Devrimci bir seferberliğe ihtiyacımız var
17 Ağustos ve 12 Ekim 1999 tarihlerinde Türkiye'yi vuran iki
büyük deprem, yalnızca büyük can ve mal
kaybına değil, bu tür felaketlerin ardından toplum ruh sağlığı alanında
değerlendirme ve müdahelede bulunabilecek ulusal çapta kurumların eksikliğini
hissettiren katastrofik ruhsal sonuçlara
da yol açtı. Hem felaketin boyutlarının çok büyük ve yıkıcı oluşu, hem de bu
anlamda en çok yardıma ihtiyaç duyan kitleyi oluşturan çocuklara ve gençlere
yönelik ruh sağlığı hizmetlerinin eleman sayısı ve yaygınlık açısından yetersiz
oluşu, doğru müdahele stratejilerini belirlemeyi ve uygulamayı güçleştirdi. Bu sorunlara rağmen, geçtiğimiz aylar
içerisinde çeşitli akademik kurumlar, meslek örgütleri ve dernekleri, yardım
grupları ve vakıflar, ve tek tek bireyler gerek bölgede yaşayan, gerekse
bölgeyi terkederek ruhsal yaralarıyla birlikte başka illere taşınan çocuklara
ve gençlere (ve ailelerine) ruh sağlığı hizmetlerini örgütleyip sundular.
Bu yazıda, 17 Ağustos’un ruhsal travma etkileri hakkında
bazı genel bilgileri sunduktan sonra, bu geniş ölçekli travma ile başa çıkma
yolunda yapılabilecekler hakkındaki görüşlerimi sunacağım.
Travma nedir? Ruhsal travma,
"dış kaynaklı bir felaketin yarattığı zihinsel durumun sonucu olarak,
bireyin kendini geçici olarak çaresiz hissetmesi ve daha önceleri işe yarayan
savunma ve başa çıkma mekanizmalarının işlemez hale gelmesi" olarak
tanımlanabilir. Depremin kendisi ve sonrasında olanlar başlı başına anormal bir
durumdur. Bu anormal duruma karşı ortaya çıkan tepkilerin de anormal nitelikte
olması beklenir. Depremin ve doğurduğu ruhsal tepkilerin anormalliğinden söz
ederken, bütün bu sürecin “doğallığını” yadsıyor değilim. Hayatımızın rutinleri
içinde yer almayan, alışılmadık bir durum olarak anormalliği kastediyorum. Bu
anormal tepkilerin neler olduğunu bilmek ise, olayın psikolojik etkilerini
anlamayı ve bunlarla başa çıkmayı kolaylaştırabilir.
Şiddetli bir depremden hemen sonra, en sık görülen durum şoktur. Hatta bazı insanlarda şok o
derece ağırdır ki, duyguları ifade etmek çok zorlaşır. Bir donukluk ortaya
çıkar. Bu durum, aslında yoğun sıkıntıya karşı organizmanın vermesi beklenen
bir tepkidir. Bir süre için kişi kendini uyuşmuş, yaşamdan kopmuş gibi
hissedebilir. O kopukluk, bir süre için ruhsal travmanın etkilerinin yıkıcı
olmasını önleyebilir.
Durum zaman içinde nasıl seyreder? Bazı
insanlar hemen tepki gösterir, bazılarının tepkileri ise aylar, hatta yıllar
sonra, gecikmeli olarak ortaya çıkabilir. Ortaya çıkan rahatsızlık verici
tepkiler uzun zaman sürebileceği gibi, bunların kısa zaman içinde yatışması da mümkündür. Travmaya maruz kalmış
kimi kişiler, olayın yaşandığı sırada çok enerjiktirler ve sanki bu enerji
sayesinde, olayla daha kolay başediyor gibi gözükebilirler. Aynı yorulmak
bilmezliği yardım ekiplerinde de görmüş olabilirsiniz. Ama aynı kişiler, bir
süre sonra umutsuzluk ve karamsarlık yaşarlar.
