Hepimiz
yolsuzluktan suçluyuz
(2002'de yazılmış bir yazı) Lise öğrencisiyken beni kopya çekerken yakalayan "Milli Güvenlikçi"nin surat ifadesini hatırlıyorum. "Sen de mi...?" derken, sınıfta bir gülüşme. Kim bilir kaçıncı suçumu işlerken sonunda ele geçmiştim. Sınıfta yanımda oturan Memo da, fırsattan istifade, kendi kayıtlarına gömülüp eksiklerini tamamlamaktaydı ben hesap verirken. Kızlar bacaklarına yazdıkları antlaşma maddelerine yöneldiklerinde ise, sınıf düzeni iyice çığrından çıkmıştı. İşlediğimiz suçların sayısı sonsuz, şu hayatta. Hepsi için de bir mazeretimiz var. Lüzumsuz. Bana o yıllarda sorsanız, "neden?" diye, "lüzumsuz bilgilerle kafamı doldurmak istemiyorum", gibi hâlâ pek çok öğrencinin pek tuttuğu geçerli bir "açıklama"da bulunurdum. "Lüzumsuz bilgileri öğrenmeme hakkı"mı kullanırken, bunun doğal sonucuna katlanmamak gibi bir uyanıklığa başvurmam için ise ne desem boş, biliyorum. İyi not almaktan da vazgeçmiyoruz, bu arada. Derslerin lüzumsuzluğu ile ilgili heyheylenmelerimin arkasında yeterince durmayı beceremeyip, sonuçlarına katlanmaktan kaçınmanın mazereti olur mu? Ama öyleydi işte. Hayâli ihracat ya da banka hortumlama filân gibi işleri de, hepimizin kendi çapımız ölçüsünde bulaşabileceği cinsten suçlara benzetiyorum. Uzaktan bakınca, müthiş akıllıca bir soygun planı gibi gözüküyor. Ama, hakkımız olmayan bir şeyi gereken çabayı göstermeden elde etmekten başka bir şey olmayan bu tip davranışları sadece bir takım kriminal tipler yapmıyor. Aksine, benim gibi kopyacılar (ki çoğunlukta olduğumuzu sanıyorum!!), hem de inandırıcı gerekçelerle, yapıyorlar. Sistem de az değil, hani. Gerekliliği gerçekten tartışılır kuralları koyup, ona uymamanın yollarını da hazırlayarak, hepimizi suç ortağı durumuna düşürüyor. Dibi kara tencereler olarak, uygulanamaz ve canları isterse/işlerine gelmezse denetlenir kuralların delicisi olma yolunu tutuyoruz. Zahmet sevmeyiz ya, onu bilenlerin bize oyunu bu. Böyle diyip de suçlarımızdan arındığımızı sanmayın. Ama, ezber dersi diye bilinen Edebiyat'ı nasıl kopyasız atlattık diye soran olursa... Hocası Azize Hanım, müfredat bilmemne dinlemeyip, bize o Aruz kalıplarını ezberletmedi. Sınav sorusu yapmadı. Merak edenler, hevesliler iyice etüd ettiler, 9 yerine 10 aldılar. Ezberlemeyenler de başka konularda maharetlerini gösterdiler. Azize Hanım da müfredata uymayarak, bir başka suç işledi, diğer yanda... Neyse, nas'olsa emekli oldu artık, bu ifşaatten bir zarar görmez. Kopya sebebiyle okuldan atılan Amerikalı üniversite öğrencileriyle karşılaştığımda, Amerikalıların bazı şeyleri yine abarttığını düşünmüştüm, ilk tepki olarak. Söz arasında, meslekdaşlarımla konuşurken "kopya=hırsızlık" denkleminin herkesin kafasında net bir şekilde yerleşmiş olduğunu gördükten sonra, şaşırma sırası bana geldi. Şaşırdığım şey, kendi şaşkınlığımdı. Kopyanın gerçek anlamını çözmekte, hakkım olmayan bir şeyi elde etmenin basit ve mâsum bir hilesi olduğunu anlamakta nasıl bu kadar gecikmiş olduğumu epey bir zaman anlayamadım. Bir tür körlük diyebiliriz. Bir yolsuzluk, bir alavere-dalavere, hayâli ihracat, şu bu ile karşılaştığımızdakine benzeyen. Hani, "bu memleket böyle arkadaş", ya da "valla, helâl olsun" gibilerinden tepkiler verdiğimiz. Bulduğum cevap şu: Bu tür suçları küçük yaştan işlemeye başlıyoruz. Başkaları da bir şekilde hoşgörüyor, göz yumuyorlar. O çocuksu dürüstlüğümüz, yalan kıvıramazlığımızın kayboluşunu hızlandırıyor çevremizdekiler elbirliğiyle. Anne-babamız evdeyken, kapıyı açıp da, istenmeyen misafire "annemler evde yok" dedirtilmemiz gibi. Bizi suça ortak ettiklerinde (ya da biz ortak olduğumuzda), şu ya da bu ölçüde, sesimizi çıkartmamız giderek zorlaşıyor. Kendi suç dosyamız giderek kabardığında ise, daha beteri, suçu olağan karşılıyor, "n'olacak ki" diyebiliyoruz. "Hayâli işler" için fazla uzağa gitmeye gerek yok, anlayacağınız. |
Thursday, December 19, 2013
hepimiz yolsuzluktan suçluyuz (2002'den kalma)
Wednesday, December 11, 2013
inanmamak istemeyiz
Inanmamak istemeyiz
İnanmak istiyoruz.
