Sunday, March 17, 2013

onun ihtiyacı var mı?


Örneğin, bir yanda bazı ekollerde emziremeyen anneye anne gözüyle bakılmaz, çocuğunu sürekli üzerinde taşıyıp, beraber uyumayı savunurken,  diğer yanda biberon veren, doğduğu günden itibaren kendi odasında yatırmaya başlayan, şımarmasın diye çocuğunu kucağına almaktan çekinen başka bir uç var. Her ikisi de bunu çocuğun özgüvenli ve sağlıklı olması için yaptığını savunuyor. Bağımlı olmak ve bağlı olmak ve özgüven ekseninde dengeyi nerede bulabiliriz?  (İlkiz Özcan Sönmez’in alternatif anne.com için sorduğu soru ve aşağıda cevabım) 


- Doğrusunun hangisi olduğuna dair, yeterince veri yok. Diğer yandan ölçü, çocuğun ihtiyaçlarının nasıl karşılandığıdır. Çocuğun temel ihtiyaçlarını karşılamaya dönük yaklaşımlar var mı, örneğin 3 aylık bir bebeği koynunuza almakla, 9 yaşında bir çocuğu koynunuza alıp kocanızı içeri odaya göndermek arasında bir fark var. Özellikle yaşa göre değişen ihtiyaçları karşılayıp karşılamadığınız birinci ölçü. İkinci ölçü ise bütün bunların ne kadarını kendi kolayımıza gittiği için ya da kafamızdaki ideolojileri uyduğu için yapıyoruz, ne kadarını gerçekten bu çocuğun buna ihtiyacı var diye yapıyoruz.
Bu soruyu sormak çok önemli. Yoksa birçok anne ve babada gördüğümüz, kendi hoşlarına giden, yaşamlarına uyan önerileri benimsiyor ve uyguluyorlar.

Aslında anne babalık bir anlamda bir vazgeçiş içeriyor. Bazı temel doğru bildiklerimizden vazgeçmeyi getiriyor. Neden vazgeçiyoruz? Çocuğun ihtiyaçlarına uymadığını gördüğümüz için vazgeçebiliyoruz. Çocuğun ihtiyacının ne olduğunu sezmek önemlidir. Örneğin 2.5 - 4 yaş arası özerkliğin kazanıldığı zaman, o nedenle çocuk bir yandan bize yapışırken bir yandan da bağımsız olmak istiyor. O çelişkiyi yaşıyor yani hem uzaklaşayım, bağımsız olayım ama aynı zamanda da kopmayayım. Bunu da en çok ayrılık anlarında hissediyorsunuz. Uykuya gidişinde, okula göndermekte, sizin sabahleyin çıkıp işe gitmenizde vs. daha çok hissedilir. O anları nasıl yönettiğinize bağlı. O anda sizin çocuğunuzun ihtiyacı size yapışmak gibi gelebilir. Ama temel ihtiyacı size yapışmak mıdır, yoksa bağımsızlığını kazanmak mı?

Bu yüzme öğrettiğiniz bir çocuğun yüzebilmesi için ona yardım etmenize benzer, genelde öncelikle boynunuza asılır. Siz "Bu istemiyor" deyip çıkacak mısınız, yoksa onu cesaretlendirerek yüreklendirerek sizden bir parça bağımsız olarak kulaç atmasını sağlayacak mısınız?

Çocuk istemiyor demek aslında işin kolayı. Orada ekstra 15-20 dakika uğraşmanız lazım, hatta bazı durumlarda defalarca uğraşmanız lazım. Ama biz, bir an önce dönüp şezlongumuza yatmak istiyorsak, "Aa, zaten çocuğu üzmeyelim, ağlatmayalım, yüzmese de olur, gelecek sene öğrenir" diyebiliriz.
Bunu kimse bir eleştiri olarak almasın, ben kendimi çocuk yetiştirme uzmanı saymıyorum ancak tıpla ilgili majör problemlerle uğraşıyoruz. Ve oradan çıkardığımız dersler bize gösteriyor ki, çocukların yaş dönemlerine göre ihtiyaçları değişir. Biz kendi kafamızdaki kalıplar dışına çıkıp da, çocuğun hem o andaki, hem de gelecekteki ihtiyacını düşünmeliyiz. O anda rahatlatmak, o andaki ihtiyacı olmayabilir. Bazen çocuğu rahatsız edici şeyler onun ihtiyacı olabilir. Fıstıklı çikolata yemek yerine ıspanak püresi yemek (kimin önüne konsa fıstıklı çikolatayı seçer). Bunun gibi ikilemlerde karar vermek zor.

İlkokula doğar doğmaz çocuğunu yazdıran anne babalar orada ileriye bakıyorlar da, niye bu tür konularda bakmıyorlar diye düşünebilirsiniz. Çünkü orada birşey yapmanız gerekmiyor, gidip ismini yazdırıyorsunuz, pek zor değil. Ben kolaycılığa kaçmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Kolay ile basit aynı şey değil. Doğal annelik basittir,  yalındır, süssüzdür, işin özüne dönüktür. Ama kolaycı annelik ya da babalık, çocuğun ihtiyaçlarına göre değil, daha çok anne babanın ihtiyaçlarına göre şekillenen anne babalıktır.

