Kırıntıları toplarken
Sofradan kırıntı
toplamayı severim. Ziyan olmasın diye mi, ya da bir kırıntıyı bile ziyan
etmiyor olmaktan keyif aldığım için mi, belirsiz. Yemeklerin artanından yeni
yemekler üretmeyi de severim. “Dünkü bamya” soslu spagettim meşhurdur; ançuvez
ve peynir ilavesiyle farklılaştırılmış olsa da, aynı bamya varlığını başka bir
tabakta sürdürür. Bir tür ölümsüzlük kazandırırım. Eski yazılarıma da ekmek
kırıntısı ya da dünkü yemekten arta kalan gibi baktığımı söylediğimde, bir çok
okur çöp torbasına atılacak ya da balkondan masa örtüsü ile beraber
silkelenecek nitelikteki yazıları bu kitaba doldurduğumu düşünebilir. Yazıların
layık oldukları yerin neresi olduğu tartışılabilir olmakla birlikte, bu eski
hallerini sevdiğimi söylemeliyim.
Yıllardır psikiyatrlığını
yaptığım, çocukluktan gençliğe geçmek üzere olan bir kişi, “Yankı bey, siz pek
böyle şeylere kızmazsınız biliyorum, ama yine de nasıl söylesem bilemiyorum”
diye söze başladı. Benden alışkın olduğu “hmmm” a benzeyen sesi duyunca devam
etti; “ Siz niye yıllardır hep aynı kıyafetleri giyiyorsunuz, bunun psikolojik
bir anlamı var mı?”. Düzeltmeliydim,
aynı kıyafetler değil, aynı çizgide
kıyafetler. Bu çizginin tutarlılığına sahip çıkarmışçasına, ve biraz amatörce,
yanıtladım: “Bir anlamı var mı?”.
1980’lerde ve 1990’larda
yazdığım yazıları (az sayıda 2000 ve 2001 tarihli olan da var), geçen yüzyılın
hatta geçen binyılın yazıları olarak tanımlamak mümkün olsa da, yazıları
okuduğunuzda göreceğiniz gibi, söylediklerim hep aynı. Kıyafetlerim gibi... Anlamlarının ise yıllar içinde değişmiş
olabileceğine inanıyorum.
Düşünün, 1980’lere
okulun sonuna yaklaşmış bir tıp öğrencisi olarak girmiş, sağlık ocağı doktoru,
seyyar cerrrahi hastanenin tabip asteğmeni ve uzman olmak üzere bir psikiyatri asistanı
olarak 1990’lara devam etmiştim. Hayatın en hızlı değiştiği dönem bu olmalı
diye düşündüğüm o yıllardan kalan çizgilerden bu sayfaya aldığıma baktığımda,
mecburi hizmet
yıllarının hiç bitmeyeceğini sandığım günlerden birisini hatırlarım. O sırada
yazdıklarıma bir örnek arayanlar “stetoskop” yazısına (s.276) göz atmalılar. Askerlik yaptığım günlerde hazırladığım bir
yılbaşı kartının çizgisinde görüldüğü gibi ayaklarımı tam nereye basacağımı
bilemediğim, önünü göremez bir ruh halinde olduğum günlerdeki yazılarımın
örneği ise, “Psikiyatri söyleminin burada ne işi var?” (s.327).
1990lar, ABD’de çalıştığım ve giderek çocuklara ve
insan gelişimine odaklandığım, beyin bilimleri alanında elimi işin içine bizzat
attığım, kendimi ilk kez (bilimde) içeriden birisi olarak görebildiğim bir
dönemdi. Doksanların ikinci yarısı ise, tekrar Türkiye’de çalışmaya başladığım,
aradaki 3-5 yılda Türkiye’nin cep telefonlu, internetli, televoleli çağa
geçtiği ve toplumsal ve doğal felaketlerin birbiri ardına sıralandığı yıllar. O
yılların etkisi, önce daha az yazmak (bilimsel makalelere ağırlık verdiğim
için), sonra bir süre hiç yazmamak veya daha yüzeysel yazılarla (buna da dönem
etkisi diyelim) yetinmek oldu. Ne zaman ki 1999’un sarsıntıları geldi,
sonrasında yazma ve söyleme ihtiyacım tekrar kendini gösterdi.