Başlangıçta. İlk şoktan sonraki tepkiler kişiden
kişiye ve aynı kişide zaman ekseni boyunca farklılıklar gösterir. Korku,
endişe, suçluluk, pişmanlık, öfke, karamsarlık, panik, çaresizlik ve utanç gibi
duygular çok derin ve yoğun yaşanır. Bu duygularda ani iniş-çıkışlar olur.
Karamsarlık ve kaygı bakış açılarını etkileyebilir.
Orta ve uzun vadede. Travmatik olayla birlikte ya da
olaydan bir süre sonra başlayıp, müdahele edilmediği takdirde aylarca sürmesi
muhtemel olan diğer belirtiler ise; insanlardan uzaklaşma ve yabancılaşma,
psikosomatik şikayetler (karın ağrısı, döküntü gibi), “disosiyatif” belirtiler
(rüyada gibi hissetme, çevreyi ve bedeni değişmiş gibi algılama), yorgunluk/
bitkinlik, konsantrasyon bozukluğu, travmatik olayı tekrar tekrar yaşıyormuş
hissi, sürekli "teyakkuz" halinde olma ve kendi kendine zarar verici
davranışlarda bulunma olarak özetlenebilir.
Şiddetli ve yıkım yaratan büyük bir deprem felaketini
yaşayan herkesin ağır ya da hafif psikolojik rahatsızlıklar yaşaması normaldir.
Fakat, bunun normal ya da beklenen bir süreç olması, müdahele edilmeyeceği
anlamına gelmemelidir. Bu yazının amacı olası müdahelenin nasıl olacağı
hakkında bir tartışmaya katkıda bulunmaktır.
Bölgeden bulgular... Gölcük,
Yalova ve Adapazarı'ndaki geçici yerleşim yerlerinde, travmatik durumlarla
ilişkili stres bozukluklarına en yatkın
grup olan çocuklar ve
aileleri/öğretmenleri ile sürmekte olan çalışmalardan elde ettiğimiz deneyim,
yaşadığımız depremin psikolojik
sonuçlarının, çeşitli felaketler geçiren farklı ülkelerdeki afetzede çocuklarda ve gençlerde
saptananlarla benzerlik gösterdiğini ortaya koymaktadır. Çocuklar kendilerini
yetişkinler kadar kolayca doğrudan ve sözel bir biçimde ifade edemezlerse de,
yaşadıkları korku veya çaresizliği davranışlarındaki bozukluklarla, ya da
yaşanan kötü olayı konu alan oyunları sıkça tekrarlayarak dışa
vurabilirler.
En sık rastlanan belirtiler arasında; yaşından küçük
davranışlar ve daha önce öğrenilen becerilerin kaybolması ( altına kaçırma,
bebeksi konuşma vs.), ayrılık anksiyetesi (anneden babadan uzak kalmamak için
her yolu deneme), hiperaktivite (özellikle çocuğun anne-babada gözlemlediği
çaresizliğin doğurduğu), duygual alışveriş güçlüğü, yıkıcı ve öfkeli
davranışlar, iştahta artma veya azalma, uyku bozuklukları, kabuslar ve geleceğe yönelik umutsuzluk sayılabilir.
Bu tür "travma sonrası stres bozukluğu"
belirtileri depremi yaşamış çocukların yaklaşık % 50'sinde ilk 3 ay içerisinde
ciddi düzeyde gözlenmekteydi. Bölgede 6. ayda yapılan değerlendirmeler bu oranın
aşağı yukarı sabit kaldığını göstermektedir.
Kimler riskte? Bir insanın travmaya nasıl yanıt
vereceği, o kişinin genetik altyapısı,
özgeçmişi, varolan fiziksel ve ruhsal bozuklukları ve çevresinden ne kadar
destek alabileceği gibi birbirinden farklı faktörlerce etkilenir. Yaşanan
deprem sonrasında hangi çocuklarda travmaya bağlı stres bozukluğu görüleceği
kesin olarak bilinmemekle birlikte,
çocuğun özgeçmişinde hiperaktivite ve annesinde anksiyete (panik, fobi,
evham, takıntı gibi) öyküsü bulunmasının,
önemli risk faktörleri oldukları bilinmektedir. Ayrılığa dayanıksızlık,
duyguların donuklaşması, gerçeklikten kopma, şaşkınlık ya da hayalperestlikte
artış, üzüntü, yaşamın çok zor olacağına dair bir inanç ve karamsarlık gibi
belirtiler uzun vadeli problemlerin ortaya çıkma olasılığını arttıran işaretler
olarak yorumlanır. Ülkemizde yaşananlardan etkilenen kitlenin büyüklüğünü
düşündüğünüzde, yüksek riskli sayılacak çocuk ve genç sayısının onbinlerle
ölçülecektir. Yapılacak “müdahalelerin” bu sayıyı hesaba katarak planlanması
gereğini de görebilirsiniz.