Bizim canımız akşam geç saatlere kadar dışarıda arkadaşlarımızla oturmak istiyor. Çocuğumuz da sürünüyor ortalıkta, "Canım bunun önemi yok, böyle alışsın istiyoruz" diye bir açıklama yapıyoruz. Çocuğun ihtiyacı bu değildir. Mesela 2 yaşında bir çocuğun ihtiyacı gece geç saatlere kadar rakı sofrasında oturmak değil. Sofrayı bırakıp "Arkadaşlar biz kaçıyoruz, sabaha görüşürüz" deyip kalkabilmek. Bu işin ideali elbette... Madem idealler üzerine konuşuyoruz, ideal bizim kafamızda değil, çocuk bize zaten idealle ilgili konuda yol gösteriyor.

Saturday, March 16, 2013

zorbalık hk 10 husus



Okullarda zorbalık hakkında 10 husus. Tolga’nın ezik’liğinden hareketle daha önce çokça değindiğim zorbalık ile ilgili bazı bilgileri ilgilenenlere hatırlatayım.
1.     Zorba öteki’ne zarar vermeyi, incitmeyi amaçlayarak hareket eder.
2.     Zorba ile ‘kurban’ arasında asimetrik bir güç ilişkisi vardır. Zorbalar sayıca, mevkice veya kuvvetçe üstündürler.
3.     Zorbalar idareciler tarafından hoş görüldükleri ölçüde varlıklarını sürdürürler. Yönetim kademelerine hep yakın dururlar. Baş kaldıranlardan olmazlar. Idareciler de onlar için ‘kesin yapmaz’ derler.
4.     Zorbalığın kendisi bir psikopatoloji değildir, ancak, psikopatolojiye yol açabilir. Zorbalığın hedefi olan çocuklar ve gençlerin ruh sağlığı her trülü psikopatoloji için yüksek risktedir.
5.     Zorbalık, özellikle toplu yaşanan okul, kışla, işyeri vb ortamlarda gerçekleşir. Intiharlara varan bezdirme ve yıldırma davranışlarını anlamak için ‘zorbalık’ önemli bir bakış açısı sağlar.
6.     Zorbaların ruh sağlığına ilişkin meseleleri herkesinkine benzer. Zorbalığın ruhsal sorunlarla, mutsuz çocukluklar ya da anne-baba arasındaki anlaşmazlıklarla ilişkilendirilmesi davranışa bir meşruiyet kazandırma arayışına dönmemelidir. Durumu açıklayıcı sebepler kimseyi zorba yapmaya yetmez. Zorbalık sadece bir ‘seçenek’tir.
7.     Daha önce zorbalığa hedef olup sonradan zorba olanlar ruhsal açıdan en çok zorlananlar olurlar. Üstlerine uymayan bir elbise giymiş gibi ne zorbalardan, ne kurbanlardan sayılırlar. Ruh sağlıklarındaki bozulmayı zorba olsalar da düzeltemezler.
8.     Zorbalığa tanık olup ses çıkaramayanların ruh sağlığı zarar görebilir. Çaresizlik hisleri kötü bir eyleme sessizce ortak olmanın verdiği öfke ve pişmanlık ile birleşip toksik etki gösterebilir.
9.     Zorbalık çocuklar ve gençler arasındaki şiddetin en yaygın ve sık görülen biçimidir.
10. Zorbalık önlenebilir.