Söz Uçmuş Yazı Kalmış’ta 3
(alt)kitap var. İlk (alt)kitabı, ilk göz ağrım Labirent Yolculukları’ndan seçilmiş yazılar oluşturuyor. İkinci (alt)kitap
ise, yazılarının yarısını kesin ihraç ettiğim “meçhul kitap” Devlet Baba Tabiat Ana’nın kırıntılarını
içeriyor. Her iki (alt)kitaptaki yazılara bugünden baktığımda düşündüklerimi ve
hatırladıklarımı sayfalara iliştirilmiş kutucuklar içinde (“yeni baskıya
notlar”) okuyabilirsiniz. Kitapsız
yazılar adlı üçüncü (alt) kitapta 1980’ler ağırlıklı ve hakikaten kitapsız
kalmış yazılardan bazılarını bulacaksınız. Bu bölüm yazdıklarımdan geçmişten
bugüne değişmeyenleri bugünün perspektifi ile yansıtmayı diğerlerinden biraz
daha iyi beceriyor!
Bu kitabın benim
için duygusal anlamı da güçlü. Geçen yüzyıldan kalma yazılar desem yalan
olmayacak kadar uzakta gözüken, ama bugünkülerden temelli bir fark göstermeyen
yazılarımı okurken hissettiklerimde bir geçmiş özlemi sezilebilir. Yedi
yaşındakilerin 5 yaşındaykenki hayatlarını özledikleri bir dünyada, bu bana çok
görülmemeli. Kitap olarak yayımlandıklarında, sonraki kitaplarımdakilerin
mazhar oldukları alâkayı bulamamış olmalarının verdiği burukluğu ve borçluluğu
da bir kenara atamıyorum (mesela, LY, 20 yılda 2000 adet).
Ziyan olmalarına
içim razı olmamasını sofradaki ekmek kırıntılarına gösterdiğim özen ve
sevecenlikten ayırd edemeyebilirsiniz, zaten iki davranış da aynı beyin
mekanizmalarının ve aynı ruh durumunun ürünü. Şimdilerde genç olmuş çocuk
hastamın dediği gibi, “hep aynı şeyleri giyiyor”, hep aynı şeyleri yazıyorum.
Her seferinde farklı yazmaya çalıştığım aynı şeyler: beyin bilimleri,
psikopatoloji, gündelik hayat ve davranış bilimlerinin kesişim kümesinde
kalanlar.
Kırıntı toplamam
sadece ekmekler ziyan olmasın diye değil. Kırıntıları toplayıp ağzıma atmayı
seviyorum.
Umarım, kitabımı
severek okursunuz.
söz uçmuş yazı kalmış, 2011, doğan kitap
2 comments:
Bir kez daha okuyunca,ne kadar "naif" bir önsöz olduğunu düşünmeden edemedim.:)
Kırıntı toplamayı sevenler ya da ziyan olmasını önemseyenler hala var mı,bilmiyorum ama bu kitap okuyucuya sundukları ile bundan çok daha fazlası,kesinlikle...
Açıkçası,yazarlığınızın bu topluma birkaç beden "büyük" geldiğini düşünüyorum.
Yine de,emeğin,bilginin,düşünce üretmenin değerini bilen okurlarınız için,lütfen yazmaya devam edin...
Yanan Gün
Öncelikle siz benim hayallerimi gerçekleştirmiş bir insansınız. Son kitabınız deneyimle zenginleşmiş içeriğiyle vazgeçilmez, eskimez ve her dem taze. Tam bir başucu kitabı.
Annem son günlerinde her şeyi unutmuştu, iki şey dışında. Biri babamın ismi, diğeri ise çocukları. Çocuklarını hiç unutmamıştı. Son sözleri “çocukları doyurdunuz mu” olmuştu. Tanıdığım en cömert insandı.
Kırıntılar nedense bana annemi hatırlattı. Sevgiyle doyulup kalkılan sofralardan olsa gerek.
İnsana kırıntıları bile yeter.
Teşekkür ederiz değerli hocam.
Post a Comment