Özellikle bugünkü dertlerimiz boyumuzu aşıyor ama dertleri aşmak için gereken
emek fazla geliyorsa; umudumuz az, şimdikinden daha iyisinin mümkün
olabileceğine inancımızı kaybettiysek, durumun değişmesini istemiyor, fikrimizi
değiştirecek bilgiye uzak duruyoruz. Güçlünün söylediğine, işimize gelene
inanmak istiyoruz.
Bir başka deyişle,
aksi yöndeki görüşlere, görüşümüzü sarsacak bakış ve kanıtlara rağmen (doğru
bildiğimize) ‘inanmamayı istemiyoruz’.
İnanmamak maliyetli. Alışkanlıklarına bağlı bir canlı türü olan insan için
mevcut durumun dışına çıkmanın ya çok gerekli, ya çok zevkli ya da çok kolay
olması gerekir (başka seçenekler de vardır, ama bu bir pazar yazısı en
nihayetinde).
Durumumuzdan memnun
(‘Allah bugünümüzü aratmasın’) olduğumuzda, bu memnuniyetimizin tadını
kaçıracak bilgi ya da görüşü pek duymak istemeyiz (‘adam yakınlarını zengin
etti’ dese birisi ama ‘e, ama iş yapıyorlar hiç olmazsa, bal tutan parmağını
yalar’). Mevcut durumu
değiştirmeseler de sarsanlara ise sinir olur, onlarla ilgili her türlü
karalamayı sorgusuz sualsiz kabul eder (‘camide içki içtiler’ gibi), tersini
söyleseler, hatta gösterseler de inanmayız (‘resimde gözükmüyordur’, ya da
‘yapmışlardır bir şeyler, koskoca bakan yalan mı söyleyecek’). Kısacası, mevcut
inançlarımızı sarsmayan, konumumuzu çok etkilemeyen etliye sütlüye, suya sabuna dokunmayan herşeye (‘evrene
haykıralım’) inanmaya hazırken, hayatımızı ellerimize almaya, en kritik
konularda ‘acaba gerçekten öyle mi ?’ ya da ‘başka türlüsü mümkün
mü ?’ dememeye adeta yeminliyiz. O zaman, ‘işimize gelen’ bize ‘öyleymiş
gibi’ hatta ‘doğruymuş gibi’ gelebilir.
Peki, bütün bunları
menfaatperestliğimizden mi yapmaktayız ? Bilişsel psikoloji ve davranışsal
ekonomi diye bilinen alanlardaki yayınlarda çok sözü geçen ‘aykırıyı görmezlikten gelme’ (cognitive dissonance) kavramının
türevleri bu davranışımızın ‘bilmeden’ olduğunu söyler. Bilmeden oldu ile istemeden
oldu sıkça birbirine karışır. Bile bile
yapmak ile bile isteye yapmak
arasındaki nüans çok önemli olmasa bile arada bilerek ama istemeden yapmak olduğunu belirtmek isterim.
‘Yaptığımda uyumuyordum, bilincim yerimdeydi, ne yaptığımın farkındaydım, ama
davranışımı kontrol edemiyordum’da olduğu gibi iş olup bittikten sonraki
tanımlarımız amaçlanmadan olanların önemini gösterir.