ezmemeyi eziklik sayarlar


Ezmemeyi eziklik sayarlar !
Tolga iyi bir çocuktu. Kelimenin tam anlamıyla iyi olduğunu o zaman, lise birinci sınıf öğrencisi olduğum o yıl, öyle düşünmemiştim. Ama benden ve odadakilerin geri kalanından farklı bir yanı vardı; nasıl desem, ‘saf’ gibi. Bu saflığını zaman zaman ‘salak’lık olarak görüp kendisine belirtmeyi marifet sanmakla kalmaz, olmadık hareketlerle rahatsız ederdik. Tolga her akşam vakitlice pijamalarını giyer, terliklerini şıpırdatarak banyoya gidip ayaklarını yıkar, dişlerini fırçalar, sonra da gelip çarşaflarını düzenli değiştirdiği yatağına kıvrılırdı. Bu eylemlerin hiç birisini biz (diğerleri) yapmadığımız için onun bu titizliğine içten içe  öfkelenirdik. Tepesindeki beyaz floresan saatler boyu açıkken ve odanın diğer sakinleri olanca gürültüyü yaparken uyumaya çalışırdı. Sabah erken kalkıp bizler uyurken rahatça ders çalışabilsin diye…  O zaman onun uykusunu bozmak bir görev olurdu; uyandırıp saati sormak, müziği açmak, sigara dumanını yüzüne üflemek gibi bildiğimiz zorbaca eylemlerle rahatını kaçırmaya çalıştığımızda Tolga saati söyler, müziği kısmamızı rica eder, elleriyle dumanı dağıtırdı. Sadece bizim davranışımızın doğal sonucu olan hareketi yapar, fazladan ne bir sözü ne bir eylemi olurdu. Günümüz ölçütleriyle ‘ezik’ olarak tanımlanabilirdi. Kendine saldırana bile savunmanın bir adım ötesinde tepki vermez, ‘zararsız’ birisiydi. ‘iyi çocuk’ diye düşünürdük. Iyiliği bizim ‘kötülüğümüze’ cevap vermemesinde, küsmemesinde, kızmamasındaydı. Bizim için ‘İyi’ydi.
Tolga’yı lise sonrasında epey bir süre görmedim. Tıp fakültesi bitip de sonrasında hepimizin kendi ayaklarımız üzerinde durma yollarını aradığı yıllarda, yanıbaşımızdaki hayatın dışına çıkmak zordu. Gözden ırak, gönülde ırak yılları 30’lu yaşların sonuna doğru bitince,  eski ilişkiler canlanmaya başladı. Tolga’ya bir mezunlar gününde rastladım. Okuldaki öğrencilerin her birisini tanıdığını fark ettiğimde biraz şaşırdım. Binalara rahatça girip çıkıyor, sanki dün akşam okuldan çıkmış da bugün gelmiş gibi insanlarla, patikalarla, merdivenlerle, koridorlarla aşina gözüküyordu. Yıllarca yatıp kalktığımız odayı ziyaret etmeye gittiğimizde odadaki ranzaların alt katlarındaki yataklara çöküp oturduğumuzda bunu sordum. ‘Evet, en son dün akşam buradaydım’ dedi.
Okulun yıllar içinde yıpranmış binalarını, gözden çıkartılmış öğrenci kimliğini, bezdirilmiş öğretmenlerini toparlamaya çalışan tek tük eski mezundan birisiydi. Resmi bir görevi yoktu, başkan maşkan değildi. Içi rahat etmiyor, bizim keyfini sürdüğümüz, olanaklarını sonuna kadar kullandığımız okulda yeni kuşakların harcanmasına razı olmadığı için hayatının önemli bir bölümünü okulda çocuklarla ve öğretmenlerle geçiriyordu. Yaptıklarını ağzım açık dinlerken kıskançlık ile hayranlık arasında kaldım.
O gün mezunlar toplantısında 30-40 yıl sonra hepimizin nerede olduğunu, ne yaptığını anlamaya çalıştık. Kimseyi ezmemiş, kimseye zarar vermemiş olmayı ‘delikanlı’ kültüründe ‘ezik’lik olarak adlandıranların hayatlarının kalanında kimseye bir yarar sağlamamış olduğunu gördüm. Kendisine zarar veren arkadaşlarına zarar vermeyi akıl edemeyen Tolga ise iyiydi ve iyi kalmıştı. Iyiliğinin ışığı onyıllar sonrasına düşmekteydi.



Wednesday, March 13, 2013

Feelings Run Faster @theGuideIstanbul


            FEELINGS RUN FASTER: A DISCUSSION WITH YANKI YAZGAN
By Yeşim Yemni for the Guide Istanbul, March-April 2013

