Monday, December 20, 2010

söz uçmuş yazı kalmış


bu da yeni kitabın kapağı. bugün yarın raflarda olmalı.

açık arttırmadaki kitap ve bir okulun mezunu olmak


bir kaç yıl önce "çok satan" kitaplardan birisi olan KÇBB çıktığında, mezunu olduğum ankara fen liseliler balosundaki açık arttırmaya konsun diye bir kitabıma el yazısı ile eklemeler yapmıştım.
sayfaların kopyalarını çıkartmış, ve her seferinde olduğu gibi, koyduğum yeri bulamamıştım. az önce buldum, kaybolmasınlar diye herkesin gözü önüne koyuyorum.
bir okulun mezunu olma kavramı üzerine daha uzunca yazabilirim. hele günümüzde her okulun camiası veya birbirlerine destek oluşu ile anıldığı bir zamanda, "kimsesiz" okullardan mezun olanlara nisbet yaparcasına çoğalan okul mezunlar gruplarına daha fazla değinmek şart. okullarımı, öğretmenlerimi, arkadaşlarımı sevdim, ama fanatiği olamadım. yine de destek olmayı çok önemli buluyorum. bunu sadece AFL için değil, BAL, Ege Tıp, Marmara Tıp, Yale Tıp/Child Study gibi tezgahından çıktığım her yer için söyleyebilirim.

Tuesday, December 07, 2010

coaching bilimsel bir zemine oturtulabilir mi?

İş dünyası, aile şirketleri, ekonomi ve psikoloji ilişkileri üzerine kafa yorduğumu web ve blogumda yazıp çizdiklerimden izliyor olabilirsiniz. Bu çerçevede psikoterapi, psikoloji ve psikiyatrinin kılavuzluk işlevini nasıl yerine getireceği üzerine beraberce uzun süreler kafa yorup işbirliği yaptığım üç Amerikalı meslekdaşımla birlikte “executive coaching” in (iş/kişisel) hayatımızdaki yeri ve etkisi üzerine bir panelde konuşacağız.
13 Aralık pazartesi günü saat 16’da Cibali’deki Kadir Has Ü kampüsünde yapacağımız bu toplantının temel sorusu “bilimsel temelli bir executive coaching nasıl olur ve neleri değiştirmesini bekleriz?” olacak.
Liderlik ve karar alma: “executive coaching” ne sağlayabilir?

Panel: Lawrence Vitulano (Yale), Carl Lejuez (U Maryland), Laura McPherson (U Maryland), Yankı Yazgan (Marmara/Yale)
Gün: 13 Aralık 2010, Pazartesi,
Saat: 16.00-18.00
Yer: Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü

Değişim ve gelişim süreçlerini yönetenlere karar alma ve liderlik alanlarında yol gösteren çok olmakla birlikte, bu tekniklerin sadece coach’un kişisel karizma ya da yeteneğine değil etkin, verimli ve bilimsel testlerden geçmiş yöntemlere dayalı olması beklenir. İş dünyasında ya da gündelik hayatta, tek başına ya da bir yönetim kurulunda ya da bir aile şirketinde kararlarımızı nasıl aldığımızı, nasıl hayata geçirdiğimizi neler belirler? Fikirlerimizi, ideallerimizi eylemlerimize nasıl daha iyi yansıtabiliriz? Değişimi sağlayan ana unsurlar nelerdir? Değişim unsurları nasıl harekete geçirilir? Bu ve benzeri soruya cevap arayan çalışmaları ortaklaşa yürüttüğümüz üç değerli psikolog ile beraber katılacağımız panelde, “executive coaching”in ve özellikle “behavioral activation” (harekete geçirme) tekniğinin liderlik ve karar alma süreçlerine etkisini ve katkısını tartışacak, sizlerden gelen soru ve yorumlarla görüşlerimizi beraberce geliştireceğiz.

Toplantı Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği’nin organizasyon desteği, Kadir Has Üniversitesi’nin ev sahipliği ve konuklarımızın gönüllü katılımı ile gerçekleşmektedir.

Katılım ücretsizdir. Sunum İngilizce olacaktır. Soru-cevap bölümü dışında tercüme yapılmayacaktır.

Background summary:
Our work is focused on taking hard science findings and blending them into real world settings. Initial efforts have been focused on supplementing mental health efforts for individuals with significant and costly clinical concerns. We began to re-tool these innovative cognitive-behavioral approaches to fit the needs of high functioning individuals looking to improve their quality of life and job performance. Using behavioral activation as a framework, this approach involves helping individuals at all levels of life functioning consider how they can better identify their guiding life values, set effective objectives, and identify daily strategies to achieve these goals. This program is focused on providing structured opportunities to develop focus, resiliency and accountability that is targeted within the goals and needs of the particular individual and their performance setting. Just as it is applied to individuals, the approach also can be tailored to a focus on the functioning of organizations as a whole. Based on our experience in a variety of fields relating to growth and development of individuals seeking personal and professional advancement, and experience in techniques of behavioral interventions for change (such as Behavioral Activation), we hope to discuss executive development and leadership enhancement.

Monday, December 06, 2010

Kırıntıları toplarken: yeni kitap için önsöz


Sofradan kırıntı toplamayı severim. Ziyan olmasın diye mi, ya da bir kırıntıyı bile ziyan etmiyor olmaktan keyif aldığım için mi, belirsiz. Yemeklerin artanından yeni yemekler üretmeyi de severim. “Dünkü bamya” soslu spagettim meşhurdur; ançuvez ve peynir ilavesiyle farklılaştırılmış olsa da, aynı bamya varlığını başka bir tabakta sürdürür. Bir tür ölümsüzlük kazandırırım. Eski yazılarıma da ekmek kırıntısı ya da dünkü yemekten arta kalan gibi baktığımı söylediğimde, bir çok okur çöp torbasına atılacak ya da balkondan masa örtüsü ile beraber silkelenecek nitelikteki yazıları bu kitaba doldurduğumu düşünebilir. Yazıların layık oldukları yerin neresi olduğu tartışılabilir olmakla birlikte, bu eski hallerini sevdiğimi söylemeliyim.
Yıllardır psikiyatrlığını yaptığım, çocukluktan gençliğe geçmek üzere olan bir kişi, “Yankı bey, siz pek böyle şeylere kızmazsınız biliyorum, ama yine de nasıl söylesem bilemiyorum” diye söze başladı. Benden alışkın olduğu “hmmm” a benzeyen sesi duyunca devam etti; “ Siz niye yıllardır hep aynı kıyafetleri giyiyorsunuz, bunun psikolojik bir anlamı var mı?”. Düzeltmeliydim, aynı kıyafetler değil, aynı çizgide kıyafetler. Bu çizginin tutarlılığına sahip çıkarmışçasına, ve biraz amatörce, yanıtladım: “Bir anlamı var mı?”.
1980’lerde ve 1990’larda yazdığım yazıları (az sayıda 2000 ve 2001 tarihli olan da var), geçen yüzyılın hatta geçen binyılın yazıları olarak tanımlamak mümkün olsa da, yazıları okuduğunuzda göreceğiniz gibi, söylediklerim hep aynı. Kıyafetlerim gibi... Anlamlarının ise yıllar içinde değişmiş olabileceğine inanıyorum.
Düşünün, 1980’lere okulun sonuna yaklaşmış bir tıp öğrencisi olarak girmiş, sağlık ocağı doktoru, seyyar cerrrahi hastanenin tabip asteğmeni ve uzman olmak üzere bir psikiyatri asistanı olarak 1990’lara devam etmiştim. Hayatın en hızlı değiştiği dönem bu olmalı diye düşündüğüm o yıllardan kalan çizgilerden bu sayfaya aldığıma baktığımda,


mecburi hizmet yıllarının hiç bitmeyeceğini sandığım günlerden birisini hatırlarım. O sırada yazdıklarıma bir örnek arayanlar “stetoskop” yazısına (s.276) göz atmalılar. Askerlik yaptığım günlerde hazırladığım bir yılbaşı kartının çizgisinde görüldüğü gibi ayaklarımı tam nereye basacağımı bilemediğim, önünü göremez bir ruh halinde olduğum günlerdeki yazılarımın örneği ise, “Psikiyatri söyleminin burada ne işi var?” (s.327).

1990lar, ABD’de çalıştığım ve giderek çocuklara ve insan gelişimine odaklandığım, beyin bilimleri alanında elimi işin içine bizzat attığım, kendimi ilk kez (bilimde) içeriden birisi olarak görebildiğim bir dönemdi. Doksanların ikinci yarısı ise, tekrar Türkiye’de çalışmaya başladığım, aradaki 3-5 yılda Türkiye’nin cep telefonlu, internetli, televoleli çağa geçtiği ve toplumsal ve doğal felaketlerin birbiri ardına sıralandığı yıllar. O yılların etkisi, önce daha az yazmak (bilimsel makalelere ağırlık verdiğim için), sonra bir süre hiç yazmamak veya daha yüzeysel yazılarla (buna da dönem etkisi diyelim) yetinmek oldu. Ne zaman ki 1999’un sarsıntıları geldi, sonrasında yazma ve söyleme ihtiyacım tekrar kendini gösterdi.

