi gözükebilirler. Aynı yorulmak bilmezliği yardım ekiplerinde de 1999’da görmüştük. Ancak bu en enerjik ve yıkılmazcasına koşuşturan kişilerin bir süre sonra umutsuzluk ve karamsarlık içine girmeleri olasıdır. Ne yardım ekiplerinden, ne de travmaya dayanabilmiş gözükenlerden olağanüstü ya da insanüstü bir çaba beklememeliyiz. Bu çabayı gösterenleri hem ekiplerin işlevselliğini, hem de bireylerin ruh sağlığını korumak adına önlemeli, standart (dinlenmeye, sohbete, yakınlarla temasa imkan veren) bir çalışma ve yaşama düzeni oluşturabilmeliyiz.
Başlangıçta. İlk şoktan sonraki tepkiler kişiden kişiye ve aynı kişide zaman ekseni boyunca farklılıklar gösterir. Soma faciasından etkilenen bir çok kişi çok farklı rollerde bu olayı yaşamakta. Madenden sağ ama örselenmiş olarak çıkanlar, yakınlarını kaybedenler, madendeki hizmetlerde ve sonrasındaki destek faaliyetlerinde değişik düzeyde yer almış olanlar... Uzakta olup çaresiz hissedenler, haksızlık ve vicdan yoksunluğu örneği davranışları görüp hiddetlenenler. Listeyi uzatabiliriz.
Duygularımız travmatik süreçte olduğumuz konuma ve etkilenim biçimimize göre değişebilir: Korku, endişe, suçluluk, pişmanlık, öfke, karamsarlık, panik, çaresizlik ve utanç gibi duygular çok derin ve yoğun yaşanır. Bu duygularda ani iniş-çıkışlar olur. öncesindeki kişilik ve davranış özelliklerimiz, ruhsal yapımıza etkisi olan başta karamsarlık ve kaygı bakış açılarını etkileyebilir.
Orta ve uzun vadede. Travmatik olayla birlikte ya da olaydan bir süre sonra başlayıp, müdahele edilmediği takdirde aylarca sürmesi muhtemel olan diğer belirtiler ise; insanlardan uzaklaşma ve yabancılaşma, psikosomatik şikayetler (karın ağrısı, döküntü gibi), “disosiyatif” belirtiler (rüyada gibi hissetme, çevreyi ve bedeni değişmiş gibi algılama), yorgunluk/ bitkinlik, konsantrasyon bozukluğu, travmatik olayı tekrar tekrar yaşıyormuş hissi, sürekli "teyakkuz" halinde olma ve kendi kendine zarar verici davranışlarda bulunma olarak özetlenebilir.
Büyük bir facianın etkilerini yaşayan herkesin ağır ya da hafif psikolojik rahatsızlıklar yaşaması normaldir. Fakat, bunun normal ya da beklenen bir süreç olması, müdahale edilmeyeceği anlamına gelmez.
Kimler riskte? Bir insanın travmaya nasıl yanıt vereceği,  o kişinin genetik altyapısı, özgeçmişi, varolan fiziksel ve ruhsal bozuklukları ve çevresinden ne kadar destek alabileceği gibi birbirinden farklı faktörlerce etkilenir. Yaşanan bir felaket sonrasında hangi çocuklarda travmaya bağlı stres bozukluğu görüleceği kesin olarak kestirilememekle birlikte,  çocuğun özgeçmişinde dikkat eksikiği-hiperaktivite ve annesinde anksiyete (panik, fobi, evham, takıntı gibi) öyküsü bulunması önemli risk faktörleridir.  İlk günlerde  Ayrılığa dayanıksızlık, duyguların donuklaşması, gerçeklikten kopma, şaşkınlık ya da hayalperestlikte artış, üzüntü, yaşamın çok zor olacağına dair bir inanç ve karamsarlık gibi belirtiler uzun vadeli problemlerin ortaya çıkma olasılığını arttıran işaretler olarak yorumlanır. Ülkemizde yaşanan her felaktten etkilenen kitlenin büyüklüğünü düşündüğünüzde, yüksek riskli sayılacak çocuk ve genç sayısının yüzbinlerle ölçülecektir. Yapılacak “müdahalelerin” bu sayıyı hesaba katarak planlanması gereğini, bildiğimiz ‘terapi’ler ya da ‘dert dinlemeler’le sınırlı kalmayacağını, psikososyal yardım uygulamasının da ruh sağlığı alanındakilerin liderliğinde toplumun bütününce gerçekleştirileceğini de söyleyebiliriz.


