Thursday, October 30, 2008

acınası durum

bu bloga ve binlerce başka bloga ilişkin bir durum: chicago'daysanız okuyabiliyor, yazabiliyorsunuz. istanbul'daysanız...?
acıklı... acınılacak durum.
sebebi, muhtelif.
kabahatli, herhalde çok kişi. çoğumuz.
ne yapabiliriz?
aklımızı başımıza toplayabiliriz.
nasıl?
değişik cevaplar verilebilir: ben nereden bileyim ? neden ben bileyim? gibisinden uzatılabilir.
yine de, böylesi iyi. aynaya baktığımızda, sandığımız gibi olmadığımızı görmek, üzer, ama aklımızı başımıza getirebilir.
görebilmeyi, farkına varmayı doğurur.

Sunday, October 26, 2008

erişilmez bloglar

dün akşamdan bu yana bloglara erişimin engellenmiş olduğunu görmek, park yerinin arabanız içinde kalacak biçimde kapısının kilitlenmesine benziyor. bu benzetmemi özgürlükleri hafife almak gibi yorumlamayın,zaten hafife alanın ben ya da benzeri insanlar olmadığı apaçık ortada.
böl bir durumda, üzüntüden başka hangi duygularla hareket etmeliyiz? üzüntü, genellikle hareket ettiren değil, hareketsiz bırakan bir duygu ise, "otur oturduğun yerde" vaziyeti belki de ağır basacaktır.
neyse, devam ederiz elbet.

Tuesday, October 14, 2008

sükût suikasti

bu terimi ilk kez ahmet güntan'dan duymuş, sonrasında lale müldür'ün bir yazısında görmüş, moralimin bozuk olduğu, gazetecilerin kitabıma ilgi göstermeyerek gazetelerde yer vermediklerini düşündüğüm bir zamanda kendime bile yakıştırmıştım. bu sözü gazetedeki yazımda kullandığımda, yazar Sefa Kaplan bana yolladığı mesajda sözün kaynağının Ahmet Hamdi Tanpınar olduğunu bana hatırlattığında, kendime cahilliğimden ötürü çok kızmam için bir vesile daha doğdu.

moralimin bozuk olduğunu söylüyorum, ama belki de yanıldım. psikiyatr olmam kendimi değerlendirirken yanlış yapma olasılığımı biraz azaltabilir, ama o kadar da değil. insanın morali bozuksa, kendisini önemsiz ve değersiz görme eğilimi artmaz mı? o zaman kendimi nin bir sükût suikastine değer görmüşsem, bu pek anlamlı olmamış.

yine de, okurdan gördüğüm ilgiyi "basın"dan görmedim derken abartmıyorum. bunda bir sui-kast (kötü bir amaç) olduğunu söylemek safça olur. yine de enteresan bir olayı buraya yazıp rahatlamalıyım:

geçen yıl "kalp çarpar beyin böler" çıktığında (yayınevinin benden onlardan bu desteği rica etmem ricasıyla :)) bir iletişim ajansı sahibi arkadaşım kitabın basında yer alması için kendi "contact"lerini kullanmaya gönüllü oldu. büyük gazetelerde tanıdık insanlar var, ama, kendim için fazladan bir şey istemek konusunda pek becerikli olduğum söylenemez. söyleyen varsa, bilgisizlikten, ya da sui-kast'ten...(bir de sui-niyet var, bu ikisi arasındaki farkı babama sormalıyım)

her neyse, ben de kendimce soruşturuyorum. inanılmaz bir sürü şey öğrendim. inanılmaz ve kanıtlanamaz. yine de bir biçimde yazmalıyım, kimlikleri vs ortaya koymadan, olayların mekanizmasını anlamak, insanların neden durduk yerde birisine (burada birisi ben:) düşmanca hareket ettiklerine akıl erdirebilmek için.
neyse bunun için biraz zaman lazım. şimdilik bu preview ile yetineceğim ve düşüneceğim. (bu blognotu ekim başında yazmışım, şimdi yayınlayalım, gerisini tetiklesin bende diye).