Söz Uçmuş Yazı Kalmış’ta 3 (alt)kitap var. İlk (alt)kitabı, ilk göz ağrım Labirent Yolculukları’ndan seçilmiş yazılar oluşturuyor. İkinci (alt)kitap ise, yazılarının yarısını kesin ihraç ettiğim “meçhul kitap” Devlet Baba Tabiat Ana’nın kırıntılarını içeriyor. Her iki (alt)kitaptaki yazılara bugünden baktığımda düşündüklerimi ve hatırladıklarımı sayfalara iliştirilmiş kutucuklar içinde (“yeni baskıya notlar”) okuyabilirsiniz. Kitapsız yazılar adlı üçüncü (alt) kitapta 1980’ler ağırlıklı ve hakikaten kitapsız kalmış yazılardan bazılarını bulacaksınız. Bu bölüm yazdıklarımdan geçmişten bugüne değişmeyenleri bugünün perspektifi ile yansıtmayı diğerlerinden biraz daha iyi beceriyor!
Bu kitabın benim için duygusal anlamı da güçlü. Geçen yüzyıldan kalma yazılar desem yalan olmayacak kadar uzakta gözüken, ama bugünkülerden temelli bir fark göstermeyen yazılarımı okurken hissettiklerimde bir geçmiş özlemi sezilebilir. Yedi yaşındakilerin 5 yaşındaykenki hayatlarını özledikleri bir dünyada, bu bana çok görülmemeli. Kitap olarak yayımlandıklarında, sonraki kitaplarımdakilerin mazhar oldukları alâkayı bulamamış olmalarının verdiği burukluğu ve borçluluğu da bir kenara atamıyorum (mesela, LY, 20 yılda 2000 adet).
Ziyan olmalarına içim razı olmamasını sofradaki ekmek kırıntılarına gösterdiğim özen ve sevecenlikten ayırd edemeyebilirsiniz, zaten iki davranış da aynı beyin mekanizmalarının ve aynı ruh durumunun ürünü. Şimdilerde genç olmuş çocuk hastamın dediği gibi, “hep aynı şeyleri giyiyor”, hep aynı şeyleri yazıyorum. Her seferinde farklı yazmaya çalıştığım aynı şeyler: beyin bilimleri, psikopatoloji, gündelik hayat ve davranış bilimlerinin kesişim kümesinde kalanlar.
Kırıntı toplamam sadece ekmekler ziyan olmasın diye değil. Kırıntıları toplayıp ağzıma atmayı seviyorum.
Umarım, kitabımı severek okursunuz.

palimsest kitap

yeni kitabım "Söz UçmuşYazı Kalmış"ın editörlüğünü yapan Handan Akdemir, arka kapak için hazırladığı yazıda kitabı bir palimsest olarak tanımlamış. ingilizce yazılışıyla "palimpsest", tam kelime anlamı ile: "A palimpsest is a manuscript page from a scroll or book from which the text has been scraped off and which can be used again", bir parşömen kağıdı, üzerindeki tabakalar kazınıp başka bir yazma amacıyla tekrar kullanılabilen anlamına. Tarihçilere bakarsanız, "the way people experience times, that is, as a layering of present experiences over faded pasts", zamanın algılanışına ilişkin bir benzetme, eskiler, geçmiş soldukça ve soluklaştıkça, yenilerin solanların üzerine yeni bir tabaka halinde eklenmesi gibi bir durum. bu palimsest tanımının nereden geldiğini anlayabilmeniz için, kitabın önsözünü blogumdaki bir üst postta okuyabilirsiniz.

Tuesday, November 30, 2010

akıllı tahta

bazı okullarımızda akıllı tahtalarımız var. eğitim yöneticileri bunu şişinecek böbürlenecek bir durum olarak görüyorlar. hiç olmazsa, "tahtalar akıllı" diye biraz rahatlayabilir miyiz acaba?

iltifat ise marifetim ne?

aşağıdaki alıntılar bana son bir iki hafta içinde gelen emaillerden: üzülsem mi, sevinsem mi, bilemediğim türden ruh hallerine girdiğim durumlardan

....Yine bu kitap (onlar benim kahramanlarım, doğan cüceloğlu, yy notu)sayesinde Yankı Yazgan hakkında edinmiş olduğum bir ön yargıdan kurtuldum.Gerek medya gerekse tv'lerden edindiğim izlenimler ile Yankı Yazgan'ı kalburüstü bir ailenin okumuş ve kolay başarıya ulaşmış bir bireyi olarak yine ailesinin sayesinde medyatik olan bir oğlu olarak kafama yazmıştım. Oysaki görüntüye bakarak ön yargıda bulunmamak gerekirmiş...


.... 20 yıldır Epilepsi ile uğraşan bir anneyim dolayısıyla hastane-doktor serüvenim 20 yıldır devam etmekte. Sizin isminizi ve çalışmalarınızı bugüne dek çok duydum fakat açık konuşmak gerekirse bu popüler hayatın içinde önyargılarım vardı size dair ta ki BirGün gazetesinde yazılarınızı görene dek... Sizden isteğim, meşguliyetiniz nedir bilemiyorum fakat bu konuyla ilgilenirseniz çocuğumla size gereksinim duymaktayım....

Sunday, November 21, 2010

TV macerası 2: aklayıcı olmak istemedim

Bir TV programına davet edildiğimde yanımda kim vardır vs sormak adetim pek yoktur. Bunu sormayı da ayıp saydığım için biraz. Misafirliğie gideceğinizde (bu misafirlik kelimesi de ne kadar yaşlı işi kaçtı değil mi?) başka kim geliyor merak etseniz bile sormamak gibi...
Bu huyum birkaç kez geri tepti; örneğin, bir keresinde susmak bilmeyen ve açıkçası bilimden ve mantıktan yoksun bir şekilde konuşarak birbirleriyle kapışan benden yaşça büyük iki psikiyatrın arasında kalmıştım. Okan Bayülgen’in programıydı; ne söyleyeceğimi bilemeyip de sustuğumda, program aralarında OB, bazen abi, bazen hocam öntakısıyla, konuşma aralarına atlamam gerektiğini, yoksa bana söz gelmeyeceğini hatırlatmıştı. Aynı programda yine psikologlar hakkında atma tutma olmuş
Tam o noktada bir türlü söz alamadığım için program boyuncaki küskünümsü suskunluğumu tek bozma girişimim bvaşarısız, psikolog meslekdaşlar (pek de ihtiyaçları olmayan) savunmamdan yoksun kalmışlardı.
Bayramdan önceki gün yılda bir iki kez konuk olduğum, aklıbaşında nadir programlardan birisine “katılırım elbette” diye cevap yollamştım. Gel gör ki, bu sefer, hangi nedenle bilmem, belki programanında karşılaşırsam neler yapabileceğimin öngörüsüyle, programa davetli olan diğer kişinin adını da bildrdiler.
Program bir tartışma ya da farklı görüşlerin seslendirilmesiprogramı olsaydı, müthiş bir fırsat olacaktı. Ama kardeşlik ve dostluk günü olan bayramlarda, televizyon ekranında anlamadığı kounlarda kitaplar yazan ve topluma kulağa hoş gelen ama hem uzmanlık alanı olmayan çocuk ruh sağlığı ve bozuklukları alannda ahkam kesip, hem de annelerin çocuklarını ihmal ediyor olabilecekleri çıkış noktasından “çalışan” bir doktorla bayram şekerleri gibi oturamayacağım aşikardı. Programcılar, “o varsa ben yokum” mesajımı memnuniyetle alıp, yollarına devam ettiler. Vebali boyunlarına, desem fazla mı kurban bayramı kokar ?
Profesör ve doktor ünvanlı olması sebebiyle yaptığı iş iyice kabul edilmez olan hanımın yanında gülümseyen bir yüz ifadesiyle görünerek ya da tatlı tatlı çocuklarımızın hali ne olacak tartışması yaparak aklayıcısı olmaktan kurtuldum diye sevindim. Ama, ne yalan söyleyeyim, bayram mayram demeyip bilimden nasibini almamış saçma sapan (ama kulağa hoş geldiği inkar edilemez) fikirlerini deşifre edip televizyonda haddini bildirme fırsatını kaçırdım diye de üzülmedim dersem yalan olur.
Her zaman bu kadar keskin olmadığımı yakın okurlar bilirler, bu sefer beni bu kadar öfkelendiren ne? Sahtekarların, sahtekar olduklarını unutup kendi palavralarına inanmaları, ve bu inanmışlıkları ile saf olanları da inandırmaları mı? Bu durumu seyretmek zorunda kalmak, bir şey yapamamak mı? Öfke, acizlik ve haksızlık karşısında hissettiğimiz duygu değil mi? Öfke ile yol almanın mümkün olmadığını söyleyip duran ben değil miyim?

