Friday, October 26, 2012

bayramda ziyaret adet, evde bulamamak oh ne saadet


Ahududu, kolonya ve bitmez ziyaretler

50 yıl öncesinin ortasınıf kentli alışkanlıklarıyla yaşamaya devam eden küçük bir kesimin bakışıyla yazdığım yazılar bugünkü toplumsal değişim ortamında 'marjinal' kalabilir; ama, anıların giderek daha da önem kazandığı bir yaş döneminde buna hakkım var.
Bayram bitmek üzere; ama söylemeden edemeyeceğim. Bayramların eski tadını arayanlara rastladıkça, ardarda dizilmiş bayram ziyaretleriyle uzayıp giden (çocuklar için) bitmek bilmeyen günler aklıma gelir.
Her bayramda tatile çıktıkları için ayıplanan (40 hatta 50 altındaki) anne-babaların bu kaçış planlarını, ailevi olandan uzak durma isteklerini anlamak için üretilebilecek bir çok hipotezin arasına herkesin anısındaki ziyaretleri ve sıkılmaları eklemeliyim.
Günümüz orta ve üstorta sınıfının gündeminden hızla silinmekte hatta silinmiş bir davranış tarzı olan bayram ziyaretlerinin ‘usul’den olması bir çoğumuzun gençlik geçmişimizi nitelendirmek için kullandığı düzen karşıtlığını tetikleyerek ‘anti-ziyaret’ kılmaya yetmiştir.
Her kuşak gibi bir davranışı ya da tercihi kendimize özgü sanma alışkanlığına bir anlığına karşı koymayı deneyelim. Anne-babalarımızın yorgun argın vardıkları hedef apartmanlardan birisinde dış kapıyı açık bulup aranan daireye tırmandıkları anı düşünün. zil ilk çalışta açılmadığında kapıya bir an evvel kartvizitlerini sıkıştırdıktan sonra çıkıp gitme telaşının anlamı ne olabilir? olur a, evde olmayan dost ya da akrabalar her an bir başka kapıdan çıkagelerek, yeni bir ziyareti başlatabilirler.
Çok hevesli olduklarını sandığımız bu ziyaretleri anne-babalarımızın da epeyce isteksizce gerçekleştirdiklerini düşünemez miyiz?  Üstelik bizim gibi anti duruş sergileme lüksüne de sahip değillerken…
Bir bayram ziyaretinde kuzenlerim ve çocuklarından oluşma bir grup ile bu konuları konuşup anneannemden kalma bayram reçeteleriyle yapılmış ahududu likörlerini yuvarlarken büyük kuzenlerden birisi her şeyi kendimize ya da dönemimize özgü sanma eğiliminin yolunu net biçimde kesiverdi. ‘Biz çocukken bir söz vardı; bayramda ziyaret adet; evde bulamamak oh ne saadet’ Anne babalarımızdan ne kadar da farklı olduğumuzu sanmaya başladığımız anda, karşımıza çıkıveren onların neredeyse tıpkısı olduğumuz gerçeği önce bir şaşkınlık yarattı. Şaşkınlığı pe-re-ja limon kolonyası ikramı ile giderdik. Çocuklar Pe-re-ja’nın açılımını ipad’inde google’ladılar. Bayram böyle geçti.