Istanbul is a city that elicits extreme reactions from both its residents and visitors. Love it or hate it, can't wait to leave it, or can't live without it, one thing is certain: this city will not leave you cold. Yet even the most ardent Turofile, the most passionate Istanbul-lover, will have their moments of sheer despair; those times when they throw up their hands in frustration, either at the notorious traffic, or for a lack of understanding of Turkish culture.
Feelings Run Faster: A Mind/Brain Perspective On Living In Istanbul, a recently published book written and illustrated by the well-known psychiatrist Yankı Yazgan, attempts to make some sense out of the maddening, beguiling, web of caos that is Istanbul. More specifically, the book aims to create an understanding about "daily life through a perspective informed by cognitive neuroscience and psychology" while taking Istanbul as an example. Yazgan is already very well-known in Turkey as a writer, speaker and psychiatrist, but this book is his first work published in English.
I recently had the chance to sit down with Yankı Yazgan to discuss Feelings Fun Faster, as well as his work in general. One of the first questions I asked was why he decided to write this book in English? Surely he could have reached a larger audience if he were to write in Turkish, his native language, particularly since he is already well-known in Turkey. He explained that there were a number of factors behind this decision: One of the main reasons was to reach a wider and more diverse audience, and to get feedback and access to an English readership. But Yazgan says that he also wanted to challenge himself. Since he is virtually unknown outside of Turkey as an author and cartoonist, this book was a way of starting from scratch, so to speak.
As can be seen by his previous work, Yazgan has an interest in 'teaching' the general public about science and methods of thinking, and putting this information to use in daily life. He likes to use his writing and illustrations as a way to convey a message, to focus on how to make the best of neuroscience knowledge for use in our daily lives. Importantly, he also wanted to write a book about Turkey that was written by a Turk, and saw that there was an unmet demand for this. The book is aimed not only at foreigners who are living here or visit often, but also at anyone who has an interest in Turkey. And of course for those who have an interest in the intersection of neuroscience and psychology.
            Yazgan stresses that the book is not about the "Turkish brain," but about how our brain operates in different contexts. Many things that he describes in the book are not unique to Turkey, but the way that they coincide and acumulate here is what makes Turkey unique. He says that the book is not about Istanbul per say, but about living in Istanbul. "The book has been inspired by experiences accumulate in Istanbul, but not necessarily limited to Istanbul itself. Remembering that Istanbul is still local and peripheral in many respects, we should also recognize the universality of our experiences.” Yazgan says that the book does not offer the secrets to daily Turkish life, but it does offer some insights and interesting ways of looking at our experiences in the city.
            The book is divided into five sections: Turkish Coffee, Happiness, Others, Love, and Time and Place. Each section offers various examples of daily Turkish life, complete with illustrations. In fact, the playful and amusing illustrations are one of the most unique aspects of the book, adding humor and color. Yazgan says that he organized the book in this particular way to try to make it “like a menu that would satisfy all needs,” and moves from the particular to the general. The beginning and ending sections are arguably the most interesting or accessible to a broad audience, and the most Turkish-specific, while the middle sections are more scientific, although still aimed at the layman.
            Feelings Run Faster is peppered with pop cultural references, and while many of these references are Turkey-specific, particularly those dating back to his youth, it should come as no surprise in our globalized culture that many of them would be just as familiar to a Western reader. Everything from the novels of Atwood and Marquez, to HBO dramas such as In Treatment are referenced in the book. This servers to make the book more accessible to a broader audience, for as Yazgan notes, pop culture is now an essential part of our lives and is also a product of our lives – not just big media shaping our thinking. There are also a great many personal examples from Yazgan’s own life, such as his childhood circumcision photo, or a cartoon he drew while doing his mandatory military service. Indeed, he book very often draws on Yazgan’s own experiences growing up here for illustrative examples.
            Yazgan is a born bred Turk, who was raised in Izmir, which gives him the advantage of having insights from both an insider and outsider perspective when writing about Istanbul. As anyone who is familiar with Turkey’s recent history knows, this is a country that has experienced very rapid change in recent decades, both economically, and in terms of changing values. There have been major changes both in the quality of life, and how it is measured. When I ask him about this, Yazgan says that Turks today are more interested in enjoying life, but that the channels available today do not give the same level of enjoyment that our parents had with more limited resources. Today we can see a paradox of abundance, and the impact it is having on Turkish youth. While they are certainly more affluent than their rich parents, today having everything is not enough.
            What separates Turkey from the West (although it is certainly not unique when compared to other developing countries), is the rapidity with which these changes took place. Indeed, time is one of Yazgan’s particular interests. He says that in Turkey’s case, the time frame in which we experienced so much change was too fast, leading to some tensions and new problems. Yazgan works with many children in his private practice, and notes how these changes have impacted them. As Turkish society is getting more competitive, children are now expected to have goals, and to prepare for these goals from quite a young age, whereas in the 60s, having a goal was not something that was expected of a child. While the increase in alternatives can be seen as a good thing, it has also led to an increase in uncertainty and anxiety.
            Indeed, Yazgan says that in Istanbul today we can see for some, anxiety can be a constant state, which is reflected in endless traffic and queues. Many things are left uncertain here, which can be intentional, and serve as a method of mass control. “Uncertainty and ambiguity is so pronounced as a part of the city’s daily life and the style of communication in Istanbul, probably more so than in the rest of Turkey, because of the time pressure and distances taken during the daily commute.”
            For those foreigners who wonder why Turks are perpetually late (and end every other sentence with Inshallah), Yazgan speculates that this could be a coping mechanism for how we handle the uncertainty that is a constant part of daily life in Istanbul – because we are uncertain if something will actually take place, we wait until the very last minute to go, as a means of hedging our bets.
            Yazgan notes that this book, his first attempt at writing in English, is far from perfect, but that he somewhat intentionally maintained some of the mistakes. The imperfections are the interesting bits – just like in this city and this culture. He says that when reading this book, he does not want the reader to leave with a particular conclusion, but full of uncertainty, a reflection of how he sees Istanbul itself.









Thursday, March 07, 2013

rekabet, yarış vs



konuşmaların bir kısmında laf kalabalığı yapmışsam da, okunabilir bir metin. redakte edilmemiş videosu için http://youtu.be/o-0pePCFp4A