17 Ağustos ve 12 Kasım depremleri gibi geniş ölçekli bir
travma sonrasında mümkün olabildiğince çok sayıdaki etkilenmiş kişiye ulaşıp,
en etkin biçimde müdahelede bulunabilmek içinse, öncelikli risk gruplarını
belirlemek ve kime hangi müdahelenin yapılacağına karar vermek önem taşıyor.
Psikiyatri ve psikoloji alanında uygulayageldiğimiz geleneksel tedavi modelini
kullanarak bu durumla yeterince ve gereğince başa çıkmak mümkün gözükmemekte.
Tutumlar... Aileden, davranış
değişiklikleriyle ilgili detaylı bilgi edindikten sonra, travmatize olmuş bir
çocuğu ele alırken atılması gereken ilk adım, çocuğun kafasında oluşabilecek
belirsizlik durumuna bir açıklık getirmek olmalıdır. Çocuğun soruları mümkün
olduğunca doğru ve net bir şekilde cevaplanarak
olayı anlaması sağlanmalı ve yaşadığı ciddi durum hakkında yaşına uygun bir ifade şekliyle bilgi
verilmelidir. Bilgi verici ya da değerlendirici konuşmalar yaparken, çocuğun
yaşına uygun hareket etmek çok önemlidir. Çocuğun neyi kavrayabileceği ya da
hangi yollardan tepkisini gösterebileceği, genel gelişim düzeyine (dil, hayal
gücü gibi) bağlıdır.
Duygu ve düşüncelerin ifadesi. Çocuğun duygularını
ifade edebilmesine fırsat tanınmalıdır. Tek
seanslık bir grup aktivitesinin bile, değerlendirme amaçlı kullanımı dışında, bazı
çocuklarda travma kaynaklı belirtilerin
ortadan kalkmasında ya da hafiflemesinde rol oynadığı gösterilmiştir. Bu
oturumda her bir çocuktan; deprem anını nasıl yaşadığını, aklına ilk gelen
düşüncelerin ne olduğunu ve neler
hissettiğini anlatması istenir. Bunların ayrı ayrı ve yapılandırılmış bir
biçimde grupla paylaşılması sağlanmaya çalışılır.
Sınıflarda. Özellikle duygularını sözle ifade
edemeyenler için resim, hikâye anlatma, ya da drama gibi araçların kullanımı teşvik
edilebilir. Bu amaçla tasarlanmış özel sınıf aktiviteleri düzenlenebilir ve bu
faaliyetler profesyonel süpervizyon alan öğretmenler tarafından sınıf içinde
başarıyla yürütülebilir. Bu alanda ülkemizde çeşitli çalışma gruplarının
sürmekte ya da hazırlanmakta olan faaliyetleri vardır.
Ruh sağlığını koruma aktiviteleri.
"Debriefing" gibi duygu ifadesini teşvik eden bir yöntemin işe yaraması büyük ölçüde sonrasındaki ruh
sağlığını koruyucu uygulamalara bağlıdır. "Debriefing" uygulanıp
kendi haline bırakılan çocukların sorunlarının paradoksal bir artış
gösterebildiğini görmekteyiz. Duyguların ifade edilip adeta “ortada
bırakılması” toparlanmayı önleyebilir. Gerisi getirilemeyecek iyi niyetli
müdahelelere kalkışmak, sorunların ağırlaşmasına sebep olabilir. Trafik
kazalarından sonra karga tulumba taşındığı için canını ya da bir organını
kaybeden kişilerin durumunu andıran bu tür iyi niyetli hataların azaltılmasının
ana yolu ise geniş kitleleri psikolojik ilk yardım ve travma sonrası ruh
sağlığı hakkında aydınlatmak ve bilgilendirmekten geçer.