yy'nin kitap sepeti 14 ekim 08

Kitaplar
Ne çok kitap var kitapçılarda. Benim gibi, “boş” zamanının çoğunda Remzi’nin akmerkez, kanyon, mayadrom mağazalarına neredeyse bir tür rotasyon sistemiyle gidip, kitaplara bakan, “hangisini almasam?” diye kendini tutmakla avarelik edenler için çok kitap, iştah patlamasından mide fesadına uğrama olasılığı yüksek bir ziyafet sofrası gibi. Bu hafta ne aldım? Kenara koyup, ilk ve son sayfalarını okuyup, belki bir gün tamamını okurum diye ayırdığım kitapları atlıyorum. O noktada kendimi bir pul koleksiyoncusuna benzetip rahatlıyorum; nasıl o koleksiyoncu aldığı pulları zarfa yapıştırsın diye almıyor, pulları pul defterine yerleştirip seyretmekten zevk duyuyorsa, bazı kitapların elimde bulunması, onların rafta olduğunu görmek bana bir zevk, daha önemlisi iç rahatlığı ve huzur veriyor. Karar verdim, her hafta satın aldığım kitapları bloguma yazacağım bundan böyle; (www.yankiyazgan.blogspot.com) okurlarla en azından bir kitapdaşlık oluşturabilmek hoş olabilir.
Kitap sepetine bir bakalım. Genç felsefeciye mektuplar (Christopher Hitchens); Mahalle Baskısı (Ruşen Çakır); Kapana Sıkışanlara (Tarhan Erdem), Ötekiler için Sivil İtaatsizlik Rehberi (Ümit Kardaş)... Araya kısmış bir DVD, I’m not there (Beni Orada Arama), Todd Haynes’ten Bob Dylan biyografisi. Microtrends (Mark Penn) diye bir başka kitap. Bu hafta roman, öykü yok. Masumiyet Müzesi okuması ancak bitti, sindirimi devam eder. Dün Serdar Turgut ile söyleşimizde kitaba sevgimi anlattım zaten. Reklamlarına yazmışlar, “aşk romanı” diye, ya seversin, ya nefret edersin.

Neurodisney

Paris’teki disney parkı, ki eurodisney olarak bilinir, disney filmlerinden karakterlerle herkeste en azından bir tanesi bulunan anılar için masumiyet müzesi’ndekine benzer bir “obje sergisi” adeta. Çocukluk kitaplarımızdan “İsviçreli Robensonlar”u okumuş olanlar, romanda çok daha güzel betimlenmiş olan dev ağaç evi hatırlayabilirler. En üstteki üçüzlerin odasındaki hamak-ranzaya kadar, çocukluğumda kitabı okuduğumda kurduğum hayallerden tanıdık “objeler”, eurodisney’in basmakalıp, sıradan ama insana garip bir zevk de veren (biraz fastfood yemek ya da americano kahve gibi diyebiliriz) ortamının içinde belleğimdeki yerlerini gelip buluverdiler. Sinir bozucu bir durum. o yüzden de, neurodisney dedim:)

Thursday, October 09, 2008

20 soruya cevaplarım ve bir ekleme

20 Soru/Taraf Gazetesi / 04.07.2008


1. En sevdiğiniz kelime?

Belki.

2. Nefret ettiğiniz kelime?

Cinsel aşağılayıcı küfürler.

3. Ne sizi heyecanlandırır?

Hedefler.

4. Heyecanınızı ne öldürür?

Hevessizlik.

5. En sevdiğiniz ses nedir?

Rüzgar sesi.

6. Nefret ettiğiniz ses nedir?

Gıcırtı.

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

Gardiyanlık.

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz?

Müzik.

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Ancak kendime benzeyen bir başkası olmayı becerebilirdim.

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

İstanbul'dan memnunum.

11. En önemli kusurunuz nedir?

Saçmalığa tahammülsüzlük.

