Tuesday, May 22, 2007

pamuk'tan karikatürü'ne ekleme


Orhan Pamuk'un babamın bavulu başlıklı Nobel ödülü konuşma metnindeki (yaş ve senelere ilişkin) hesap hatası hakkında sonradan kendisi ile konuşma fırsatı bulduğumda, bunun çok da farkında olmadığı, belki de pek önemsemediği, kanısına vardım. bu konuya ilişkin başlangıçta yazdığım yazıyı okumayanlar için ........

belki bir yazarda ya da bilimadamında yadırganmayacak cinsten bir savrukluğu, dalgınlığı yansıtan bu "hata"nın, iletişim yayınlarının kitaplaştırma sürecinde düzeltilmesi bence pek de gerekmezdi. hata, hata olarak kalsa bir zararı olur muydu ?

gerçi nobel ödülü bir aktüalite olmaktan çıkalı epey oldu, ve ülkemizin güncelliği o kadar hızla değişmekte, hayatı zorlaştıran olaylar ardarda gelmekte... hava karamsar...

orhan pamuk'un kendisi hakkında çizdiğim karikatürü gördüğünde, üzerine yaptığı eklemeyi bloguma koymayı, yine de, istedim.

Wednesday, May 09, 2007

izmir'de önce okulda sonra aile şirketlerine konferans ve hatırlattıkları


yukarıdaki resim, dün bornova anadolu lisesinin konferans salonunda, dönemin atmosferine uygun bir "background"la çekilmiş. okuldaki konuşmadan dünkü "post"ta bahsetmiştim. fotografı bugüne kaldı. bu hafta izmir'de, bir yandan okulumu ziyaret ederken, bir yandan da aile şirketlerinin kurumsallaşması konulu bir kursta konuşma yaptım.

aile şirketleri ile ilgim ne, mi?

işin aile kısmı ile yıllardır içli dışlıyım.

şirket kısmı hakkında da, sora sora, Türk usulü anlayacağınız, bir şeyler öğrendim.
üstelik aile şirketten daha eski, kıdemli olduğu için, aile şirketinin aile yanı daha büyük yer kaplıyor...

üstelik çocuk dediğimiz kişilerin, 0 yaşından 70 yaşına kadar olanlarının psikolojisiyle ilgili birisi olduğum için, her yaşta çocuk konusunda uzmanlaşmış oldum.

şaka bir yana gördüğüm en yaşlı çocuk (anne ya da babasıyla birlikte görerek, sorunlarına yardımcı olmaya çalıştığım kişi) 68 yaşında, ve babası 92 yaşındaydı. çocuk psikiyatrisinin adını "evlat psikiyatrisi" olarak değiştirmek de düşünülebilir.

şirketlerin aile kurallarına göre işlemesinin getirebileceği zorlukların, özellikle karar alma anlarında duyguların etkisinin olması gerekenden çok daha güçlü olması sebebiyle ortaya çıktığını vurguladığım konuşmada, katılımcıların görüşleri, soruları ile konuşmam daha zenginleşti. konferans vermenin en güzel yanlarından birisi bu; her seferinde kendisine "konuşulan"ların (bir başka deyişle, "dinleyenler") söylediklerini katarak, aynı konuda aynı gün içinde bir kez daha konuşsam bile farklı bir içerik oluyor. konuşmanın, şimdilik, aldığı en son şekli websiteme koymuş olacağım haftaya...

konuşmalarımda, kendi anlattığımı, bir biçimde ben de dinlemiş oluyorum aslında. tekrar tekrar aynı konuşmayı dinlemekten sıkıldığım için, her konuşma, görünürde aynı konuda olsa bile, farklı oluyor bu sayede:)

bu ara hep okul günlerine kayıyorum ya; aklıma geldi.

özellikle lisedeyken, aynı tipte soru bir kaç ayrı sınavda geldiğinde, her seferinde sanki farklı yöntemlerle çözmem gerekiyormuş gibi düşünür, daha önce kullandığım bir çözüm yolunu bilsem de, bildiğimden farklı ve yeni bir yolla çözmeye çalışırdım. her zaman da "mutlu son" olmaz, bildiğim sorudan puan alamadan kağıdı verirdim. antikalık işte... belki de onun için matematikçimizin "şeytan azapta gerek" muamelesi yaptığı tiplerden birisi olmuştum.

yok, merak etmeyin, doktorluk yaparken bu tip maceralara atılmıyorum:))

Tuesday, May 08, 2007

37 yıl sonra kolej yolunda


yukarıda resmi gözüken yolu ilk kez yürüyeli 37 yıl olmuş. Bugün 37 yıl önce, (ortaokul) hazırlık sınıfına başladığım okula konferansçı olarak gittim.
yol, tanıyanların geçmişteki halini hatırlamasına izin verecek kadar, değişmiş; sağında solundaki tarlalar ve "jiro"ların çiftliği villalarla dolmuş olsa da.

Annebabalar, öğrenciler, öğretmenlerle genç olma üstüne sohbet...