Çocukların hayatında ilişkilerin devamlılığı esastır.
Yarım kalma olasılığı olan ilişkilerden kaçınılması çocuğun yararına olacaktır.
İmkanlar elverdiği ölçüde çocuğun gündelik alışkanlıklarının devamının sağlanması açısından okula devamlılık ayrıca
önem taşımaktadır. Bu çerçevede, okulların deprem bölgelerinde zor koşullarda
ve özveriyle açılmaları, çocukların ruh sağlığına önemli katkıda bulunmuştur.
Ancak müfredatın yetiştirilmesi, deprem mevzuunun artık kapatılması gerektiği
gibi yanlışlığı apaçık tutum ve düşünceler henüz egemenliğini sürdürmektedir.
Çocuk, gündelik yaşamına geri dönerken, sosyal çevresinden
(aile, okul, öğretmen..) destek alabilmesi için, aile bireyleri ve öğretmenlere yönelik
destekleyici-bilgilendirici çalışmalar yapılabilir. Bu çalışmaların “bir terapi etkisi
gösterebileceği”, yani problemlerin büyümesini önleyebileceği, toplumda bir
uyanıklık ve bilinç oluşturarak problemin etkisini hafifleteceği benzer
felaketleri yaşamış toplumların deneyimlerinden bilinmektedir. Özellikle
kalabalık kitlelere yönelik ruh sağlığı çalışmalarında, alışılmış doktor-hasta,
terapist-danışan klinik kalıbının dışına çıkılmasının zorunluluğu apaçıktır.
Yaygın kitlelere yönelik ruh sağlığı çalışmalarının, bir tür seferberlik
anlayışı ile yapılmasını sorunların hafifletilmesi ve kontrol altına alınması
için geçerli bir yol olarak görmekteyiz.
Temel ihtiyaçlar gerek ama yetmez. Bütün bu sürecin
en önemli noktası, çocuğun kendini güvende hissetmesidir. Çocuğun birlikte olduğu
anne-babasının ve öğretmenlerinin yaşama koşullarının düzeltilmesi, bu yolda
önemli bir başlangıç adımıdır. Ruh sağlığı alanında çalışanlar olarak, hayatın
temel gereklerine yönelik faaliyetleri (barınma, beslenme, temizlik gibi) bu
anlamda terapötik bulup desteklerken, temel desteklerin sağlanmasının ruh
sağlığını korumaya yetmediğini de biliyoruz.
Los Angeles ile Ermenistan depremlerinin etkilerini
karşılaştırdığınızda, temel gereklerin çok daha hızlı ve iyi karşılandığı Los
Angeles’ta bile travma etkilerinin tartışmasız egemenliği görülüyor. Temel
ihtiyaçların karşılanması risk gruplarının küçülmesine ve sıkıntıların
ağırlığının azalmasına katkıda bulunabilir. Ancak ruh sağlığına yönelik özel
bir strateji uygulanmadığı takdirde, Los Angeles’ın iyi bakılıp beslenmiş
depremzede çocukları da, en az daha imkanları kısıtlı ülkelerdeki kardeşleri
kadar ruhsal sıkıntıya düşebiliyorlar.
Deprem sonrasında yeni rollerimiz. Travma,
uzmanlıkları, pozisyonları ve mevcut görev tanımlarını altüst ederek, kendi önceliklerini
dayattığında toplumun ögelerinin bu yeni duruma göre rollerini tekrar
tanımlamaları bir ilk adım. Örneğin, kitlesel travma öncesinde benzeri
sorunlarla tek tek karşılaştığında, polikliniğe gelen hasta ve tedavisi
modelini başarıyla uygulayan uzman psikiyatrist yeni bir durumla karşı karşıya.