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Yiyip içmek.

13. Kahramanınız kim?

Goldmund.

14. En çok kullandığınız küfür?

Saçmalama.

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

Keyfim yerinde.

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Pek bir slogana sadık kalamıyorum

17. Mutluluk rüyanız nedir?

Güneşli bir sabah, çocuklarım ve eşim, okuyacak bir kaç kitap, dinleyecek bir müzik.

18. Sizce mutsuzluğun tanımı?

Sevme yetisinin kaybolması.

19. Nasıl ölmek isterdiniz?

Geç ve hızlı.

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrının kapıda size ne söylemesini istersiniz?

Yine geciktin.

ek: 20 soru yayımlandıktan birkaç ay sonra
Taraf'ta, köşenin hazırlanmasından sorumlu gazeteci Alaz Kuseyri'nin konuya ilişkin hazırladığı haber-yorumunda; benim kahramanım ilan ettiğim Goldmund'un ne menem birisi olduğu, ya da çağrışımı tüm detayları ile ortaya çıktı: günah ve özgürlük. her soruya cevap verirsen böyle olur, diye kendi kendime söylenirken, bunu çook düşünmem lazım, diyerek söylenmemi tamamladım. kitabı okuyalı 25 yıla yakın oldu, bu arada:))
YANKI YAZGAN GOLDMUND HAYRANI • Psikiyatrist Yankı Yazgan’ın kahramanı Hermann Hesse’nin Narziss ve Goldmund romanından Goldmund. Kitabın başkahramanı Goldmund hayli ilginç bir karakter. Arkadaşı Narziss’le bir manastırda dini eğitim almakta olan Goldmund, okuldan kaçtığı bir gün, ormanda gezinirken çok güzel bir kızla karşılaşır. Kızın onu öpmesinden sonra hiçbir zaman bir rahip olamayacağını anlar. Sonuçta Katolik Manastırı’nı bırakıp, ‘hayatın anlamını’ aramaya koyulur. Çalışkan ve başarılı, temelinde Tanrı öğretisi bulunan akıl yürütmelere yürekten bağlı bir karakter olan Narziss’e taban tabana zıt biri olan Goldmund, aslında öğrencilik yıllarında da zaman zaman tutarsız düşüncelerle özgürlüğe yönelmiş bir karakter. Ortaçağ Almanya’sında geçen romanda daha önce kendini bile tanımayan, sadece Narziss’in söyledikleriyle yaşayan Goldmund’un kimliğini bulmasında ve hayatın anlamını aramasındaki itici güç olan kadın ve cinselliği kapsayan günah olgusunun beraberinde getirdikleri özgürlük okuyucunun aklında yer etmiştir.

Sunday, October 05, 2008

öğrenmem öğretirim diyemeyenlerdenim

yazılar çizilerin hk görüşleri blog taramalarında okumaya çalışıyorum; genel olrk oldukça insaflı ve hoşgörülü eleştirilerle karşılaştığımı söylemeliyim. bir kaç istisna ile.. bunlardan birisinde, linkin aşağı eklediğim yazıda da bahsettiğim beni yetiştiren hocalarımdan jim leckman'a kendi çalışmalarımı denetletmemi büyük bir zaaf olarak gören bir "sözde uzman"ın yazısı dikkatimi çekti (sözde kelimesini ben de kullanmak zorunda kaldım maalesef). kişi diyor ki, "adam profesör olmuş ama hâlâ hocasına kendisini denetletiyor" diye benim ("istemeden ortaya koyduğum") bir zaafımı sergiliyor.
işin ilginci (ve acısı) benim kendime gurur payı çıkartarak bir kaç ayrı yere yazdığım hoca-öğrenci (öğrenci ben oluyorum) ilişkisini, bu ülkede "ben öğrenmem, öğretirim" ideolojisinin nasıl yadırgadığı... işadamlarına, gazetelere akıl veren, yazı yazan, yüzyüze konuşsanız aklı başında (ama profesyonellikleri eksik) insanlar da bu düşünce tarzının etkisi altındaysa, kalan "kitlelere" ne diyelim?
jim leckman ile sohbetlerime dayalı yazıları websitemde bulabilirsiniz. biraz yorucu olsa da:)