Farkındalığımız
davranışımıza söz geçirmemize yetmemekte, bizi başka tarafa çeken o an’ın gücü,
daha doğrusu o andaki rahatlığın kendini muhafaza etme gücüdür. Kapının zili çaldığında yayıldığımız
koltuktan kalkıp kapıyı açmaya yeltenmediğimizde, ya da çokça olduğu gibi ‘kapı
çalıyor’ diye bağırıp evdeki başkalarının hareket etmesini beklediğimizde
zihnimizden geçtiği gibi kapıyı açtığımızda ‘kim gelecektir ki ?’. Beklediğimiz bir kimse yok ise, ne söylense inanırız, ‘kimse yok, yanlışlıkla
çalmışlardır kapımızı’.
Iktidarın
inandırıcılığının seçeneklerinin görünür ya da inanılır olmaması ölçüsünde
arttığını düşünebilir miyiz ? Bunu söylemeye bir engel pek yok.
xxxx
Inanmaya hazır
olmak, koşulsuz güvenmek, bir başkasına ‘yapmaz
öyle şey’ diyebilecek kadar inanmak bir ayrıcalıktır. Hayatın ilk birkaç
yılında hemen her bebeğin değişen ölçülerde yaşadığı bu inanabilme’nin bir ayağı güven’dir. Bizi besleyene, bakıp büyütene
güvenmekten başka bir seçenek de yoktur. Güvendiğimiz anne-babamıza sevimli
gözükmek, 8inci haftada gülümsemek, yaş ilk yılın yarısını bulmadan sesler
çıkartmak onun bizi bırakmasını engelleyici olur. Sevildikçe güveniriz. Doğru mu yanlış mı bakmadan inandığımız
kişiden, bilerek isteyerek bir zarar göreceğimiz olasılığının düşüklüğü
rahatlatır. Terkedilmek, yalnız ve kimsesiz kalmak gibi korkutucu durumlar ve
elde olmayan tehlikeler zihnimizin bir köşesinde elimizdekinin kıymetini
bilmeyi hatırlatır. Çok sevip güvenerek seçtiğimiz karizmatik liderlerimize benzer
duygularla bağlandığımızda, hayal kırıklığı olasılığını en aza indirmek için
zihnimiz elinden geleni yapar. Annemize babamıza laf ettirtmezsek, liderimizi
de yedirtmeyiz. Hayalimizin yıkılmasını istemez, kimsesiz kalmaktan korkarız. Yönetici ile halk arasında anne-baba
ile çocuk arasındakine benzer bir ilişki olduğunu söylemek, siyasi bir konuyu
sadece psikolojik etkenlerle açıklamak istemem. Ama etkisi yok da diyebilir
miyiz, kendi bebeklik deneyimlerimiz ile biçimlenmiş beynimizin benzer
durumları arayıp bulma ‘dürtü’sünün ?
Woody Allen’ın son filmi ‘Blue
Jasmine’de ana kadın karakterin eşi büyük çapta dolandırıcılıklar yapmıştır;
olayların çoğu kadının gözü önünde olmasına rağmen ‘hiç haberim yoktu, fark
etmemiştim’ der. Filmin doğruları söylemekle sorumlu trajik karakterlerinden
birisi ‘bal gibi biliyordun, sadece görmezden geldin’, yoksa, onbin dolarlık
çantalarını nasıl alacak, sosyetik partilerini nasıl yapacaktın diye sorar. Bir
anlamda kurulu düzeni(mizi) destekleyen sözlere yalan ya da yanlış da olsa
inanmak zorunda (mıyız ? ) olmamız (hissetmemiz), inanmayı tercih edip
aksi yöndeki görüşlere kafamızı öteki yana çevirmemiz, görmezden gelmemiz bizi
de ahlaken sakatlar. Herkesin yaptığını yapmak bu ahlaki sakatlanmayı
sıradanlaştırırken, gerçeğin sadece tek bir açıklaması olacağına onun da bu açıklama olacağına inandıran kuşkudan
arındırılmış eğitim kısa bir süre içinde ahlaki
rahatsızlığımızı da giderecek zihinsel malzemeyi sağlar. Gel de işine
gelene inanma, bundan sonra.