Kendi uzmanlığının kalıpları dışına çıkarak, bir hizmet koordinatörü, yeni
hizmet yolları buluşçusu ya da hayat kurtarıcı gibi davrandığında alışılmıştan
farklı bir rol oynamak zorunda olduğunun, böylece uzmanlık sınırlarının çok
dışına çıktığının o da farkında. Ama davetsiz gelen felakete uygun bir karşılık
vermekten başka çare bulunmadığını gören her uzman, bu dönemde rolünü otomatik
olarak yeni durumun gereğine göre gözden geçirdi. Bunu çevresel değişikliklere
uyumun bir göstergesi olarak görebiliriz. Aksi ne olabilirdi ya da ne oldu?
Odanızda oturup, hastalarınızın gelip tedavi olmasını beklemek... Bir başka
şekli ise, alana gidip tedavi olması gerekenleri belirleyip, onları tedaviye
almak. Tabii, binlerce ve onbinlerce kişiyi bu özellikte gördüğünüzde, büyük
çoğunluğa pek bir şey yapamamak.
Toplumun ruh sağlığı. 17 Ağustos’tan çıkartılabilecek
derslerden bir tanesi, ruhsal tedavinin birey-ötesi düzeyde ve toplumu koruyucu
bir biçimde düzenlenmesinin kaçınılmazlığı oldu. Ruh sağlığının herkese gerekli
olduğunu kavrayan topluma, ruh sağlığını ulaştırma modellerinin ortaya konması
ve uygulanması gereken bir evredeyiz. Çocuklarla olan çalışmalarda okullar ve
öğretmenler, annelerle ve babalarla gönüllüler, toplumun çeşitli kesimleriyle
sanatçılar, sporcular... Ruh sağlığını terapi koltuğu veya antidepresandan
ibaret görmüş bir çok kişi, 17 Ağustos sonrasında ruh sağlığının toplum
düzeyindeki çalışmalarla ilgisini hızla kavradı. Felaketin hemen sonrasında
toplumun sarsılıp yere çökmesinin ardından nasıl doğrulacağı, geleceğe dönük
güvenin nasıl geri geleceği tartışılıyor. Toplumun normal tepkisi olan dağılma
eğilimine girmesinin önlenmesi, yeni bir örgütlenme ile rol dağılımının tekrar
yapılması ve fırsatları değerlendirerek kimliğini yenileyen bir topluma
dönüşmek...
Her katmanı aydınlatma. Toplumun ruh sağlığının
düzelmemesi ise toplumsal kaos ve çöküşle birlikte giderek umutsuzlaşan ve
geleceğe inancını yitirenlerin yıkıcılaşması sonucunu doğurabilir. Toplumun tekrar
hayata dönmesi ise, sorumluluklar alan, toplumsal toparlanmayı hızlandırmak
üzere eğitilmiş bireylerin bu etkilerini çeşitli katmanlara yaymasından ve
umudun canlanmasından geçiyor. Okullarda öğretmenler, evlerde anne-babalar,
yerleşimlerde sağlık elemanları...
Sıtma savaşı gibi. Durum adeta Kurtuluş Savaşı
sonrası Türkiye. Her koldan ayağa kalkma çabası içerisinde bir ülke. Morali
yüksek, kendine güvenli, geleceğe yüzünü döndürebilmiş insanlar. Sıtma ve
trahom ile mücadeleyi hatırlayın. Sıtma ve trahom gibi hastalıkların yaygın
olduğu Cumhuriyet’in ilk yıllarında, eğitim düzeyi yüksek olmayan pek çok kişi,
belli bir asgari eğitimden geçirilip, sıtma ya da trahom savaş memuru olarak
yetiştirildi. Sağlık yönetimlerinin süpervizyonu altında sıtma ya da trahom
savaş memuru olarak yurdun dört bir yanına yayılan bu insanlar, bir devrimci
seferberlik ruhu içerisinde, her iki hastalığı da safdışı ettiler. Bu
uygulanabilecek modellerden bir tanesi.
Önümüzdeki aylarda, toplumsal düzeyde ruh sağlığını korumaya
ve toparlamaya yönelik kitlesel program modellerinin üretilip, bilimsel
geçerliliklerinin sınanması ve uygun olanların hayata geçirilmesi gerekiyor.
Devrimci bir seferberliğe ihtiyaç var. (2000)