TV macerası 1: gıcıklık parayla değil ya

bir kaç ay önce davet edildiğim bir başka TV programında (genel olrk yayın çizgisini beğendiğim bir programdı, ama o gün "bana alışık olmayan" bir sunucu vardı), gençlerin neden böyle olduğundan şikayet eden annebabaların kendilerinin köşe dönme ve kolay zahmetsiz yoldan para kazanma kültürünün ne kadar parçası olduklarını düşünmeleri gerektiğini söylediğimde, sunucu renkten renge girmeye başladı. bana tersçe bakmakla kalmadı, ben ayrılıp giderken rahatlamanın rehaveti ile güle güle bile diyemedi.

Çok mu radikal kaçıyorum, sahici bir radikal olmadığım kesin de, radikal mi davranıyorum,kesip atıcı anlamda...? Yoksa, giderek sinirli bir orta yaşlı adam rolüne mi giriyorum? Hiperrasyonel,saçmalamaya karşı toleranssız... bu orta yaşın bir fenomeni değil aslında, orta okul ya da lise yıllarımda ağzımdan en sık çıkan laflardan birisinin “saçmalama” olduğunu hatırlarsak...
kibar kibar, "gençlere daha çok sevgi verelim", ya da "hayat hepimizi o kadar çok yoruyor ki, başkasına verecek bir şey kalmıyor" gibi genelgeçer ve buram buram empati kokan mesajlar vermekten ve psikolojik top çevirme yöntemleri ile ne olduğu belirsiz, karaktersiz bir "iz bırakmak"tan oluşan medyatikliğin bu sırlarını uygulamama tercihim, galiba ve galiba, sinir bozucu bulunabiliyor.
hak vermemek mümkün değil.

Wednesday, November 17, 2010

sadece benim için


Ağustos ayında dostum ve hocam Jim Leckman (yazılarımda zaman zaman ismi geçen, çok önem verdiğim bir insan) çok sevdiği İstanbul'a gelmişti. birlikte gezip tozma yanısıra, zor vakalar hk da konuştuk. Bu çocuklardan birisini beraberce görüp, hayatını nasıl kolaylaştırırız diye düşündüğümüz bir sabah saatinde, tiklerini bir türlü kontrol edemediğimiz bu çocukla uzunca konuştuk. konuşmanın sonunda çocuğa "ne dersin, dr leckman'a sen bir soru sormak ister misin, son söz olrk?" dediğimizde, çocuk, daha doğrusu delikanlılığa geçmekte olan şirin ergenin sözü ne oldu? "sorun ona, amerika'dan sadece beni görmek için mi gelmiş?" ne tiklerinin ne zaman kaybolacağı, ne tikleri için mucizevi bir tedavinin varolup olmadığı değildi onun için önemli olan. kendisini karşısındakinin ne kadar önemsediğini anlamak, daha doğrusu kendisini önemsetmiş hissedişinin bir tesadüf olup olmadığından, "amerikal" başta olmak üzere bizler için ne kadar önemli olduğundan emin olmaktan başka hiç bir şey önem taşımıyordu.
psikiyatrinin diğertıp dallarının farketmediği bazı insani gerçekleri görmemizi sağlaması bile bu mesleğin zorluklarına değmez mi?
fotoğrafta tıp fakültesi hastanesindeki sevgili asistanlarım, ziyaretçi ve stajyer öğrenciler, jim ve bendeniz var.
bu arada, jim leckman ile istanbul gezilerimden bahseden bir yazımda, 4-5 yıl önce yayımlandığında, jim'in benim istanbul'a ilişkin tahlillerimi (istanbul'u değişik mizaç özellikleri olan bir insanmışcasına tanımlamış, bir tür "analiz" yapmıştım) değerlendirip beni denetlediğini (psikoterapi jargonundaki süpervizyonun türkçe karşılığı) yazmıştım. bu yazıyı okuyup da yanki yazgan koca profesör olmuş halâ jimleckman'a denetletme ihtiyacı hissediyor, diye yazan, iletişim, nlp ve her şey uzmanı bir kişinin yazısına google'daki taramalardan birisinde rastlamıştım. şimdi jim'e sayısız kendimi denetlettirtmelerimi nasıl açıklasam, işi bir türlü öğrenemedim, aman benden uzak durun mu, desem. cehalet ile görgüzülük bir araya gelince, böyle oluyor demek ki...
kendi bilgi ve uygulamalarımızı başkalarının, yetkin saydığımız kişilerin ("peer review" ya da supervision) denetimine açmak, böyle insanların çevremizde olması ne büyük şans. aynı gelenekle başkalarına bu denetim desteğini sunmak da öyle...
tıpkı tiklerini unutup, kendine verilen önemin sahici olup olmadığından emin olmak isteyen ergen hastamız gibi, denetlenmeye değer görüldüğüme sevinerek tamamlamıştım o günü.

yolculukta "the naive and the sentimentalist" olmak

son iki aydır, konferans vermek, konferans dinlemek, yeni şeyler öğrenmek, bazen öğretmek amacıyla İstanbuldan sıkça uzak kaldım. bir süre sonra zor gelebilen bu yolculukların en sevdiğim yanı kitapçılardaki gezinti kısmı. 15 gün önceki ABD gezisinde tam Harvard College kampüsünün karşısındaki kitapçının vitrininde Orhan Pamuk'un 2009'da yaptığı dizi konuşmaların metinlerinden oluşma "the naive and the sentimentalist novelist" kitabını gördüğümde, madalya töreninde istiklal marsini duymaya benzer bir “kinship” hissi ile desteklenen bir duyguya kapildim; neredeyse biyolojik; “gögüs kabartan” cinsten; dönerin ya da dolmates’in “aslinda türk” hatta “bizim” oldugunu olur a söylersek hissedecegimiz cinsten bu duyguyu elitler ve modernler olarak banal bulma egilimini tasisak da, çok sahici bir duygu oldugunu teslim etmek lazim.
South station-penn station arasindaki yolda kitabi gözden gecirme firsati buldum; “visual to verbal” (görselden sözele) ve “words mobilizing visual imagination” (kelimelerin harekete geçirdiği görsel hayal gücü) konusu kitabin benim için etkili kismi.
Beyinin içindeki "cross modal associations" (algı sistemleri arasındaki bağdaştırma ve geçişler)dokunmanin görmeye transferi ile baslar (ekmeğin taze olduğunu dokunmadan anladigimizdaki gibi; ama nedense elle söyle bir yoklama ihtiyaci duyariz; ya da cürük meyveyi gördüğümüzde tadini bile hissedebiliriz).. bunun en aşırı formu "synesthesia" diye bilinen bir hissi başka bir hisle algılamak (Sacks'ın kitabının adındaki "sesleri görmek" gibi)


Gerçek ve hayali olan arasindaki karşıtlık üzerinde duran bölümler de güzel. özellikle bu sınırların devamli kaydigi, ve bir belirsizlikten (uncertainty) ziyade muğlaklığın (ambiguity) ortaya ciktigi romanlarin cazibesi başka. Zihnimizin yasayip yasamadigmizi test etmek için kullandigina benzer bir mekanizmayi harekete geçirerek, dikkat ve vigilancei canli tutmak gibi bir etkisi var.


kitapta, Schiller'in şairler için yaptığı sınıflandırmadan ödünç alınıp romancılara uygulanmış olan naif (içinden geldiği gibi, bir tür yontulma gereksinimi ve gereği olmadan) ile sentimental (almanca'da akla ve düşünmeye dayalı gibi bir anlam taşımakla birlikte, bu biçimde öevrilince hissi anlamını taşısa da, kullanımındaki kasıt almancasında olduğu gibi bir sisteme dayanarak) yazma biçimlerini tanımlayan Pamuk, romancının bu iki sistemi bileştirme çabasının önemli olduğunu belirtmiş.

Benim de tam tanı süreçleri hk bir yazı hazırlamam gereken döneme denk düşen bu kesişim sayesinde, tanıya naif ve sentimentalische yaklaşımın nasıl birbiriyle uzlaştırılabileceğinden basheden bir makaleyi hazırladım. birkaç ay içinde yayımlandıktan sonra Türkçesini de hazırlayıp, okurlarla paylaşacağım.

sonradan bu ikilemin neden bu kadar yakın geldiğini düşündüğümde, kendi kitaplarımda yaptığım kalp/beyin ya da akıl/duygu "klişe" ayrımlarının o kadar da klişe olmadığını, yüzlerce yıldır devam eden bir kategori üzerinden düşünmenin bazen verimli bir araç olabileceği sonucuna vardım. aferin bana:)

Friday, October 29, 2010

Hemen, herkes...