Tuesday, December 03, 2013
Benim adımı hiç söylemedin ama seni sevdim
(OT dergisi'nin Adile Naşit anma dosyası için hazırladığım yazının tam metni)
Yankı
Yazgan
12 Eylül sonrasının
huzur ve barış ortamında ailelerin bankerlere kaptırılan paraları ya da Zeki
Müren’in kalp krizini dert ettiği bu garip geçiş döneminde çocuk-merkezli
aileler henüz zuhur etmemiş, uyku saati ya da evde pişirilmiş yemek demode
olmamıştı. Kendi evimdeki televizyon kapalı olsa da İzmir’de evlerin ardına
kadar açık balkon kapılarından komşulara doğru yayılan sesler sayesinde ne var
ne yok dinleyebilirdim.
Çocuk olmaktan
çıkalı çok olmuştu, ama öncesindeki yıllarda fazla televizyon seyretmemişliğin
de katkısıyla çocuk programlarının cazibesinin etkisinden çıkamamıştım.
‘Bütün gün açık ve
tek kanallı televizyonun en çocuksu dakikaları’nı Adile Naşit’in doldurduğu
yıllardı. Programın açılışında Masalcı Teyze tek tek adını saydığı 8-10 çocuğa
seslenip yanıbaşına çağırır, hangi masalı anlatacağını düşünmeye başlardı
yüksek sesle.
Sevimli-güleryüzlü-tonton,
lahana sarması ve un kurabiyesi
çağrışımlı Masalcı Teyze’nin programını izlemeye koşan ‘kuzucuk’ların başlıca
derdi ‘acaba bu gece benim adımı söyleyecek mi ?’ olur, kendi adını
duyamayan çocuklar sinirlenseler de, yatağa 5 dakika olsun geç gitmek uğruna
masalı da dinlerlerdi.
Büyümüş kuzucuklara
‘adınızı ekrandaki Adile Naşit’ten duymak neye benziyordu’ diye sorduğumda,
tarif etmekte zorlandılar. Günümüzden örneklerle kıyaslayarak, örneğin havaalanında
uçağı kaçırmak üzere olduğunuz anons edildiğinde ya da starbaks’da adınız
yüksekçe söylendiğinde adınızı duyduğunuzda hissettiğinize benziyor muydu, dediğimde
‘alakası yok’tu. Çocukluğun aile, okul ve mahallede tanınmaktan ibaret
bilinirliğinin ötesine geçen bir tür şöhret miydi, heyecan veren ?
Adınızın söylenmesi
televizyona çıkmanın bir biçimiydi, evet, ama, varlığınızın bu en tonton insan,
fahri anneanneniz tarafından adeta meşrulaştırılmasıydı. Erkenden uykuya
yollanmaya tahammül gücü veren, adınızın belki yarınki Uykudan Önce
söylenebileceğiydi.
Adile Naşit’in
youtube’daki kayıtlarını çok zaman sonra tekrar izleyince herhangi bir ‘meşhur’
olmadığını hissettiren adını koyamadığım bir yanını gördüm. Öldüğünde 57
yaşındaymış, şaşırdım. Onaltı yaşında kimbilir hangi sebeple ölmüş olan oğlu
Ahmet’in yanına gömülmüş. Evladını kaybetmiş bir Adile Naşit’in ülkedeki her
çocuğu evlat edinip sevebilecek bir yüreğe sahip olduğunu o zamanki çocuklar
sesinden, bakışından, hitabından, hiç bir çocuğu sevgisinden eksik bırakmak
istemediğini bir biçimde sezip anlamışlar.
Çocukların burnu
iyi koku alır, kimi sevip sevmeyeceklerini bir bakışta şıp diye anlarlar.
Seksenlerin göstermelik huzur ortamının içinde sahici bir insanın, kendilerini
ciddi ciddi seven birisini bulmuşlar, belli ki, bırakmak istememişler. Adı hiç
söylenmemiş, ya da adının söylendiğini kaçırmış, Adile Naşit’i sahiden çok
sevmiş bir ‘kuzucuk’tan @yankiyazgancom’a gönderilmiş bir tvit ile
bitireyim : ‘Adımı hiç söylemedi, hatırlayabildiğim ilk hayal
kırıklığıydı ; ama öldüğünde çok üzülüp ağladım’.
Subscribe to:
Posts (Atom)