Thursday, October 25, 2012

ısrarengiz ve sitemkar


önce ısrar
Misafire “çay alır mısınız?” diye soran ev sahibine “teşekkür ederim, almayayım” diyene ne yapılır? “Peki, siz bilirsiniz” deyip geçmek varken, “Allah aşkına, ölümü öp, n’olursun” (ve sonsuz bir dağarcıktaki diğer laflar) diyerek yalvar yakar ısrar etmek niye? Siz böyle düşünürken, ısrar edilen kişi (ki siz onun için üzülmektesiniz), “peki, alayım” der. Yarım ağızla teklif edilen çaylar, pastalar ev sahibinin bize biçtiği değeri yansıtır. Israr etmesini beklediğimiz arkadaşlarımızın niyetlerinin ve tekliflerinin sahiciliğinden emin olmanın bir yolu tekrar tekrar, yılmadan her şeye rağmen bize vermek istediklerini sahiden vermeye çalışmalarıdır. Israr, sahiciliğin ve içtenliğin bir ölçütü sayılır. Bir kere söylemek yetmez, iki kere söylemeniz, verdiğinizi almaz ise mahvolacağınızı belirtmeniz gerekir. Çocuklar annelerinin kendilerine sahiden ilgi gösterdiğinden emin olmak ister, onun sınırlarını zorlar, bir tür testten geçirirler. Sevgililerin “bakalım ne yapacak” sınavlarına benzer bu sahicilik testi yerine geçen ısrar krizleri ev sahiplerinin misafir nezdindeki reytinglerini belirler. Israr edilmediğinde, çay tepsisi önümüzden şöyle bir geçirilip gittiğinde, kendi gözümüzdeki değerimiz buharlaşmaya başlar.

hep sitem

Sitem ısrarın ayrılmaz bir devamıdır. Sitemin bir dostluk işareti olduğunu düşünenler, tersinin umursamazlık veya önemsemezlik olarak görülebileceğini söylerler. Sitem, yapılmamış, ya da eskiden beri yapılıp da artık yapılmayanlara bir özlem, keşke her şey eskisi gibi olsa derken hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilerek söylenen sözleri de içerir. Öfke, kızgınlık, kaybolup gidenin, gitmiş ve geri gelse bile eskisi gibi olmayacak olanın arkasından duyulan üzüntünün yansıması olur. Sitem edenlerin sinirlerimizi germesi, sitem edenlerden uzak durmaya, telefonla hatırlarını bile sormaktan kaçınmaya itilmemiz, biraz da bu ölümcül çağrışımda yatıyor.