İnsan davranışlarında özellikle “stres”li zamanlarda öne çıkan iki temel eğilimden, daha doğrusu iki otomatik davranıştan söz edebiliriz: hemencilik ve herkesçilik. Herkesçiliğe başka bir yazıda değineceğim, ama kısaca, herkes ne yapıyorsa, onu yapmak ya da herkesin yaptığından farklı bir şey yapmaktan kaçınmak diye özetlenebilir. Hemencilik için ise, bir davranışı gerektiği kadar beklemeden gerçekleştirme, bekleyememe, hemen yapmaktan kendini alakoyamama diyebiliriz. Hemencilik ile herkesçilik arasındaki uyumun bozulduğu olmaz mı? “Başkaları gibi olmamak” ile “şimdi değil sonra yapmak” arasında kaldığımızda ne yapabiliriz? Buraya kadar anlaşılmaz laflar ettiysem, biraz daha okumanızı rica edebilirim belki.
Hemencilik, bazen herkes gibi olma eğilimi ile çelişirmiş gibi gözükebilir. Bazı eylemleri hemen yaparsak, herkesten farklı bir konum kazanabiliriz. Örneğin, dolu bir metro vagonundaki tek boş koltuğu kaparsak, bunu gözümüze çarptığı anda, hemen yapmış olmak bizi ayakta kalan herkesten farklı kılar. Ancak, daha dikkatle bakarsanız, burada "hemencilik" herkesten farklılıktan ziyade herkesten öncelik şeklinde ortaya çıkmıştır. Örneğin, bir araziyi bir an önce kapatmak, en karlı alışverişi bir an önce yapmak ya da lokantadaki manzaralı masayı kapmak gibi. Herkesten önce ama herkes gibi (daha fazla kazanç sağlamak amacıyla) davranarak, herkesten esaslı bir fark oluşmaz. Sadece aynı yolda, bir adım öne geçilmiş olur. Bir çoğumuza hoş bir kazanç hissi veren bu davranışın bir örneğini uçak yere iner inmez ayağa fırlayanlarımız veriyor. Uçaktan inip de herkesi terminale götürecek otobüse daha önce binmeyi gerçek bir kazanç sayabilir miyiz? Bunu üşenmeyip sorduğum seferlerden birisinde, aldığım cevap: “buradan çıkayım da, nereye gidersem gideyim...” Yolcunun cevabındakine benzer duyguyu yol tıkandığında sırf hareket olsun diye yan şeride geçip, az önce terk ettiğim şeridin daha hızlı akmaya başladığında hissetiğimi hatırladım.
Kazanma ve kaybetme tanımlarını gözden geçirmem gerekiyor. Hemen eğilimini ortadan kaldıran durumlara bakarak bu gözden geçirmeye başlayabilirim. Uluslararası havaalanındaki pasaport kontrol bölümünde “business” yolcularına ayrılmış bir bölüm var; hemen yanında da sıradan koltuklarda seyahat edecekler için olan çok sayıda pasaport kontrol noktasının olduğu bölüm. İkisini ayıran çizgi bir kordondan ibaret; birbirini görmekte bir zorluk yok. Birkaç seferdir dikkat ediyorum, business bölümündeki bekleme kuyruğu ekonomi yolcularına göre daha uzun olmasına rağmen, business yolcuları ekonomi bölümüne geçmiyorlar (hemen eğilimlerini bir biçimde tutuyorlar). Belki, kuyruk uzun gözüküyor, ama daha hızlı akıyordur, diye düşünerek, bir deney yaptım. Benim ekonomi kuyruğuna girdiğim anda business kuyruğuna giren birisini gözüme kestirdim. Ben kontrol noktasını geçtiğimde, onun önünde en az 6 kişi daha vardı. Yazarken bile yüzümde zalim bir gülümseme oluşturan bu duruma göre, business bilet sahipleri göz göre göre ve bile isteye kontrol noktasında daha uzun beklemeyi tercih ediyorlardı. Kendilerine tanınmış bir ayrıcalığı kullanmak uğruna, daha uzun süre ayakta duruyor, daha fazla zamanı beklemeyle geçiriyorlardı. Neden? Uzun (ama özel bir bilet göstererek girilen) kuyrukta beklerken gördüğüm business bileti sahibi şahsiyetler arasında ülkemizin en komik insanı olarak bilinen ve “business classtaki portakal suyu” esprisi ile işin sırrını çözmüş olduğu açık olan insanlar bile vardı. Dolayısıyla bir akıl erdirememe meselesi olduğu da söylenemezdi. O zaman nereye gitmişti, “hemen” eğilimi? Hemen eğiliminin sağladığı zaman kaybetmeme avantajını bir kenara ittiren başka ne olabilirdi?
Ayrıcalık... Herkesten farklı olmanın zirve noktası. Bir kez kazanıldı mı, kullanmaktan vazgeçemediğimiz, kullanmamayı ciddi bir kayıp olarak gördüğümüz durumların başında geliyor olsa gerek. Kullanmazsak olmaz. Mülkiyet gibi... Lokantada sipariş ettiğimiz bir yemeği beğenmesek bile o kadar para verdik yiyelim diyerek tabağı sıyırana kadar yemek de aynı duyguyla mı yapılıyor? Mülkiyetin kökenine ilişkin spekülatif sözler söyletecek bu olaylara son bir örnek vereyim: bir araçta ya da parkta karşılıklı oturuyoruz. birbirimizi tanımıyoruz. Size kalem lazım oldu. Benden istediniz. Verdim. Kullandınız. İşiniz bitti. Ama, geri vermeden elinizde tutuyorsunuz. Bende bir gerilim duygusu oluşuyor. Otobüsten inmek üzereyim. “kalemimi rica edebilir miyim?” dedim. Siz önce anlamadınız, “ne kalemi?” gibisinden bakındınız. Sonra, biraz sinirlenerek “amma kıymetli kalemin varmış” dercesine bana uzattınız. Burada ne oluyor? Size ait olmayan bir şeyi elden çıkartmak bile zor gelebiliyor. Kaybetmeme, hemen eğilimini ortadan kaldırıveriyor. Peki, business’te olmanın ayrıcalığı biraz da herkes gibi olmama değil mi? Herkes eğilimi ile bunu nasıl bağdaştıracağız? Herkes tanımını ne ölçekte yaptığınıza bağlı.. Herkes kendimize benzer gördüğümüz kişilerden oluşma bir topluluk; o sebeple business kuyruğuna bir kere girmiş olanlar, artık oradaki camianın bir parçası oldukları için herkesle uyumlu davranarak, ayrıcalıklarını sonuna kadar, herkes dışındakilerden çok daha fazla beklemecesine, ve bir dilimini ziyan etmemecesine kullanmayı tercih ediyorlar. Herkes, hemen’i yeniyor.

Meraklısına not: Business class biletini sadece bir statü ya da varlık sembolü olarak görmeyin. Uğraşarak, ya da kredi kartınızdaki harcamaların hepsini mil olarak biriktirirseniz, iki üç yılda bir bir tane elde edebilirsiniz. O zaman uzun da olsa özel business kuyruğuna girmenin tadına varırsınız. Beni hatırlayın.

Monday, September 27, 2010

ege tıp ve insanın 4 "temel duygu"su

insanın 4+ temel duygusu: neşe/keyif,öfke/korku, tiksinme, üzüntü/hüzün...
duyguları arttırabilirsiniz, ama genel olrk temel renkler gibi temel duyguların da bu olduğu söylenir. bu duyguların kendisi kadar, nerelerde, hangi kombinasyonlarda yaşandığı da önem taşır. ağır basan ve arkada kalan duygulara göre içinde olduğunuz ruh durumunun "duygusal iklimi" belirlenir.
geçen hafta ege tıp fakültesinin 1inci sınıf öğrencilerinin ilk dersi için izmir'deydim. 1983 yılında beni doktor olarak mezun eden kuruma ve memleketim'e (burada bir izmir şovenizmi aramayın, sonunda güzel bir şehirde geçirilmiş, fazla problemli sayılmayan bir çocukluk ve gençlik döneminin şehri benim için) gitmek için her mazereti kullanırım. her geri dönüşte olduğu gibi hüzün (gitmiş ve bir daha geri gelmeyecek olanı hissettmenin verdiği hüzün) ve neşe (bunun sebebini açıklamak daha zor benim için, geride kalmış olan zorluklara baktığımdaki rahatlama duygusu mu, yoksa kavuşmanın verdiği bir keyif mi?) bir arada olur.
tıp öğrencileri ile karşılaşmaktan, beraber olmaktan duyduğum sevinçten birkaç ay önce yine bahsetmiştim. bu sevinç duygusunun bana olumlu bir şeyler yaptıracağına inandığımı, sadece tıp eğitimi vs gibi alanlarda değil, daha genel bir alanda,şimdi tarif edemedeğim olumlu bir etki yapacağını düşünüyorum.
belki bu bir "yaş" meselesi, uzmanlık öğrencilerine, tıp öğrencilerine, belik genel olarak öğrencilere duyduğum "hoca"lık duygusunda anormal bir kuvvetlenme hissediyorum.
diğer yandan, ABD'deki ihtisas dönemi sonrası İstanbul'a ilk döndüğümde, marmara'da işe başladığımda ilk yaptığım şeylerden birisi tıp öğrencierinden oluşma bir kulüp, daha doğrusu bir ilgi paylaşm grubu oluşturmak olmuştu. beyin v gelişim gibi bir konuda, küçükçaplı bazı araştırmalar, okumalar... bu marmara'daki masco (öğrenci araştırma kongresi)dan önceye denk geliyor. o gruptan değişik alanlardakişiler çıktı,psikiyatri, nöroloji gibi alanlara girenler olduğu gibi konuya ilgisini bşka alanlara gitseler bile sürdürenlerle haberleşiyorum. bir kısmı neredeyse, 40 yaşına yaklaşan bu genç drlara rastladıkça, yukarıdaki hüzün/neşe dengesi içinde duygulara kapılıyorum. neşe, güzel şeyler olmuş olmasından.. hüzün, neden daha fazlasını yapamadım, engellere teslim oldum, hatta zaman zaman baskıcı ya da bully yönetcilere yeterince karşı duramadım diye.
bunu anlattığım mentorlarımdan birisi,Jim, "her zamanki gibi çok şey beklediğimi" söylediğinde de ikna olamıyorum.
izmir'e, ege tıp'a ya da bal'a (ortaokulu okuduğum okul) her gidişimde, ya da oradan birileriyle her karşılaşışımda, beraber oluşumda, işte böyle izmir'den new haven'a, istanbul'a bir hayat döngüsü,bir parçasıyla zihnimde canlanıveriyor. neşe, hüzün,az öfke, biraz tiksinme. alın size, temel duygular.