Rekabet, yarış vs üzerine

BÜMED dergisi BOĞAZİÇİ için röportajı yapan Duygu Cankılıç ‘11
İlk olarak gündelik hayatımızda da çok fazla kullandığımız rekabet halinde olmak ve yarış kavramlarını sizden dinleyebilir miyiz?
Yankı Yazgan: Bunlar sadece psikolojik kavramlar değil. Toplumda kendimizi fark etmeden içinde bulduğumuz ilişki biçimleri; başkalarıyla birlikte yaşadığımız zaman, otomatik olarak kendinizi başkalarına göre tanımlamaya başlıyorsunuz. beraberlik otomatik olarak rekabet anlamına gelmiyor; rekabet olması için aynı zamanda belli ve sınırlı bir kaynak için mücadele söz konusu. Örneğin, iki kardeşin annesi için rekabeti gibi. Bazen de bir iş başvurusu için üç beş kişinin rekabeti ya da bir şampiyonluk için takımların rekabeti şeklinde. Rekabetin belli kurallara göre olduğu durumlar, genelde yarış adıyla anılıyor. Rekabet ve yarışın insan üzerindeki etkisine bakarsak, bu kaynakların mücadeleye değer olup olmadığı bir etken bir diğeri de bu mücadelenin - mücadeleyi negatif anlamda kullanmıyorum, sonuçta yokuş çıkmak da bir mücadeledir- eşit şartlar altında gerçekleşmesi, herkesin eşit bir şekilde hazırlanabilmesi gibi lkelere uygunluğuna bağlı olarak rekabetin yarattığı duygular değişebiliyor.
 Rekabet güdüsünü ortaya çıkaran durumlar nelerdir ve bu motivasyonu sağlayan ortam nasıldır?
Yankı Yazgan: Şampiyonluk örneğini verelim: Geçen yıl şampiyon olmak bu yıl şampiyon olmaktan bizi vazgeçirmiyor. Dün gece yemek yemiş olmanız bu gece acıkmanıza bir engel değil. O nedenle, bir kısım rekabetler bitmez tükenmez ve tekrarlayıcı.
Motivasyon, olmayanın tamamlanması, bir eksiğin giderilmesi yönünde olduğu gibi, fazladan bir şeyin kazanılmasına dönük de olabilir. Burada aynı kaynak için birbiri ile mücadele eden insanlar, kurumlar, takımlar ve organizasyonları harekete geçiren, önde olmak, var olmak, pozisyonu korumak ve daha da teorik olarak bakarsanız yaşamda kalmakla ilgili bir dürtü. Dünyanın kaynakları sınırlı; onun için varlığınızı sürdürebilmek için, kaynaklara erişiminizi sağlama almak zorundasınız. Hayvanlar dünyası, bitkiler dünyası, insanlar dünyası,  ne gözle ve nereden bakarsanız. Sahada koşturan futbolcular, bir sınavda ter döken öğrenciler ya da annesine kendisini kucağına aldırtmaya çalışan iki çocuk şeklinde ortaya çıkan, özünde bir var kalma ve var olma mücadelesi, rekabet.
Biz rekabeti kavramsal olarak da, gündelik hayatımızda da kullanırken, sanki son zamanlarda bunu daha olumlu bir kavram olarak, çok daha normalleştirdiğimiz bir süreç olarak ele alıyoruz ya da kullanıyoruz. Yanlış da bir tespit olabilir; fakat daha önceleri rekabet olumsuz bir olgu gibi görülürdü, örneğin çalışma arkadaşınızla rekabet halinde olmanız sizin olumsuz bir özelliğinizmiş gibi atfedilirken şu anda çok daha normal görünüyor bu durum. Bu değişimi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yankı Yazgan: Güzel bir nokta. Hem eğitim hem iş hayatı içerisinde, kaynakların azalması ve insanların varlıklarını sürdürmesi için çok sınırlı kanalların varlığı nedeniyle birbirimizi itekleyerek, dirsekleyerek öne geçmeyi arzu ediyoruz. Belki şunu düşünebiliriz: Günümüzdeki sosyo-ekonomik düzen bizi birbirimizin önüne geçmeye teşvik edici ya da tahrik edici bir şekilde işliyor olabilir; rekabet denilince ilk aklımıza gelenin başka birilerinin sırtına, omzuna basarak yükselmeye benzer bir durum olması biraz bundan. oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak belden aşağıya vurmamak, başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak, yerdekine vurmamak ya da boş kaleye gol atmamak gibi bazı centilmenlik ilkeleri var.
Kıyasıya, öldüresiye, yok edesiye olan bir rekabetten bahsediyorsak, bunun insanlardaki zaman içerisinde bir değişimden ziyade, insanların önemli bir bölümünü bu rekabete girmek zorunda hissettiren, insanı bu yönde iteleyen bir sosyal düzenden de söz etmeliyiz. Diğer yandan, ‘düzen’ eleştirisi yapmadan önce şu soruyu sorabiliriz: Bu rekabete girmek zorunda mıyız? Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor? Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu başka yolları arayanlara gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar hemen o anda bir tatmin yaratmaz,  arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir. Biz ise hem hemen istiyoruz, hem de hepsini istiyoruz. Hemen ve hepsini elde etmek için,pek centilmence olmayan, kuralların sıkça bozulduğu, koşulların kendinize doğru büküldüğü, güçlünün  haklı olduğu bir rekabet ortamına dalıyoruz.
Örneğin, biz lisansın son yıllarındayken, “Ben özel sektörde yapamam; çünkü rekabet var. Ben akademik çalışmalara devam etmek istiyorum,” diyenlerin daha sonra hakikaten akademinin de kendi içerisinde nasıl bir rekabet ortamı barındırdığını çok net gördüklerini biliyoruz. Akademiden özel sektöre hatta sanat camiasına da bu soruyu sorduk ve bu durumla başa çıkma yöntemleri geliştirdiklerini gördük. Pekiyi, rekabetin hiç olmadığı bir meslek gurubu ya da bir yaşam biçimi mümkün müdür?