http://yankiyazgan.blogspot.com/2006/11/kariyerinizi-kim-etkiledi-sorusuna.html

"Nasıl keşfedildim?
Benim iş hayatım, iş'e atıldığım 1983'ten bu yana, daha ziyade hastalarım ve bilimsel araştırmalardan oluştu. Hayatıma yön veren sayısız insan arasında, hem kariyerim i, hem kişisel gelişimimi etkileyen başlıca kişi Yale Tıp Fakültesi hocalarından James (Jim) Leckman'dır.
Jim ile tanışmamız, hastane bahçesinde aynı seyyar yemek satıcısı önünde kuyruğa girmemiz, ve ikimizin de kuyrukta beklerken elimizde aynı bilimsel makaleyi okuduğumuzu keşfetmemizle olmuştu. Aslında o çok tanınmış ve önde gelen bir bilim adamı olduğunu ben kim olduğunu biliyordum, ama birbirimizi yakından tanıma isteği doğuran o konuşmanın sonrasında, öğle yemeklerinde her fırsatta bir araya gelmeye başladık , ilgimizi çeken konulardan bahsettik. Ne mi ilgimizi çekiyordu? Her şey. O New Mexico'daki çocukluğundan, Vietnam savaşı protestoculuğu günlerinden, ben İzmir'den, İstanbul'dan, o psikanalizden, ben beyinin sağ tarafı ile sol tarafı arasındaki farkların kökeninden, aklınıza ne gelirse..

Birkaç hafta sonra psikiyatrideki çalışmalarımı bir an evvel tamamlayıp, çocuk/ ergen psikiyatrisi bölümüne transfer olmam için teklif mektubuyla geldi. Amerikalı olmayanlara pek açık olmayan, gelişim, psikiyatri ve beyin araştırmalarında efsanevi bir yer saydığımız Yale Child Study Center'a, böylece adım attım. Jim ve bir çok başka lider kişi ile ailelerle, çocuklarla çalışmayı öğrendim, beyin ve gelişim araştırmacılığı becerilerini kazandım.

Jim klasik bir hocadan çok, karşısındakini merak eden, öğrenerek öğreten bir insandır. 15 yıl sonra onca mesafeye rağmen, yılda bir kaç kez bir araya geldiğim, hayatımdan geçip gitmemiş bir insan olarak kalmasını, "adam yetiştirme"yi kendisinin de geliştiği, öğrendiği bir süreç olarak görmesine bağlıyorum.

Doktorları hastaları keşfeder (ve yok da edebilir)."