Thursday, September 23, 2010

pejmürde günler

defterlere çiziktirmelerimi pek seviyorum. nedense, karalama, çiziktirme gibi eğreti, tam olmayan, rafineleşmemiş olan işler gibi...
kaba kağıt, pütürlü yüzey, düzgün kesilmemiş domates, ütüsüz pantolon...
pejmürdelik ruhumda.
bu çizgileri bir kereliğine gidip bir daha gitmesek de olur dediğimiz bir küçük otelde yapmıştım, 2004 galiba...
masada, denizin birkaç metre üstündeki düzlüklerden birisinde oturduğum an gözümün önünde oluyor bu sayede. fotoğrafta olmayan bir şey çizgide var; orada olanlar dışında gerçekte olmayan ama aklınızdakileri de görüntüye sokabiliyorum.
imge gördüklerimden ibaret değil.

iki elim cebimde


tanpınar'ı ilk kez okuduğum yıllar 40'ımı döndüğüm zamana denk düşer. bu bir tesadüf olmasa gerek. saatleri ayarlama enstitüsü'nün dergah yayınlarından çıkan baskısını belki 1980lerin sonunda almıştım. kitap benimle oradan oraya gezdi, amerika'ya gitti, geri geldi, istanbulda birkaç ev gezdi. sonunda önce huzur'u okudum, hemen ardından enstitü'ye geçtim. her iki kitaptan da etkilendim, hoşuma giden sayısız cümle, kitabın kenarlarına çok sayıda çizgi ortaya çıktı.
bu alıntıyı www.yankiyazgan.com'u 2002'de başlattığımda websitesinin süsü olarak kullanmaya başladım. yakın buldum, ama bir çok bakımdan hislerime tercüman olduğunu düşünmedim.

amigayı hatırlayan var mı?



medyatik bir kişilik olmamı 99 depreminden ibaret sanan epey insan var; belki o sırada üstümüze çöken travmanın etkisiyle ne görsek kafamızda yer ettiğinden, ben de travmanın iziyle beraber yerleştim kaldım, medya penceresinden gözüken bir görüntü olarak.
bu reklam küpüründe, amiga bilgisayarını başarıyla mesleğimde kullandığımı duyuruyorum. tan oral, mengü ertel gibi değer verdiğim insanlar da olunca, ben 28 yaşında birisi olara kervana hoplaya zıplaya katıldım. medyanın pompalamsı böyle oluyor demek ki...!
reklam kampanyasını hazırlayan emre senan'ı bu hizmeti karşılığında nikah şahitliğimle ödüllendirdim. emre'nin bornova maarif kolejinde 1970'de "abi"miz olmasıyla başlayan çilesi bitmedi tabii. daha birkaç hafta önce, bana çizgi çizme dersi vermeyi denemesie bakarsanız, ders de almıyor.

Thursday, September 16, 2010

doktorluk yolumu açtı mı yoksa kesti mi?

Yazılarımı niye kolayca yayımlıyorlar, ya da görüşüme başvuruyorlar, diye düşünmüşümdür. Bir çok kişinin aklına gelen (bana yazdıklarından biliyorum) profesör olduğum için torpilli olabileceğim. bu benim bile aklıma gelmiştir. neyse ki, artık emekli statüsüne geçiyorum.
Diğer yandan yaşadıklarım bunun tersinin de doğru olabileceğini düşündürüyor. Bir kere yazılarım öyle kolaylıkla yayımlanmıyor. Daha doğrusu, karşımdakiler istediğinde yazdıklarım yayımlanıyor, ama benim her aklıma gelen, her istediğimi yayımlayacak bir yer öyle hazır beklemiyor.
Üstelik doktor olmam vesilesiyle beni tanımış, doktorluğumdan şu ya da bu sebeple memnun ya da tatmin olmamış insanlar da vardır. bunun sadece bana özgü olmadığını düşünerek rahatlamayı beceremediğim için, bu memnuniyetsizlik oranını düşürmek için didinir, dururum.
son kitabım "söz uçmuş yazı kalmış"a profluk, hatta doktorluk öncesinden kalma gazete yazılarını koyduğumda, yazma kariyerimin tıp kariyerimden eski (daha az başarılı da olsa) olduğunu görmek beniçok rahatlattı.
Bir havaalanı dergisinde benimle bir röportaj ve ardından düzenli yazılarımın yayımlanması tasarlanmıştı. Röportaj yapıldı, sayfa düzenleri yjapıldı. Dergiyi yayının sponsoru holding ya da şirket adına gözden geçiren şirket üst düzey yetkilisi, “bu adama ilişkin hiçbir şey” dergide yer alamaz, deyince, yayıncılar şaşkına dönüp, “ne yapsak?” oldular. Yetkilinin yazıyı sansür gerekçesi, çocuğunu bir kez bana getirip sonuçtan memnun kalmamasıymış. Ya da, büyük gazetelerden birisinde benle ya da kitabımla ilgili bir yazı yayımlanmasına, kendi yönettiği eklerde yer olmayacağını söyleyen kişinin gerekçesi de, yine doktorluğumdan memnunsuzlukla ilgili. Ama haklı, ama haksız. Gördüğünüz gibi doktorluk, profluk bırakın ön açmayı, basbayağı ön kesiyor. ön kestiği de oluyor demeliyim.
bereket versin ki, bu nadiren oluyor. bana kendilerini, çocuklarını emanet eden insanlar ile olan çalışmalardan, bazı aileleri sadece tanımış olmaktan edinimlerim o denli geliştirici ki, bir yol kapansa, bin yol açılıveriyor.

Sunday, September 12, 2010

korkudan cesarete

Korku belli bir noktanın ötesine geçtiğinde cesarete dönüşebilir mi?
Kaybetme ya da kaybedileceklerin bittiğine inandığı anda bireyler korkunun kısıtlayıcı etkisinden kurtulabilir. Ve korkutanlara karşı çok farklı bir davranış kalıbı içine girebilirler. Burada örneğin 70'lerdeki eylemlerde korkan ya da korkuyu yenip en ön saflara geçen insanları hatırlatan birkaç örnek verilebilir. çocukluktaki takma adı "Ayşe" olan Cemal nasıl oldu da fareden bile korkan bir çocukken kendi kimliğini buldu? Bir örgüt içersinde hapse düşecek düzeyde eylemler yapan bir insana dönüştü. Bunları anlamak lazım.

“hayatımın en mutlu günüymüş, bilmiyordum”

duygular ile kognitif mekanizmalar arasındaki ilişkiye en iyi değinmelerden birisi “hayatımın en mutlu günüymüş, bilmiyordum” cümlesinde var.(Pamuk, Masumiyet Müzesi, cümle 1).
konuşmalarımdaki "mutluluk yaşanmaz hatırlanır" başlığının edebi bir karşılığı olması hoşuma gitti.

çalışmak üzerine ve Steinberg (çizer olan) tercihlerimizi nasıl etkiler

''Yaratıcı kişinin yaşamını yönlendiren, etkisi altına alan belki de ona ivme kazandıran şey can sıkıntısıdır. Bu sıkıntıdan kaçınmaksa bizim en önemli ve güç amaçlarımızdandır. Eğlence ise bu sorunu çözemez. Eğlence daha üst düzeyde olduğu sürece geçerlidir. Bu bir spiral gibidir. Yukarı çıktıkça da sıkıntı çemberi daralır. İlerlediğiniz sürece kendinizi eğlendirmek açısından daha kısıtlı seçeneklere sahip olursunuz. Eskiden beni eğlendiren şeyler artık eğlendirici gelmiyor. Sonuç olarak çalışmak güzel şeydir. Çünkü eğlenmek isteyen kişinin son sığınağıdır.''

bu alıntıyı defterime nereden geçirdiğimi unuttuğum için kaynak yazamıyorum.
Steinberg'i bana ilk farkettiren kişi Tan Oral idi. Yıllarca Cumhuriyet'te,şimdilerde de Taraf'ta çizen Tan abi gibi, Steinberg de bir mimar.
Türkçe'de steinberg için iki kaynak: Yaza Çize 1998 İris, Gül-Diken 2003 Yaz Güz.