Yankı Yazgan: Aramak mümkün. Birincisi rekabet sistemine girmeksizin yaşamanın yollarını arayabilirsiniz. Daha çok para kazanmak, daha ünlü olmak, daha ön planda olmak, ve bütün bunların hepsini ve her şeyi kendimiz yapmak arzularımız bu arayışı  engelleyici olabilir.
İş birliği bir alternatif kavram olabilir. Örneğin şu anda sizin ekibinize bakıyorum, bu röportajı yapmak, görüntüleri çekmek, sesleri kaydetmek üzere buraya gelmiş dört kişinin arasında ne gibi bir rekabet olabilir? Bir ortak amacınız var, ve bu amacınızı gerçekleştirmek için kendi içinizde rekabetsiz bir iş birliği yapıyorsunuz. Aslında rekabetin içerisine iş birliği kavramını eklediğiniz ölçüde, birbirini baltalama, birbirine karşı belden aşağı vurma ihtimalini aşağı çekiyorsunuz. Hayattaki asgari ortak amacı, sadece kendimizin ya da bizim türümüzün değil, doğada olan bütün canlı ve cansızların varlığını sürdürmesi olarak görürsek, başkasını yok etmenin sizin de aslında yok oluşunuzu getirebileceğini görebilirsiniz. Ama bu ciddi bir zihinsel dönüşüm gerektiren, çoğumuza naif veya romantik gelecek bir bakış açısı. Günümüzdeki, tabii çok küçük yaşta başlayan, eğitim sisteminin eşitsiz yarışçı tarzı, varlığımızın ancak başkalarını ortadan kaldırarak mümkün olacağını bize aşılıyor. yanlış anlamayın: Yarışmakta hiç bir sakınca yok. Koşu yapıyorsak birimiz ipi önce göğüsler, ya da bir maç yapıyorsak takımlardan bir tanesi kazanır. Bütün iş, bunun tek şansımız olduğuna inandırılmamızda ve hiçbir zaman telafi edilemeyecek bir kayıp olduğunu düşünmemizde. O zaman işte rekabet gladyatörlerin rekabeti gibi oluyor; ama biliyorsunuz eninde sonunda hiç bir gladyatör hayatta kalmıyor. Ta ki, gladyatör olmaktan vazgeçip Spartaküs olana kadar.
“Ben kimseyle değil, kendimle rekabet ederim,” ifadesi ile pek çok kez karşılaştık ve aslında bunun gerçekten mümkün olup olmadığını merak ediyorum. İnsanların dış faktörlere tamamen kendini kapatıp sadece kendisiyle yarışması mümkün müdür?
Yankı Yazgan: Yapabilir insan bunu, geçici olarak en azından. Normal işleyen bir zihin çerçevesinde yapılabilecek bir şey. Bir de çok yaratıcı, çok parlak insanların aslında belli zamanlarda zihinlerini dış tesirlere çok ciddi bir şekilde kapatabildiklerini ve adeta dış dünyayı farkındalıklarından çıkarabildiklerini biliyoruz. Örneğin yazarlar, büyük yarışçılar, yüzücüler başka biriyle rekabet etmek yerine, kendisinin son yaptığından daha iyisini yapmak için uğraşırlar. Ama bu bir sağlıksız süreç de değil; daha ziyade mükemmeliyet arayışı, en iyiyi yapma arzusu, en iyiyi yapamayacağınızı bilseniz bile bir öncekinden daha iyi olma çabası da kendi ile rekabet etme dediğiniz duruma denk düşüyor, herhalde. Bunun için de, aslında iş yapma anlayışınızda, ‘yaptığınızı iyi yapma’ kültürünün olması önemli. Başka birinden daha iyi yapmaktan ziyade, başka birinin önüne geçmekten ziyade yaptığınızı iyi yapma kültürü geliştiği ölçüde, rekabet kavramı daha az anlamlı oluyor. Bir çay demlediğinizi var sayalım: Çay demlemenin binbir yolu var. Ama “ben güzel bir çay demlemek istiyorum, işte bunu nasıl yapabilirim”i düşünerek yaptığınızda, seçtiğiniz su, suyun kaynatılması, kaynatıldıktan sonra bekletilmesi, kullandığınız çayın uygun miktarda olması, uygun sürelerde demlenmesi gibi bir sürü detay sizi meşgul ediyor. Başka birinin çayından daha iyi olmak gibi bir amaçtan ziyade iyi bir çay içmek ya da iyi bir çay ikram etmek amacını, kendisiyle rekabet olarak anlıyorum. Başkalarını önemsiz ya da yetersiz görmekten ziyade yaptığınız işi iyi yapma anlayışı. Bunu amatör yaklaşım olarak adlandırılan yazarlar var; çünkü, bazen yaptığınız işi iyi yapmaya çalışmak günümüz anlayışına göre kârlı değil. Kâr ölçütüyle düşündüğümüz takdirde, yaptığımız her şeyin kârlı olması ya da düşük maliyette olması gibi işletme, mühendislik, fabrika, iş hayatı terimleriyle düşündüğümüzde bazı şeylerin iyi yapılması saçma, ziyan, gereksiz. Başka birisinden daha iyi yapıyor olmanız yeterli. Bu nedenle rekabet her zaman o sistem içerisinde en iyiyi üretse bile, o en iyi her zaman için iyi olmayabilir.
Rekabet halindeyken ya da bilinçli bir şekilde bir mücadelenin içerisindeyken kendimize duyduğumuz güven bunu ne şekilde etkiler? Kendimize dair yanlış bir izlenimde bulunduğumuzda kendimize güven bizi farklı bir yere mi taşır? Bunun sınırı nedir?