Sunday, October 14, 2012

korkarak büyüyen korkutarak yaşar


Korkarak büyüyenler korkutarak yaşarlar
Son bir ay içinde değişik kentlerdeki çocuk psikiyatrisi kliniklerinde çalışan meslekdaşlarımı ziyaret edip konuşma fırsatım oldu. Bir çok hastanede  işin tümüyle konuşmaya ve gözlem yapmaya, iletişim kurmaya dayalı olduğu çocuk psikiyatrisi gibi bir branşta 10 dakikayı aşan görüşmeler yapan doktorlara hastalarıyla fazla zaman harcadıkları için uyarılar geliyor. 20 dakikalık görüşme elde edebilirseniz şanslısınız. Özellikle yoksul, ruh sağlığı hizmeti alma konusunda deneyimi az ailelerin bu durumdan memnun olması yöneticileri yanıltmamalı. Aileler (şu andaki düzenin öncesindeki gibi) aylarca bekleyip alabilecekleri ancak doktorun yapabileceklerini en iyi şekilde yapmasına daha fazla fırsat veren muayeneler yerine doktoru ‘görmüş olmayı’ sağlayan şimdiki düzeni tercih edebilirler. Çocuk psikiyatrisi doktorunu görmüş olmak ‘hiç yoktan iyidir’ diye düşünmek mümkün. Doktorların olağanüstü çabasıyla, fazladan emeği ile bu kısacık karşılaşmadan sonrasında ek yarar sağlanabilir. Ancak ailelerin büyük bölümünün çocuğunun sorunu hakkında fikir almak, kendisinin ne yapabileceğini öğrenmek için, çocukların ve gençlerin rahatsızlıkları ya da dertleri hakkında yeterince kendilerini ifade etmek için zamanı kalmıyor. Doktorlar soruna hızlı çözüm aramak zorunda bırakılıyor; sonrasında gereğinden fazla ilaç kullanıldığı haberleri gazetelerde. Hızlı çözümlerin pek geçerli olmadığı bu durumları, çocukların ruh sağlığını bozucu toplumsal etkenler daha da arttırıp ağırlaştırıyor. 
Her çocuğa anasınıfı ve okul öncesi eğitimi sağlamak yerine, çocukları apar topar 1inci sınıf öğrencisi yapmakla ailelerde sadece şimdiye dönük (çocuğun ev yerine okulda olmasıyla) bir rahatlama sağlamak politik olarak akıllıca olabilir. Kalabalık sınıflara doldurulmadan önce kötü beslenmiş, her gün saatlerce televizyona baktırılmış çocuklar, en belirgin işlevi oyalamak olan bir eğitim içine sokulduğunda, sınıfta duramayan, okuduğunu anlamakta zorlanan öğrenciler oluyorlar. Ne kendileri ne öğretmenleri ne de okulları hazır olmadan 1’inci sınıf yapılan çocukların yoksul olan çoğunluğunun eğitimi bu uygulamayla daha mı iyiye gidecek? Şimdiye kadarki durum tam tersini gösteriyor. Zaten sosyoekonomik farkların eğitim performansını en çok etkilediği birkaç OECD ülkesinden birisi olan Türkiye’de, davranış sorunları da aynı sosyoekonomik etkenlerle ilişkili. Çocukların biraz daha hazır sayılabileceği önceki (72 ay başlangıçlı) düzende yaptığımız çalışmalarda ne gördük? Kalabalık sınıflı, zorunlu göçmen, anne-babanın eğitimsiz ve yoksul olduğu okullardaki ‘hiperaktivite’ gösteren çocukların oranı daha müreffeh bölgelerdekine göre iki misli fazla.
Ülkede onyıllardır değişik biçimlerde varlığını sürdüren şiddet ve baskı ortamı evlerde çocuklara ve kadınlara dayak, taciz ve kötü muamele ulaştığında, kalıcı etkisini  bozulan ruh sağlığında gösterir. Beli silahlı erkekler, kendilerini korumadığını düşündükleri bir güvenlik sistemini silahlanma meraklarına gerekçe gösteriyorlar. Neyden korunmaları gerektiği, daha doğrusu neden korktukları ise belirsiz.  Belli ki hatırlayamacakları kadar korktukları bir şey var. Belki de onları korkutmak ne kelime, onlara cesaret vermesi, güvende hissettirmesi gereken, güvenmek istedikleri kişilerden korkarak büyüdüler. Korkarak büyümüş çocukların hayatta kalmak için korkutmaktan başka yol bilmedikleri bir dünya yaratmış olduğumuz için utanmaktan öte ne yapabiliriz?

çalışkan tembel


Çalışkan tembel

Tıp fakültesini derece ile bitiren öğrencime sordum: ’nasıl bu kadar çalışkan olabildin?’ ‘vallahi çalışkan değilim, çok çalışıyor olmam tembelliğimden. Dersleri serersem, bütünleme, sene tekrarı derken sonuçta daha çok çalışmış olacağım. Halbuki ne kadar çok çalışırsam, daha az toplam çalışma yapacağım. Öyle böyle derken bir de baktım, dereceye girmişim.’
Tembelliği (deskriptif bir bakışla) yerinden kımıldamamak, üşenmek, işleri ‘sallamak’ ya da bir görevi yapmamak için bin dereden su getirmek olarak tanımlarsak, hepimizin tembel yaşam kesitleri olduğunu görürüz. Tembel ve çalışkan yaşam kesitlerini biribirinden ayıran, o anda çok ‘olmasını’ istediğimiz, harekete geçme arzusunu doğuran ve temel dürtülerimizin yönü ile uyumlu durumların azlığı ve çokluğu olabilir.
Bu özelliklerin varlığı ile ‘motive’ olduğumuz her durum tembelliğe son verirken, yokluğu bizi ‘doğal’ halimize döndürür. Beyin dokusunun ‘istirahat’ halinden aktif hale geçişinin gerektirdiği enerjinin büyüklüğü, pijamaları giymiş televizyon karşısında otururken bakkala ekmek almaya yollanan çocuğun yerinden kalkmasının gerektirdiği enerji ile kıyaslanabilir.