Steinberg'in çizgilerinin Garanti bankası'nın şirket içi eğitimlerini gerçekleştirdiği Darphane'deki binasının duvarlarına aktarılmış olduğunu görünce, "tamam" dedim. "burası iyi bir yer." yargılarımızı oluşturmak bu kadar da kolay olabilir bazen. Steinberg'e değer veren birilerinin olduğu bir yerde, kendimi rahat hissetmem, sezgilerin gücüne inanmamın da bir kanıtı sayılabilir.

kütüphanesinin düzenlediği mini bir konferans, daha önce başka bir zamanda da bir eğitim çalışması yaptığım bina hoşuma gitti. kafama göre birkaç insan olduğunu da gördüm. oteller,çalıştığımız kurumlar ya da tercih ettiğimiz çay-kahve yerleri veya lokantalar, tercihlerimizde böyle yer ediyorlar. bir yanımıza hitap ederk.

düzgün olmayan eğreti olan

Böyle derli toplu her şeyi tamam pırıl, pırıl bir mekan tabii herkesin hoşuna gider; ama nedense, onun hoşuna giden yerler hep daha eğreti ve mükemmellikten uzak şeyler oldu. Kıyısından ya da köşesinden iliştiği ama şöyle tam yerleşmediği bir iskemle ya da koltuk, üstündeki eşyaları kaldırmaksızın köşesinde kendine bir yer açtığı bir masa, geçici olarak kaldığı bir otel odası...
ona sahiplik hazzını verdi.

kitaplarımı niye bir türlü zamanında yazamıyorum


''Çoğu yazar şu belirtileri tanıyacaktır: Bitmez tükenmez bir erteleme, dikkat dağıtıcılar arayışı, eldeki iş yerine başka herhangi bir şey yapmaya yönelik istek.''

Engels'in "tembelliği"ni ortağı Marx'ın nasıl telafi ettiğine bakınca, kitabın oraya çıkışında birden çok insanın rolünü düşünmeden edemezsiniz.

''Marx bir teslim tarihiyle karşı karşıya olduğunda genellikle elinden geleni yapardı ve bu son uyarı da işlevini görmüşe benziyordu. Manifesto'nun tüm modern baskıları Marx ve Engels'in adını taşısa ve Engels'in fikirlerinin etkisi kuşku götürmese bile, Şubat başında nihayet Londra'ya ulaşan metin, Orle'ans 42 numaradaki çalışma odasında, kesif bir puro dumanı arasında sabahlara kadar yaptığı karalamalarla, tek başına Marx tarafından kaleme alındı.''

(Sennur Sezer. Radikal kitap, 27.02.2005)

Sunday, July 11, 2010

yenilenmiş kitaplar




biraz arkalarda kalmış,pek sık görüşemediğim, ama çok değer verdiğim 3 eski dost gibi 3 kitabım. aslında ikisi ortaklaşa yazılmış sağlık kitapları, didaktik sayılcak yanları çok olsa da sevdiğim kitaplar.
düşe kalka ise didaktik olmasa da bir çok kişinin yararlandığı, benim de kendime en yakın bulduğum kitaplarımdan birisi.
"hiperaktif çocuk (ve ergen) okulda" yarı yarıya yenilenmiş olarak, "düşe kalka büyümek" ve "çocuğunuz sizden ne bekliyor?" ise gözden geçirilip, kapaklarını içeriklerine daha uygun hale getirerek tekrar raflara döndü.

bloguma yorum yazanlara

öncelikle, bloguma yorum yazılmasından mutlu oluyorum. teşekkür ederim.
iltifat aldığında ne yapacağını şaşıran birisiyim; hani elinizi ayağınızı nereye koyacağınızı bilemediğiniz durumlarda olduğu gibi...
ancak, övücü mesajların "aslansın, kaplansın, çok beğeniyorz, başarılarınızın devamını diliyoruz"un ötesine geçip, yazılanları ayrıntısıyla okuyup, üzerinde düşünmüş okurlar tarafından yazılmış olmasına da çok seviniyorum.

Wednesday, June 23, 2010

Çin



geçen ay Çin'deydim. yaptığım birkaç konuşmada hep aynı espriyi yaptığımda, kendime hayret etmekle birlikte, takdir de ettim. her seferinde orijinal ve hiç kullanmamış oluğum bir espri yapmak zorundaymışım hissinin poppsikoloji uzmanları tarafından "özgüven eksikliği" olarak yorumlanması olasılığı değil derdim; aklımda tutamadığım için her seferinde yeni bir espri icad etmek zorunda kaldığıma, basit bir espriyi bile aklımda tutamadığıma hayıflanırdım. artık aklımda tutabiliyor, hatta espriyi harfiyen tekrarlayabiliyorum. ezberim birden bire açıldı. biraz geç olmakla birlikte.
espri neydi? yandaki fotografta gördüğünüz gibi 2008 olimpiyatlarının meşalesinin istanbul'daki taşınması sırasında, taşıyıcılardan birisi bendim. 2008'de başladığım çin yolculuğunu 2010'da ancak tamamlayabildim. buraya gülücük işaretleri vs koymam gerekir. çinli dinleyicilerden epey gülen oldu, ona göre:)

Sunday, May 16, 2010

öğrenci kongreleri

hayret, bir çok öğrenci kongresi ya da toplantısına gidiyor, konuşuyor, hatta nasihat veriyor, ancak tekrar davet ediliyor, hatta zaman zaman (leyhte) tezahürat ile karşılaşıyorum :)
bu konuyu incelemem lazım.
tıp öğrencileri, psikoloji öğrencileri, mühendislik öğrencileri.. ne oldu size? nedir bu ciddiyet:)?
geçtğimiz ayların en keyif aldığım konuşmalarını manisa,izmir, istanbul, yaptığımı itiraf etmeliyim. şanslıyım. bu konuya döneceğim.

ah bir dahi olsam

gazeteler, radyolar ve televizyonlardan aldığım sayısız sorudan birisine verdiğim cevap ilginizi çekebilir. benzeri bir çok soruyu cevaplamaktan kaçınıyorum: bazen konuyu anlamsız bulduğum, bazen de ayaküzeri vereceğim cevap basına yansırken iyice acayipleşeceği için... bu dahi olsun denen çocuklar konusu tam damarıma bastığı için, kendimi tutamadım. bir başka soru da geçenlerde şöyleydi: şekillerin içini boyamak çocuklarda yaratıcılığı öldürür, şeklinde bir görüş belirtildi. siz ne dersiniz? pek gerekli olmayan bir konudaki neye dayandığı belirsiz bir görüş hakkında görüş belirtmek bir saçmalığa ortakolmak,üstelik o görüşe de bir meşruiyet kazandırmak olacağı için "susma hakkı"mı kullanıyorum:))

aşağıdaki soru bugün cevap yazdığım soru:

Soru: bebeklerin zekasına olumlu katkı yapmıyor mu? 1993 yılındaki araştırmaya göre zekaya olumlu etkisi varken, 2000 yılındaki araştırmaya göre zekaya bir katkısı yok deniliyor. Siz ne diyorsunuz?



asıl cevap. Güzel müzik dinlemenin iyi bir şey olması için zekayı pek de önemli olmayan 3-5 puan arttırması mı gerekiyor?
ek Cevap:
Çocukların gelişmek için karşılıklı ilişki kurmaya, bir makina ile değil bir insanla oynamaya, onu dinlemeye,konuşmaya ihtiyaçları var.
Bir bilimsel görünüşlü palavra daha deşifre oldu, sırada bekleyen de çok. Konuyu tam bilmeyen ailelere zekaya iyi gelir, dediğinizde her şey yapmaya hazırlar. Mozart dinletmek ya da diğer Einstein yapma önerilerinin sağladığı söylenen puanlar zaten çok çok az. Herhangi bir aktivite yapmadan bekleseniz bile kazanılabilecek kadar.

Çocuklar, zeka geliştirici olduğu iddia edilen programlar ile kazanabileceklerinin çok daha fazlasını anne-babalar ile karşılıklı birebir etkileşimden, oyun oynamaktan, kitap sayfalarını karıştırmaktan kazanırlar.

İnsan zekasının en önemli parçası olan "dil" karşılıklı oyun ve konuşma ile gelişir. Bunun için de televizyonu 3 yaşın altında çocukların hayatına hiç sokmamak iyi bir başlangıç olur.