Yankı Yazgan: Kendine güven ilginç bir kavram; malum, ben çocuklarla ve gençlerle çalışıyorum. Anne-babalara sorduğunuzda hepsi çocuğunun kendine güveninin çok yüksek olmasını istiyor. Oysa, bu siparişle gelen bir şey değil. İlacı, iğnesi yok, şurubu yok. Kendine güven nasıl gelişir? İşi ortaya koyarak. İşin ortaya konması genelde, emekle ve çabayla gerçekleşen bir şey. Verdiğiniz emekten dolayı, o emeği verebildiğiniz için kendinize güveniniz artıyor. Bir işle uğraşıyorsunuz, rekabet içindesiniz, yarışmayı kazanamıyorsunuz. Bu, belki, yarışmayı kazanmanın verdiği haz ve şişkinlik duygusunu vermese bile, başlayıp bitirebilme, yarım bırakmama, tamamlayabilme her zaman alkışlanır.. Kendine güven yarım bırakılmayıp tamamlanan işlerle gelişir. Tabii ki, bir sonraki emek verme sürecine, daha önce yapabilmiş olmanızın etkisiyle, verdiği güvenle daha önde giriyorsunuz. Gerekeni yapmışlık duygusunu verdiği için tamamlanmışlık hissi, yarım kalmışlık hissinin verebileceği güvensizliğin tam tersi olan kendine güveni vermiş olur. Bizim, çocuklarımıza, kendimize, kardeşlerimize, arkadaşlarımıza önerimiz, girdiğimiz işi tamamlayabilmek, verdiğimiz taahhütleri yerine getirebilmek ve bu çerçevede yapabileceğimiz işleri iyi tayin edebilmek, kendi gücümüzü doğru değerlendirmek. ; zira kendine güven genellikle, şişinmek ya da böbürlenmek gibi kavramlarla karışıyor.
Ben neyim ve benim sınırlarım nereden geçiyor? Güvenin belirleyicisi biraz da bu sorunun yanıtında. Ama biraz önce konuştuğumuz rekabet türü, açık vermeme, zayıf gözükmeme, daha aşağıdaymış hissi vermeme üzerine bir kültür ve davranış repertuvarı oluşturduğu için sınırlarımızı bırakın başkalarına belli etmeyi, kendimiz bile öğrenmek istemiyoruz. Dolayısıyla sınırsız ve müthiş gücü olan birisi izlenimi vermek, makbul bir şey. Reklamlarda, iş başvurularında, cv’lerde, herkes neyi ne kadar müthiş ve mükemmel yaptığını gösterme çabasında.  Hiç mi başarısız olmuyorsunuz, hiç mi bir şeyinizin işe yaramadığı olmuyor? O nedenle, en çok satan kitaplar başarı öyküleri; en çok okunan, dinlenen gurular, konferansçılar nasıl müthiş şeyler yarattıklarını anlatıyorlar devamlı. Böyle bir güven enflasyonu söz konusu.
Öğrenme sürecinde olan gençlere bu şişkin güven duygusuna sahip kişiler örnek teşkil ederek, “ ancak bir başarın varsa çıkıp konuşabilirsin, başarısızlığı olanlar ‘loser’lar, çöp tenekesinin dibine” anlayışı işleniyor. Rekabet, romantik anlamında, herkesin yaşamda kendine anlamlı, emeklerinin karşılığını alabileceği bir yer açması sırasında başkalarına göre olduğu konumu değiştirmesi. Fakat hepimizin bildiği rekabet, sizin de bahsetmiş olduğunuz gibi akademik hayattaki “publish or perish” kelimesinde kendini bulan, ya yapacaksın ya da yok olacaksın tarzı yaklaşım ile mümkün. O nedenle rekabet başlığı altında kazanmak için her şeyi mubah gören anlayış, bizim ruhlarımızı kemiriyor ve zehirliyor. Hepimiz belki deistemediğimiz tipte insanlar oluyoruz. Sonra da, 50-55 yaşına gelince, Budist tapınaklarına gidip yahut başka dinsel arınma prosedürleriyle bugüne kadar yaşadıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz. bu böyle olmalı mı?
Son olarak, eğitim içerisinde özellikle çocukların ve gençlerin içinde bulunduğu durum, devamlı değişen ve bir türlü o “altın sistemin” bulunamadığı rekabet ortamındaki sonu gelmeyen sınavlar… Bir bakış açısına göre bu mecburi bir sistem. Birilerinin elenmesi birilerinin üst noktaya çıkması, ilerlemesi, başarı göstermesi gerekiyor ve bunun için de belirli bir sınav sistemi şart. Fakat bunun yöntemleri konusunda tabii çok sorunlu aşamalardan geçildiğini de biliyoruz. Bu geçiş süreçlerinde farklı farklı sistemlere tabii tutulan gençlerin, çocukların uğradığı birtakım deformasyonlar olduğunu görüyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz?
Yankı Yazgan: Bir kere sınav için çalıştıkları hiçbir konuyu aslında öğrenmiyorlar. Bu sadece eleme sınavları için değil., Tıp fakültesi hocası olarak, en parlaklar arasında sayılan çocuklara bakıyorum. Onca rekabetin ardından girdikleri okulda tıp fakültesi bitirildiğinde girilecek başka bir sınav için hazırlanmaya başlıyorlar. Dolayısıyla sadece sınavda çıkacak soruların cevaplarını öğreniyorsunuz. Oysa bilgi denen şey, sadece sorulara verilecek cevaplardan ibaret değil. Öğrenmenin hiç bir zevki kalmıyor.
Günümüzdeki bir başka egemen yaklaşım, ‘her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir’. Ne işime yarayacak sorusu bunu körüklüyor. “Ben birisiyle arkadaş olacaksam ne işime yarayacak?” “Boğaziçi Dergisi’ne röportaj vereceksem ne işime yarayacak?” diye düşünüp sadece o gün, hemen orada işime yarayacağını düşündüğüm şeyleri yapıyorum.
Bu şekilde düşündüğünüzde, sınav sistemleri vsde. rekabetten ziyade ayıklamacı mantık var. Toplumda işe yarayanlar ve yaramayanları ayırmak amaçlı bir bakış açısına biz de ne kadar işe yarar olduğumuzu ispatlamak için bu sınavlara giriyoruz. Hepimiz girdik. Çoğumuz iyi puanlar aldı. İşe yarayanlar arasında yer alan birisi olduğumuz için, kazananlar grubundayız.  Bunun rahatlığıyla konuşabiliyoruz. En azından kazananlara karşı bir kıskançlıktan konuştuğumuz söylenemez. Her şeyin kazanmak ve kaybetmekten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda insanlar kaybetmeye tahammülsüz hale geliyorlar, kaybetmeyi dünyanın sonu gibi yaşayabiliyorlar. Kazanmak için her şeyi yapma kültürü, eğitim sisteminin içerisine de yansıtılıyor. Notlarını yükseltmek için parayla soruları satın alanlar, yapmadığı stajları yaptı gösterenleri düşünün. Biz de bunların daha hafiflerini yapıyoruz. Sonuçta saflığımızı bozan bir değişiklik doğuyor.