afetlerde psikososyal yardım temel fiziksel ihtiyaçların karşılanmasıyla başlar

Afet durumlarında psikososyal yardım: ilk haftalar öncelik fiziksel ve gündelik yaşam ihtiyaçlarındadır.
Bir çok kişi psikososyal desteğin sadece psikolojik sorunların ‘terapi’ ile halledilmesinden ibaret olduğunu düşünür. Oysa, felaket dönemlerinde psikososyal desteğin en önemli basamağı fiziki ihtiyaçların öncelikle karşılanması, bilgi akışının saydamca gerçekleşmesidir. Öncelik bölgedeki insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasında, uykunun, beslenmenin, gündelik yaşam rutinlerinin, gündelik hayat güvenliğinin sağlanmasında, ne olup bittiğinin, kimin başına ne geldiğinin, ölümlerin bir an önce aydınlatılması, bilgi akışının dürüstçe ve saydam bir şekilde gerçekleşmesindedir. Psikolojik bakış mutlaka ruh sağlığı alanında çalışan kişiler tarafından uygulamaya geçirilecek bir ‘metod’ değil, aksine kişinin ruh ve beden bütünlüğünü esas alan bir perspektiftir. Polisinden başbakanına, belediye reisinden öğretmenine her kademedeki uygulamanın içinde yer alması gereken, her sorumlu ve görevlinin ‘psikososyal yardım elemanı’ gibi hareket etmesini gerektirir. İşi psikiyatrlara, psikologlara havale ederek ilerlemek mümkün değildir. Israr ve inat edip, bildiği gibi hareket edildiğinde ya bağırıp çağırarak, kırıp dökerek ya da vicdan ve insafa göre yardım destek vererek bir şeyler yapmaya çalışılır.
17 Ağustos ve 12 Kasım depremleri gibi geniş ölçekli bir travma sonrasındaki deneyimler mümkün olabildiğince çok sayıdaki etkilenmiş kişiye ulaşıp, en etkin biçimde müdahelede bulunabilmek için, öncelikli risk gruplarını belirlemek ve kime hangi müdahalenin yapılacağına karar vermenin önem taşıdığını ortaya koydu. Psikiyatri ve psikoloji alanında uygulayageldiğimiz geleneksel tedavi modelini kullanarak bu durumla yeterince ve gereğince başa çıkmanın mümkün olmadığını gördük. Psikososyal yardımın hele bu tür travmatik durumlarda bir ‘dert dinleme’ ya da ‘içini boşaltma’ olmadığını, ‘bölgeye psikolog ve psikiyatrist yağdırarak’ ruhsal sorunları çözeceğini sanan göstermelik iş yapma heveslisi yönetimlerin yanıldıklarını da yapılan araştırmalarda ortaya koyduk.
1999 deneyiminden en çok ders çıkartanların ve alanda kendisini geliştirenlerin arasında psikososyal yardım alanında çalışan meslek grupları var. Psikiyatrlar, çocuk ve ergen psikiyatrları, psikologlar, psikolojik danışmanlar ve sosyal çalışmacıların üyesi olduğu meslek birliklerinin Türk Kızılayı koordinatörlüğünde oluşturduğu afet bölgelerinde psikolojik destek ve krize müdahale  çalışmalarından sorumlu Afetlerde Psikolojik Hizmetler Birliği (APHB) çalışmalarının Soma’daki felaketin (ve felaketin acısını arttıran siyasi yöneticilerin) yıkıcı etkilerini onarmakta etkin olacağı düşüncesindeyim. Ancak bu çalışmaların ön aşamalarında psikososyal farkındalığa dayalı olan ‘fiziksel’ gerekler (temel ihtiyaçlar, bilgi ve iletişim gibi) karşılanmaksızın ve psikososyal ihtiyaçlar duruma özel olarak belirlenmeden ilerlemek (en az birkaç hafta) mümkün olmayacaktır. Bölgeye ‘psikososyal yardım’ yapacak insanların daha çok sayıda gelsin çağrısı yapan mesajları yazanların bu gerçeği bilmesi, kaynakların doğru yönlendirilmesi açısından ve geçmiş afetlerdeki deneyimlerimizin ışığında bir zorunluluktur.