Saturday, April 17, 2010

biz sizin gibi olmayacağız

Mart başında tıp öğrencilerinin Türk Tabipler Birliği ile ortaklaşa (Dr Füsun Sayek anısına)düzenlediği bir tıp eğitimi toplantısındaydım. 1979'da İzmir'de benzeri bir kurultaydakini andıran siyasi mesaj verme çabaları ile gerçeği arama gayretleri arasında bocalayan öğrencileri görünce, aynı filmin tekrarını görüyoruz diye düşünmek, eski kuşak mensupları olarak ilk refleksimiz. Tıp eğitiminin verdiği (tabii alırsanız:) sorgulayıcı ve olumsuz olasılığı hesaplatıcı alışkanlıklara karşı koymak zor olsa da, bir genç olarak, ülkenizin geleceği üzerinde söz söylememek, kendi yolunuzun en doğru ve tek yol olduğuna inancınızı haykırmamak da zor. arada kalmaktan kastım bu.
salondaki bir kaç öğretim üyesinin "evladım, biz de sizin yaşınızda böyleydik" diye başlayan söylemlerine pek kulak asmayan gençler, "biz sizin gibi olmayacağız" cevabını yapıştırdılar. duygularının yansıması sözlerinin samimiyetinden hiç şüphe duymadım. amaçlarını gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceklerine ise, şimdilik kafa yormamayı tercih ettim.
biz sizin gibi NE olmayacağız? dönek, hain, korkak, pısırık, teslimiyetçi, beceriksiz, bencil...
gençlerin "biz sizin gibi olmayacağız", sözünde, büyüklerin "siz bizim gibi olmayın" dileğinin simetriğini görüyorum. acaba doğru mu görüyorum?
Anne ya da babamız gibi olmak arzusunun, onlar gibi olmak korkusuna dönüştüğü yaşlarda olduğumuz yıllarda, lise öğrenciliğinden üniversiteye geçiş dönemindeyizdir. o yıllardaki "ne kadar uzağa gidersek, o kadar iyi" düşüncesi, bazen geri dönülemez bir mesafeye götürebilir.
arzu ile korkunun çatışmasını şiddetle yaşadığımız gençlik yıllarını "başarı ile" tamamlamak mümkün müdür? bu konu neden kafama takılmıştır?

Saturday, February 27, 2010

fıkra değil

geçenlerde bir doktor arkadaşım arıyor; "yeğenimizi sana getirmek istiyoruz"... zaman darlığı vs gibi sorunlar sebebiyle hemen göremeyebileceğimi söylerken, bir yandan da tam olarak neden getirmek istediklerini anlarsam, belki birkaç önerim olabileceğini söylüyorum. "çocuk boyunun kısalığından şikayetçi; morali çok bozuk. bir türlü uzamıyor. sana getirirsek, seni görürse, iyi olur diye düşündük. insanın boyu kısa da olsa başarılı olabileceğine bir örnek olarak..."
telefonda gülmeye başlamama az kalmıştı. "bu üzerinde çalışılacak bir konu, zaman olarak yetişemeyebilirim. ama bildiğim ve benden de kısa, ve bu yaş grubunda çok ehil bir meslekdaşım var, onun telefonunu vereyim."
hayatı böyle zamanlarda daha çok seviyorum. okul yıllıklarında, hele tıp fakültesi mizah dergilerinde bolca espri olması tesadüf değil.

Friday, February 05, 2010

tanı alma arzusu

blogumu yerinme ve ağlama duvarı haline getirmeksizin dertlerimi dökebildim mi acaba? benim yanlışlar ya da eksiklerden ziyade yanlış anlama ya da çarpıtmalara bir takıntım olduğunu anlatabildim mi? yoksa, isteyen istediğini diyebilir, bir çok zaman haklıdır da...
ama, örneğin, webde bir google'lama yaptığınızda çıkan not: "YY'ın da aralarında olduğu 8 doktora gittim, 8'incisi sonunda bipolar bozukluğu tanısı koydu" sözünün içerdiği doğru bilgi ve yanlış sonuca bakalım.
özellikle bu kişinin bilmediği ya da gözden kaçırdığı ne? ergen yaşta bipolar bozukluğu tanısı koymaktan bilerek kaçınıldığı, bipolar tanısını her şey tam kesinleşmeden koymanın ne kadar sakıncalı olduğu...
hayat boyu sürecek bir tedavi ile birkaç yıl içnde normalleşebilecek bir dalgalanmayı aynı kefeye koymak, yanlışlıkla veya abartılı biçimde hiperaktivite tanısı koymaya benzemez. ben ve benden sonraki drların uyguladığı tedavi bipolar bozuklukta olandan farksız olmuş; ancak hastalığın adını koymakta acele edilmemiş, yıllar geçip de hastalığın sebat ettiğini gören drun da problemi adlandırmaktan başka seçeneği kalmamış.
ergenlik döneminde bipolar mı acaba denenlerin çoğunun genç erişkinlikte bildiğimiz depresyona dönüştüğünü düşünürsek, tedavi ilkeleri aynı kalarak yapılan bir uygulamada "tanı" ve "etiket"lere düşkünlüğün doktorlarla sınırlı kalmasının ruh sağlığı açısından en doğrusu olacağını görmek mümkün.
tanılanma ve tanılanmama meselesini otizm ve dikkate skikliği açısından başka bir seferde ele alalım.

Sunday, January 31, 2010

kolay başarıya ulaşmış kalburüstü aile çocuğu


Doğan Cüceloğlu'nun babamın (ve annemin) hayatlarından yola çıkarak hakkında yazdığı kitap ve konu hakkında epey bir bilgiyi site'me yüklemiştim.
http://www.yankiyazgan.com/admin/anmviewer.asp?a=616&z=14

Aşağıdaki notu Doğan Cüceloğlu'nun sitesine kitap hakkında görüşünü yazan bir okuru düşmüş:
"....Yine bu kitap sayesinde Yankı Yazgan hakkında edinmiş olduğum bir ön yargıdan kurtuldum.Gerek medya gerekse tv'lerden edindiğim izlenimler ile Yankı Yazgan'ı kalburüstü bir ailenin okumuş ve kolay başarıya ulaşmış bir bireyi olarak yine ailesinin sayesinde medyatik olan bir oğlu olarak kafama yazmıştım. Oysaki görüntüye bakarak ön yargıda bulunmamak gerekirmiş..."

Babama "bak sayende imajım düzeldi" diyerek bu notu aktardığımda; önce tam anlamadı, nereye kim yazmış filan açıkladıktan sonra; babam "Tıp fakültesini bitirip ve 2 uzmanlık eğitimini tamamlamanın nesi kolay başarı oluyor?" diye homurdandı. Bu konuyu açmışken, babamın cesaret verici sözlerini biraz daha duyarım umuduyla, "bu kişi en azından bir önyargı ile hareket ettiğini düşünüp, özeleştiri yapıyor" dedim.
B: "Başkaları ne diyormuş ki?"
Y: "söylediklerimi saçını şöyle bir sallayarak konuşuyor filan diye eleştiren, ciddiye alınacak bir kadın köşe yazarı vardı mesela"
B: saçların o kadar uzun muydu?
Y: o sıra öyleydi, de, ben salladığımın vs farkında mıyım, mimik gibi bir şey... ama, asıl olan, "yankıyazganlamak" diye bir terim uydurduydu birkaç yazıda.
B: Ne, ne?
Y: ...bir uzmanlığa, bilgi birikimine sahip olmadığı halde, allanıp pullanarak öyleymiş gibi davranmak" gibi bir anlamda.
B: "sence haklı mı?"
Y: "vallahi, ben kendi çalışmalarımı yetersiz buluyorum; özellikle bilim alanında çok daha fazla şey yapabilirdim, ama beceremedim, iradem yetmedi vs"
B: "bunu sen söylüyorsun, ama yazar bunu nereden biliyormuş ki ?ve sen bunu niye takıyorsun ki?"
Y: insanların hakkımda böyle düşünmesini istemem.
B: böyle misin?
Y: onun kastettiği gibi değilim.
B: bunu değerlendirebilecek bir insan mı?


neredeyse 40 yıl öncesinde babamla çok sık yaptığım diyaloglara benzeyen bu konuşma tarzında bir diyalogu uzun süredir yapmamıştım. çok özlemişim. şimdi oğlum benim bu konuşmaları babamla en çok yaptığımız yaşımda; onu ve dedesini beraber gösteren bir resmi koymak en iyisi bu yazının "görsel"i olarak.
DC'nun okuruna, ve bir ara kafayı kısaca bana da takmış agresif köşe yazarına, teşekkür etmeliyim.

asansör düğmeleri

asansörün "kapa" anlamına gelen (><) düğmesi en çok yıpranan. başkası gelmeden tek başına çıkmanın zevki için mi? başka birisi ile başbaşa kalmak bizi çok korkuttuğu için mi? yoksa, sadece içinde olduğumuz "taşıt"ı bir an evvel hareket ettirmek isteğimiz, sıradan aceleciliklerimizden birisi mi?
bu arada,
asansöre tatilden tatile biniyor olduğumdan olsa gerek, yazılarımda asansör tema'sı hep boşta gezdiğim günlere denk geliyor.
ya hasta yattığım, ya da seyahate çıktığım bir kış oldu bu yıl...