O zaman, okulun sınavını kazanıp kazanamadığımı öğrenmek için annemle beraber bornova istasyonundan, kolej yolunu yürüyerek gelmiş, listelere bakmaya başlamıştık. Her zamankinden de fazla olan o zamanki kötümserliğimle, adıma bakmaya listenin sonundan başlamış, yukarılara geldiğimde, herhalde buralarda yokumdur diyerekten gitmeye kalkmıştım. annem son dakikada bir kere daha bakalım diyince, listede olduğum ortaya çıkmıştı. Dönüş yolunu adeta uçarak gittikten sonra, konak'a dönerken, otobüsün en arka koltuğunda oturduğum gibi bir ayrıntıyı hatırlıyorum, nedense.

her neyse, bugün el üstünde tutulup, pohpohlandığım okulumdaki (izmir koleji/bornova anadolu lisesi) konferans hk bilgi içeren link:



Thursday, May 03, 2007

ödülün ayrıntısı, haberin hüzünlendiren yanı


yeni yüzyıl'ın biraz abartılı bir başlıkla duyurduğu, "ödüllü" çalışmaların tam metinleri www.yankiyazgan.com da araştırmalarım sayfasında görülebilir. bugün beni biraz hüzünlendiren, o zamanki bilimsel performansımın gerisinde kalmam... bunu söyledğimde bir çok kişi, içinde olduğumuz ortamla kıyaslayarak, kendime haksızlık ettiğimi söylüyor.
yazıpçizdiğim makaleler ve araştırma "paper"larının, (ülkemiz ortalamasına göre) başka ülkelerdeki bilimsel yayınlarda kaynak olarak kullanılma oranının oldukça yüksek olmasına bakıp (kendi fakültemde ilk bir kaç taneden birisi, bu kadar verimsizliğime rağmen)
kaygımı gereksiz bulanlar çok.
ama ben yaptıklarımın yapabilecek olduklarımın çok gerisinde kaldığını görmeye üzüldüğüm gibi, bir de bu kadar geride kalmama rağmen halâ sahiden de önlerde gözükmeme hayret ediyorum. umarım, yetişmesinde çok rol oynadığım yepyeni kuşaktan olanlar bu dengesiz durumu değiştirecekler. elimden geleni yapacağım.
bu arada; 1995te yayımlanan yandaki kupürdeki haberi kaleme alan Didem Ünsal, aynı zamanda 12 yıl sonra, mayıs 07de yayımlanan ergenlikten gençliğe kitabını beraberce hazırladığımız kişi...

1995'ten bir ödül




bir baska bloga beni roche ödülü aldığım günden tanıyan ahmet bey'den söz etmiştim. roche ödülü nedir? 1990lı yıllarda sırayla değişik tıp dallarında verilen, psikiyatri'ye verilme sırası geldiğinde, bana da amerika dönüşü türkiye'deki ilk aylarda moral verip, bu ülkede kalsam dedirten bir ödül...

araştırmacılık yanımın daha kuvvetli olduğu bir dönemi hatırlatan bu konuyla ilgili bir gazete kupürü yanda. bir başka blog yazısında da, ödüle konu alan beyin görüntülemesi çalışmalarından söz ettiğim gazete kupürünü ekliyorum.

aya irini'deki törende çekilmiş fotografta, hemen asağımda duran murat rezaki ankara fen lisesinden benden bir kac sinif kucuk, cok parlak bir psikiyatr ve bilimci... idi. ne yazık ki, geçtiğimiz yıl bir trafik kazasında kendisini kaybettik. psikiyatri topluluğu içinde gerçekten bilimsel çalışma yapan pırıltısıyüksek bir kaç insandan bir tanesiydi.

Tuesday, May 01, 2007

kitap kapağında resmi olmak

bugün tasarımını yaptığım ve hazırlanmasına katkıda bulunduğun yıpranmadan yıpratmadan yönetmek adında bir stres yönetimi eğitim programının uygulama toplantısını ziyaret ettim. Toplantıya katılanlara "kalp çarpar..." kitabım hediye edilmişti.
katılımcılar (kitap hk) değişik görüşlerini aktardılar. katılımcı ahmet bey (kimliğini açıkça yazıp yazmamı istemediğini birden hatırlayamadım) kitabımı zaten bir kaç gün önce satın almış. ilgiyle okuduğunu söyledikten sonra, şakayla karışık (benim ciddiye aldığım) bir eleştirisini incelikle ekledi: "kitabı yatmadan önce okuyordum; ara verdiğimde başucuma bıraktım. birden, yüzünüzün yatak odamızın ortasında olması irkiltti. bu adamın suratının odamızda ne işi var diye düşündüm."
kitap kapağında resmimin olması hakkında bu blogdaki bir başka notta görüşlerimi yazmıştım. yayıncımın tavsiyesine kulak vermem gerektiğini düşünerek (yani, işin uzmanlarının görüşünü dinleyerek) resmimin kapakta olmasına rıza gösterdim; memnun olmasam da, sorumluluk bende...
ahmet bey'in söylediği ve aklıma düşürdüğü bir başka husus, beni iyice huzursuz etti: "sizi 1995'te Roche'un tıp alanında verdiği ödülü psikiyatri alanından almış tek kişi olarak tanıdık. popüler bir kişisiniz, ama bu kapak acaba biraz popülist olmadı mı?" roche ödülü nedir, o da bir başka blogda.
galiba öyle oldu; bağışlanmayı umuyorum. niyetim saf:)