travmaya uzaktan tanıklık

Travmaya tanık olmak canlıların hayat hakkına saygılı herkesi etkiler

Soma’da aynı anda çok sayıda kişinin canını kaybetmesiyle beraber yaşadığımız sarsıntı bir ruhsal travmadır. Bu travma en başta ve doğrudan canını zor kurtarmış maden işçilerini ve yakınlarını maden ocağında kaybetmiş olanları etkiledi. Peki ya Soma’da yaşamayıp uzakta olanlar nasıl etkileniyor? Acıya ve ölümlere tanık olup bir şey yapamamanın verdiği güçsüzlük, tanımasak da insan olarak aynı zemini paylaştığımız için ölümlerinden ve yakınlarının üzüntüsünün herkese yayılması ile.
Üstüne ölümün yüzlerce insanı bu kadar kolayca almasını olağanlaştırıp azımsayan iktidar bakış açısı, öfkeyi tahrik ederken üzüntüye yer bırakmayan, acıya saygısız tutum.
İktidardayken kendi güvenliğini en yüksek öncelik görüp, olan biten her olayı buna tehdit olarak değerlendirenler 1999’da ne olup bittiğini hatırlamalılar.
Adapazarı’nda dört yıl kadar süren afet sonrası psikososyal müdahale çalışmamızın ilk 6 ayı içinde çocuklardaki travmaya bağlı ruhsal sorunları ölçerken, kendimize mihenk olarak Samsun ve İzmir’deki çocukları seçmiş, onları deprem merkezine uzaklıkları sebebiyle ‘normal kontrol grubu’ olarak kabul etmiştik. gelin görün ki, bizim normal kontrollar neredeyse Adapazarı ve Değirmendere’deki çocuklar kadar travma semptomu göstermekteydiler. Bu semptomları televizyonlardaki deprem görüntülerini izlemişlikleri, deprem bölgesindeki acı olayları evlerindeki büyüklerin konuşmalarından duyup dinlemişlikleri ölçüsünde fazlalaşmaktaydı.
Travmatik bir olayı ve sonrasını  ‘uzak’tan görmek, çekilen acıyı hissetmek, hissederken çaresizliğe kapılmak travmatize olmayı sadece kolaylaştırır. Travmatik acının üzüntüye değil de öfkeye evrilmesi ise, yetkili ve sorumlu gördüklerimizin üstlerine düşeni yapmadıklarına kanaat getirdiğimizde olur. 1999 depreminde olduğu gibi önce bir tür günah keçisi gibi önce müteahhitlere yönelen,  hükümetin ise birkaç yıl sonraki seçimlerde silinip gitmesinde rol oynayan öfke budur. Ancak öfke yas sürecinin yaşanmasını önler. Yaşanmamış yas vücutta biriken bir zehir gibi ruhsal yapıyı bozar. Şiddet, fanatizm, değer çarpılmaları ve toplumda yoğun bir tutuculaşma doğurur. Bugüne bakarken bunu hatırlamalıyız. Toplumumuz yaslarını hakkıyla ve tam olarak yaşayabilmelidir ki, ayağındaki bağları çözüp ilerleyebilsin.