Sunday, January 10, 2010

Kasım aında Ünye'de

Ünye'ye kasım ayında yaptığım ziyaret ve konferans notları
Prof Dr Ayşe Yalın (klinik psikolog) Ankara Tıp Fakültesi’nde yıllarca çalıştıktan sonra, doğup büyüdüğü, aile köklerinin olduğu kent Ünye’ye dönüp, ne yapmış? Dedelerinden kalma, kendisinin beşikten evlenene kadar yaşamış olduğu evi tepeden tırnağa elden geçirip bir anaokulu/yuva ortaya çıkartmış: Haznedar anaokulu. Mesleki birikimini de ekleyince, çocukların kendini değerli hissetmeyi, ben ve öteki ayrımını sağlıklı biçimde yapabilmeyi öğrendikleri bir eğitim ortamı. Zeka arttırma, harika çocuk yaratma, on parmağında on marifet geliştirme gibi “trendy”amaçlardan uzak duran, sıcacık, şirin bir yer. Bir de aylık konferanslar dizisiyle, Ünye’de bu konulara meraklı olan anne-babalara, sağlık ve eğitm çalşanlarına, hayatı farkederek yaşamak isteyenlere dönük konuşmalar yapacak konuklar ağırlıyor. Çarşı içindeki Ticaret Borsası’nın dördüncü katındaki küçük ama sahici konferans salonunda, her ay ağırladığı psikoloji, psikiyatri ve eğitim alanlarıındaki konuklarından Kasım ayı konuğu da ben oldum. Daha önceki yıllarda, büyük kentler dışında yaptığım konuşmalara ilişkin izlenimlerimi pekiştiren bir buluşma oldu. Buluşma diyorum, birbirini bekleyen insanların bir araya gelmesi anlamında... Bir kısmı beni okur olarak bilen, ama benim çoğunu hiç tanımadığım bu insan grubunda kimse de birbiirne benzemiyordu. Çok farklı kültürel ve sosyal yapılardan geldikleri besbelli olan dinleyiciler, sorularıyla tartışmayı zenginleştirdiler. Hemen ayak üzeri cevap verilemeyecek ciddiyet ve derinlikte sorularını değişik yazılarda işlemeyi umuyorum. KOnuşmalarımız sorumluluk almanın, çocuk yetiştirmenin, çocuklarla çalışmanın ve aile olmanın getirdiği yükler ve bu yüklerin bizi nasıl geliştirebildiği, insan yanlarımızı güçlendirdiği üzerine odaklandı. Bir çocuğun kendisi olurken, bizi de kendi çocukluğumuzdan bu yana getirdiğimiz alışkanlıklarımıza bakmak zorunda bıraktığımızı beraberce düşündük. Kendisi olabilmenin, bencil olmaksızın ben diyebilmenin sırrını çocuklardan öğrenmek isteyenler için yol gösterici bir çok fikir soru-cevap bölümünde ortaya çıktı.
Ünye’ye gelince.... Şirin desem çok mu basmakalıp olur... Bu tanımı kullanırken, şehrin tahrip olmuş eski dokusundan kalanlar ile şehri yaşatan özellikleri birleştiriyorum. Hayatımızın bir parçası haline gelmiş pejmürde apartmanların arasından gördüğünüzde iç ferahlatan eski evler, bakımsız bırakılmış ama zamanın yıpratıcı etkisine dayanmış hamamlar, düğün salonu olmuş kiliseler, derme çatma görünümlü modern camilere pes etmeyen sade ve etkileyici çarşı içi camii gibi camiler. Çakırtepe’deki pideci, şehrin sokaklarının kavuştuğu meydan ile deniz arasındaki İskele restoran (ben mükemmel karalahana “pancar” çorbasını tadabildim, ama içki ruhsatı olmamasını anlamak da zor oldu), Samsun’a doğru giderken 1-2km sonra sağdaki Küçük Ev...

düzgün bir yazıyla kaleme almaya çalıştığım bu paragrafı bir türlü tamamlayamadım, onun üzerine, mükemmeliyetçiliğe bir son vermeye karar verip, Ünye’deki konuşmadan defterime karaladığım notları temize çekmeden buraya aktarmaya karar verdim.

Değerli olma: yuvadaki resimlerin hepsinin duvara asılması; sadece en güzel olanların değil. Bu bir yarışmaya aykırı değil, onun adı yarışma.. ama bir konkur ya da olimpiyat gibi yapılması anlamsız.

Sorumsuz annebabalık yeni kuşağa mı özgü?
Çocuğuyla ilgili bilgileri tüm ayrıntısıyla talep eden anne (ne yedi, kaç kaşık yedi) neyi öğrenmek, neyi bilmek istiyor? Çocuğuyla ilişkili bilgilerini arttırmak ilişkisine bir katkıda bulunmuyor...(diyetini geliştirmek vs gibi)
Örneğin, karnın doydu mu, ya da yediklerini sevdin mi, gibi bir soru daha anlamlı...
Çünkü ilişki içeriyor..
Ama zekasını geliştrimek, çocuğunun dahi olmasını istemek için çabalamak...bu sorumluluğu başkalarına devretmek, sonra onları “gerekeni yapmıyorsunuz” diye suçlamak (bu bazen ağır hastalıklarda da görülebilir,, kendi yapmadıklarının telafi etmek için...)
Çocuğunda kendi istediklerinin olması...isteyince olur, sloganı... çocuğunuzu istediğiniz gibi yetiştirebilmek.... onun istediğiniz gibi olması anlamına gelmez

"Çocukların kendiliğinden büyüyeceğini sanmıştık..." çocuğunu kucağına alamayan anneler.


Çocuğunu çekeleyerek ve adeta sürükleyerek yürüten kadın, çocuğu aciz hissettirtmekle yetinmez. Telaşının ne ve neden olduğunu anlamazsınız. Kadının koşuşturmasına ayak uyduramayan çocuk, ayağı takılıp yere kapaklanınca, üstüne bir de, yere düştüğü için, dayağı yer...


Kendi yaptıklarınızla rol modeli oluyorsunuz. Sizi görerek örnek alıyor...

Çocuğunu kendi haline terketme/başıboş bırakma ile özgür bırakma arasında kalmak.... çocuğua özgürlük verme (örneğin, özgürce başkalarına zarar verme !) rahat etmek, ya da rahatımızı bozmamak için olmasın?

Friday, January 01, 2010

“mutluluk formülü"

“mutluluk formülü"
Geçen yıla kaçan fırsatlar açısından mı baksam, kazandığım edindiğim deneyimler açısından mı? Bu yanıtlaması bir türlü bitmeyecek soruyu, “iyi ki” ile “keşke” arasında sıkışmış bütün okurlarıma devretmezsem, 2010 blogumu da ihmal etmeye mahkumum. Pırıl pırıl bir hava var; körfez çocukluğumdakinden daha mavi, ama bu güzelliği iklim değişikliğinin daha da kötüleşeceğinin işareti diye düşündüğümde keyfim kaçıyor. Karnımı güzel doyurdum; yedim içtim, ama kilolarıma kilo katarsam diye düşününce iştahımı kaybediyorum. Küçükken, ve tabii gençken, her şeyi isteyen hiçbir şeyi elde edemeyen birisi olacağım diye korkardım; şimdi ortasını bulmanın mutluluğunu yaşayabilir miyim artık, diye düşünmeye başladım. Belki iyi bir başlangıç.
1 Ocak 2010’daki bloguma uygun düşecek bir (kendimden) alıntıyı bir derginin (sağlık ve mutluluk tavsiyeleri) anketine ayaküzeri verdiğim cevaptan aktarayım:

“mutluluk formülü"
1. "keşke" sözcüğünü daha az söylemek,
2. üşendiğimiz ve zor gelen her şeyi inadına daha çok yapmak,
3. aklımıza gelivereni yapmadan önce bir süre beklemek; süre bitiminde hâlâ çok istiyorsak, yapmak,
4. uyku, yeme-içme, yürümeye gereken zamanı ayırmak,
5. bizden daha mutlusu var mı diye etrafa bakınmaktan, başkasının lokmasını saymaktan vazgeçmek.

Acaba bunu gerçekten benim önerdiğim bir formül sanan olur mu? Kurtarıcı formül ve reçeteler, mucizevi yöntemler dendiğinde birden saçları dimdik olan benim gibi birisinden beklenir mi? bunu sen yapıyor musun ki... diye soranlara terzi ve söküğü deyimini hatırlatmam gerekir mi? Hürriyet gazetesinin köşe yazılarındaki soru-cevap üslubu gibi geldiyse, şaşırmayın. Neden şaşırmamanız gerektiğini anlatmam için konunun biraz soğumasını bekleyeceğim.
Blogumda neden az yazdığımı sıkça soran okurlar var. Nasıl yazacağıma karar veremediğim için, desem... Gündelik olaylardan yazı çıkartırken, yapılması gereken o kadar çok şey oluyor ki: dedikodu alanına çekilmeyecek, “name dropping” izlenimi uyandırmayacak, aynı zamanda başkalarının (buna arkadaşlar da dahil..) mahremiyeti sayılacak hiçbir alana girmeyeceksin, isim aktarmaktan kaçınacaksın, ve bu sadece olumsuz ya da eleştirel durumlar için değil, olumlu durumlar için de geçerli olacak.
Bunu bu sınırlara uyarak yapmayı becerebilirim herhalde, ama, zamanım yetmiyor. Çözümü bilmiyor olsam, daha rahat edeceğim.