Sorun sınav yapılması değil, eleme sınavı da olabilir, yüz kişilik bir bölüme bin kişi başvurursa tabii ki yüz kişi kazanacak.  Bütün iş, adil bir sınav sisteminde ve sınava hazırlanma döneminde sağlanacak adil koşullarda. Sınavı ne kadar adil yaparsanız yapın, ki şu anda Türkiye’deki sınavların bir çoğu fena sınavlar değiller, ama bu sınavlara insanlar eşit olanaklarla hazırlanmıyorlar. Herkese aynı sınavı uyguluyoruz; ama o noktaya gelene kadarki hazırlanabilirlik eşit değil. Bu tür eşitsizlik ve adaletsizlikler altında yapılan ayıklama sınavları sadece insanlarda hınç birikimine yarıyor. Sınavı kazananlarda, “yırttık” duygusu ve büyük emeklerle gelinmiş bu noktayı sonuna kadar götürme eğilimi.  O nedenle, yarışmacı sınavların doğrudan günah keçisi yapılmasından ziyade bu sınavlara hazırlanma koşullarına bakmalıyız. Çok basit bir şey var burada, genel retorik bir sözü söylemek istemiyorum ama, çocukların eğitim sistemine dâhil olmaya başlamalarının hemen öncesine, 2 ile 5 yaş arasına bakmak lazım. 2 ile 5 yaş arası insan beyninin şekillendiği, insan beynindeki ilk zenginleşmenin, dilin öğrenilmesiyle hız kazanması sonucu gerçekleştiği bir dönem. Bu konuya titizlenilen az sayıda ülke var. Bu dönemde, örneğin bütün çocuklara okul öncesi eğitim sağlanabildiğinde, çocuklar sadece soruların cevaplarını doğru bilmenin değil, genel olarak kendini ifade etme, başkalarını anlama, söyleneni anlayabilme ve yorumlayabilme becerilerini kazanabildikleri takdirde, sınavı kazanıp kazanmamak çok önemli olmayabiliyor; çünkü sınavı kazanmasanız da sistem dışı ve kaybeden olmuyorsunuz. Özellikle okul öncesi eğitimin ön planda tutulması, şu andaki yarışmacı/ayıklamacı eğitim sisteminde girdiğimiz açmaza çözüm olabilir diye düşünenler var. Ben de onlarla aynı kanaatteyim.