kopukluk kopuşu hızlandırır

(Cumhuriyet dergi'de 13 Nisan 2008 yayımlanmış, Ali Deniz Uslu'nun röportaj metni) Dört yaşına gelene kadarki hayatımıza hükmeden korkular, sonrakilerin “giyinmemişi” sayılabilirler. Tehlikenin kucağına atılmamak için elinden geleni yapanların bir kısmı, bildik ve emniyetli saydıklarından ayrılmamak için bir şeylere “takılmayı” dener. Mesela uyku vaktinde, uyumamak için direnen çocuklar, takıntılarını uygulamaya sokarlar. “Hiç yatmasam, n’olur sanki?Yatağımdan kalktığımda, yattığımdaki gibi bir dünyaya kalkabilecek miyim?Hayat bıraktığım yerden devam edecek mi?” Bu soruları açıkça soramayan bir çocuğun, sorusunun “doğru” cevabının ürkütücülüğünü hissettiğini, ama kelimelendiremediğini düşünüyorum. Çocuk açısından güvenliği tehdit eden her şey, anneden onu uzaklaştırabilecek her değişiklik bir takıntılanma sebebi sayılabilir. Felaketlerden kaçmanın en güvenli yolu da güvenli kucaklara sığınmaktır.Daha bebekken aldığımız “ders”ten yararlanmayı sürdürenlerimiz, kucaktan hiç inmemeyi veya kucağa hiç çıkmamayı seçenler olarak ikiye ayrılabilir. İki durumda da senaryo aynı aslında: Korkunun yönettiği bir hayatın öznesi olmak, kaderine pek elleşmeyen birisi olarak kalmak... Obsesif-kompulsif çocukların hayatlarının başka dönemlerinde, o tutuk, takıntılı hallerinden kurtulduklarında, hiperaktifleşmeleri senaryonun öteki rolüne geçmek gibi: Çok kontrolden, hiç kontrole... Korku bize hayatta kalmamız için yol gösteren bir duygu. Tehlikelere işaret ederek, tehlikelerden de korur. Bazen bizim için neyin değerli, neyin değersiz olduğunu gösterir. Korku hayatın çok temel bir parçası... Türkiye toplumunun da çok temel bir duygusu korku: parçalanmaktan, bütünlüğümüzün bozulmasından, bir şeylerin eksilmesinden korkuyoruz. Bazen korkulacak şeylerden korkmayıp, korkulmayacak şeylerden korkuveriyoruz. Bu kafa karışıklığı, korkulacak durumlara yönelik şaşırtmacalarla kötüye de kullanılabilir. Duruma ergenlerin açısından bakarsak, ergenlik hayata hazır, ancak hazırlıksız olunan bir dönem. Bu kolayca “dolduruşa gelmeyi”, işler bekledikleri gibi gitmediğinde de, iyimserliklerini hızla kaybedip kolayca karamsarlığa kapılmalarını doğuruyor. Geleceğin ne kadar uzun sürebileceğini, ne tür olanaklarla dolu olduğunu görmeyi zorlaştırıyor. Birçok çocuk hızla büyümek isterken, bir kısmı da büyümeyi hiç istemiyor.Bu iki arzunun ortak noktası memnuniyetsizlik ve korku. Büyüklerin acizliği ise gencin ümitsizliğini derinleştiriyor. Türkiye’de milyonlarca genç bir başka kente okumaya geldiğinde, ailesinden ve büyüdüğü çevreden ilk kez ayrılıyor. Ayrılığın korkutuculuğunu, geri dönülmezliğini hisseden gencin görünürdeki hevesliliği bizi yanıltmasın. Bazen korkunun en iyi ilacı, atılganlık ya da neye atıldığınızı bilmeksizin, gözünüzü karartıp ilerlemek olabilir. 16-25 yaş arasındaki gençlerin hemen hepsi yeni dönemin yükleri karşısında bir biçimde şaşkınlaşırlar. Yaklaşık yüzde 18’i depresyon tanısı konacak kadar çökkün, bıkkın, yorgun, gergindirler. Yüzde 10’u intiharı ciddi ciddi aklından geçirmiştir. Yüzde 1’i bu eyleme kalkışır, kalkışanların ise 70’te biri hayatlarını sona erdirir. Hepsinin ortak noktası hayatın kendilerine ne getirebileceğine ilişkin umutsuzluk içinde olmaları. Zayıflara kötü muamelenin hak bilinerek reva görüldüğü bir ortamda yetişen gençlerin durumu böyle. Başaramayanların, “yırtamayan”ların, tutunamayanların ve o ölçüde, zorbaların, bitirimlerin, işini bilirlerin sayısı çokçadır ülkemizde. Ruh sağlığımız da başkalarından daha iyi değil, biliyorsunuz. Gençlerin kendi kendilerine bırakıldıkları, aileleri ile, hocaları ile ilişkilerinin uzak ve mesafeli olduğu, birbirlerinden başka kimsenin hayatlarında yer almadığı bir ortamdan ne bugün için ne de gelecek için hiç medet umamayız. Kopukluk, kopuşu hızlandırır.