30 yıl önce bugün


bu yıl ne çok şeyin 30uncu yılı... lise mezuniyet mesela.
bugün ise bir tek şeyin 30uncu yılı. 1 mayıs 1977. benim hayatımdaki yeri, bir tek benim için önemli; ama, benzeri ruh halinde çok insanla tanıştım 30 yılda...
ankara fen lisesinde son sınıf öğrencisiydim. yatılı, iddialı bir okul. ama ders dışındaki alanlara, özellikle siyasete, ülkemizin geleceğine çok ilgi duyuyordum. o yaştaki bir çok genç gibi.. (yandaki resim o yılların havasını yanıstıyor bence, sağdan ikinci ben, resmin soluna doğru, haldun mıdoğlu, nihat demirer, semih doğan, rıdvan akkurt, uğur algan, resmin sağında ali tükel; hepsi ülkenin hatta dünyanın dört bir yanına savrulmuş).
kendi geleceğim o kadar da ilgimi çekmiyordu. kafama yakın arkadaşlarımla siyasetten konuşmak, ufak tefek riskler alarak fikirlerimi yaymaya çalışmak için ankara'nın şimdi blok apartmanlara dönüşmüş gecekondu mahallelerinde dolanmak başlıca uğraşımdı. ders mers hepsini nasıl idare ediyordum, şimdi akıl erdiremiyorum.
1 Mayıs kutlamalarına istanbul'a gitmeye karar verdim. yakın arkadaşlarımın çoğu düzenleyici siyasi gruplara karşı olduğu için zaten niyetsizdi. ben, her zamanki gibi, bir gruba bağlanma sorunu olan yanımla, daha ortayolcu sayılanlara yakın durarak toplantıya katılabileceğimi düşünüyordum.
1 mayıs 77, sanırım cumartesiye ya da pazara geliyordu. bir heves hazırlandım, tren biletimi aldım; perşembe günü pazartesi için geometri sınavı kondu. geometri mi, 1 mayıs mı ikileminden, geometri galip çıktı; 17 yaşında ve dersine yine de düşkün birisiydim, insaf edin.
Pazar akşamı, tamam 1 mayıs pazara geliyordu, akşam etüdünde, galiba radyosu olan birisi, istanbul'da 30 kişi ölmüş, dedi. Sanki ben de orada olsaydım ölecekmişim gibi, bir ölümden kurtulmuşluk coşkusuna girdim önce. Sonra da, herkesin hayatını riske attığı bir zamanda korkakça geometri sınavını tercih ettiğim için bugün bile hissettiğim (tek korkaklığım bu olmadığı için aynı hisleri değişik vesilelerle yaşadım) utanç ağır bastı. bazen bir tehlikeyi atlatmak, herkesin zarar gördüğü bir durumdan zarar görmeden "sıyrılmak" acı verici olabilir.

Bugün, 30 yıl sonra, aynı meydanda, benzer olayların olması, 30 yıl önce panzerler altında kalıp parçalananların ve kurşunlardan canını kurtarmaya çalışırken ezilenlerin hayatlarını hâlâ kimsenin umursamaması, beni sadece utandırıyor. İçim eziliyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum.

Çoğu 30 yıl önce aynı alanda hayatta kalmışlar arasında yer alan bir çok insanın, bugün 30 yıllık bir acı ve utancın giderilmesi için uğraşının azımsanmasına şaşıyorum.
sorun bu biçimde aşılabilir mi, o başka bir tartışma konusu. Ama, acı anıların, hayatımızı altüst etmişliğini aşmaya çalışanlara, neden hiç anlayış yok?

çanakkale'deki bizim entellektüel

Murat Belge'nin biyografisinin çağrıştırdıklarını mart ayında yazdığımda, çok kişiye sıradan gelebilecek ama nedense unutmadığım bir anekdotu da ekleyeceğimi belirtmiştim. çanakkale'de kilitbahir motorlarının kalktığı rıhtımda bizim entellektüel (çift L yazım hatası lokantacıya ait) adında bir balık lokantasına gitmiştik, beni biga'ya ziyarete geldiklerinde (1986 baharı). Murat lokantanın patronu ile sohbete daldığında, o zaman entelektüel kelimesi yeniden yaygınlık kazanmaktaydı, lokantanın isminin manasını sordu. partonun cevabı: "entellektüel beynelmilel demektir, buraya da her milletten insan geliyor, biz de böyle dedik."
enternasyonalist entelektüellere yönelik diyerek durumu idare ettik; o zamana kadar kendimize adını pek yakıştırdığımız bu lokantayı, geçen yıl çanakkale'ye gittiğimde arayıp sordum. sorduklarımdan kimse hatırlamıyordu.