Sunday, February 24, 2013

zaman darlığı


Zaman darlığı
‘Hayat çok hızlı, telaş içindeki ruhlarımız hayatın hızına yetişemiyor’ yerinmelerine kendimizden ve başkalarından alışığız. ABD’de 1965’ten bu yana sürdürülen bir çalışma Amerikalıların hissettiği zaman baskısının 2004’ten 2010’a düşüşe geçmiş olduğunu gösteriyor (JP Robinson, Social Indications Research, Kasım 2012). Zaman darlığını mutsuzluk nedeni gören Amerikalılar zaman darlığını artık daha az hissetseler bile geçmişe göre daha az mutlular. Zaman baskısının insanları mutsuz ettiği belki de yanlış bir inanç. En azından toplumun her kesimi için geçerli olmayabilir.
Belki de, zamana sıkışık olanlar sahiden hayata ‘az mutlu’ devam ediyorlar. Bir kısım insan için ise boş zaman pek çok, hayatı sürdürmek için çok daha az telaş gerekiyor. Onlar toplumun genelindeki mutluluk düşüşünden pek etkilenmiyorlar. Robinson'ın araştırmasında da fazladan zamanı olanların daha mutlu olduğu bildiriliyor. Bu grubun tüm toplum içinde çok küçük bir grup olması muhtemel. Işsiz ya da çalışıyor olmaktan bağımsız olan bu bulguya bakarsak mutsuzluğun toplum içindeki eşitsiz dağılımı ile boş zaman dağılımındaki eşitsizlik ilişkili olabilir. Zamanı bollaşanlar, mutluluğu yakalıyor. Ama başkalarının zamanının daha da daralması pahasına.

kopmadan ayrılık


Kopmadan ayrılık

Liseyi başka bir kentte yatılı okudum.  Ilk yıl altı kişilik bir odada kalıyordum. Okuldaki ilk gün ve ilk akşam oda ‘halk’ının en iyi hatırladığı anları barındırır. Anneler babalar çocuklarını odalarına yerleştirip evlerine doğru yola çıktığı andan başlayarak her birimize bir ağırlık çökmüştü. Benimkilerin yolu uzun olduğundan fazla oyalanmadan vedalaşıp gitmişler, bu da ayrılık faslının uzayıp gitmesini önlemişti. Odadaki diğer çocukların anne-babalarını gözlediğimi hatırlıyorum. Nasıl çıkıp gidemediklerini… Yataklara oturup biz çocuklar dolaplarımızı yerleştirirken seyrettiklerini.
Akşam ranzamın üst katındaki Hamdi yatmaya tırmandığında o kadar çok ağlıyordu ki gözyaşları aşağıya damlar mı diye aklıma geldi. Anne-babası kapıdan çıktığı anda başlayan ağlaması bitmek bilmiyordu. Hepimiz sessizce onun hıçkırıklarını dinledik. Hamdi adeta hepimiz adına ağlıyormuş gibiydi.
Ayrılık, bütün korkuların altında yatar. Yakın ilişkilerimizi kaybetme korkusunu bize çocuklarımız, anne-babamız, sevgilimiz, arkadaşımız, ülkemiz, evimiz, değer verdiğimiz her şey yaşatır. Evden çıkıp okula gitmek gittiğimiz yerde başımıza gelecekleri, kalanlara ne olacağını, geri dönüp dönemeyeceğimizi bilemeden çıkılan yolculukların belki de ilkidir. Başka bir yerde geceleyip yatmak ise, anne-babanın yanından kalkıp içeri odada yatmanın zorluğunu her gece bir kriz şeklinde yaşayan ülkemiz evleri için tanıdık bir meseledir.
Hamdi 29 Ekim tatiline kadar her akşam aynı göz yaşlarını hepimiz için akıtmaya devam etti. Tatilde gittiğimiz evlerimizden geri döndüğümüzde onu görmeyi pek beklemiyorduk. Gelmemişti. O gece hepimiz okulun ilk gününde dökemediğimiz gözyaşlarını döktük.
Iki üç yıl önce, Hamdi’nin şehrinde düzenlenen bir kongreye katıldım. Akşam yemeğinde şehrin yerlilerinden bir kaç doktor ile çene çalarken Hamdi’yi sordum. Tabii ki tanıyorlardı. Liseden sonra bu sefer evden ayrılık acısına dayanmış, İstanbul’da mühendislik okumuş, sonra da uzatmadan eve, memlekete dönmüştü. Hemen telefonunu bulup verdiler; aradım, enerji işindeymiş, durum iyiymiş, fazla konuşacak bir şey bulamadım. Okuldan ayrılışını, gidip gelmeyişini hiç konuşmadık. Olmamış gibi.
Kapatırken aklıma geldi soruverdim; çocukları var mıydı? Nerede okuyorlardı? Birisi onunla ortak çalışıyordu, her gün beraberdiler. Diğeri Yeni Zelanda’ya yerleşmişti. Içimden geçirdiğimi söylememekle herhalde iyi ettim; adeta babasının yaptığı gibi geri dönmeyi imkansızlaştıracak kadar uzağa gitmişti. Ayrılık ya da kaybetme kaygısı yaşayanlar bu kaygıyı bir an evvel gerçekleştirmek, kaygıyı yaşamaktan kurtulmak için her şeyi yapabilirler, zira. Kaygı da soydan geçer, hayatın getirdikleri ile canlanır.

Anne-babalara doğumdan sonraki günlerden başlayarak sorduğunuzda çocuklarını kaybetmekten ya da çocuklarına bir zarar gelmesinden daha büyük korku bildirmezler. Bu korkuyu anneler daha yoğun ve gürültülü, babalar daha sessizce yaşasalar da, beyin görüntülemesi ile beraber yapılan çalışmalar her iki ‘grup’ta da aynı kaygı/korku sisteminin aktif olduğunu gösteriyor: kaybetmek, yanlış bir şey yapmak, istemeden zarar vermek. Bu duyguları ‘aşırı’ dozda yaşayan anne-babaların genetik/farmakolojik yapılarında korkuya ilişkin (örneğin serotonin sisteminde) bir aşırılık olduğunu, beyindeki ‘korku’ şebekesinin aktivitesinin bu aşırılığı yansıttığını gösteren çalışmaların çocuklara ilişkin bir kısmı da var. Anne-babanın kaygı düzeyi yükseldikçe, daha doğrusu aşırılaştıkça, çocuğunki de artıyor. Hele küçük çocuk, dünyayı annebabasının yüzünde oluşan tepkilere bakarak anlayıp anlamlandırdığından ötürü bu kaygıyı miras olarak alıverir.
Çocuğunun elini bırakmak, onun kendi yoluna gitmesine izin verebilmek ve kaybetme korkusuyla baş etmek kaygı vericidir. Bu kaygının çocuğu yolundan alakoyması da…



Saturday, February 16, 2013

arka sıralar


Arka sıralar
Belki farkındasınız, son yazılarımda 1960lar ve 1970lerdeki çocukların şimdiki haliyle ilgiliyim. Geçmişten bugüne anılarımda taşıdığım çocuklardan oluşturduğum (bu sayfada zaman zaman okuduğunuz) şimdiki hal ‘rekonstrüksiyon’larının bağlamlarından birisi de okullar.
Ilkokul düzeyindeki ‘iyi okul’lar, bulunduğumuz kent ya da mahallenin seçkinlerinin çocuklarını barındırdıkları için ‘iyi’ olarak tanınırlardı. Yaklaşık 70 kişilik ilkokul sınıfımın ön sıralarını dolduran ‘seçkin çocukları’ temiz önlükleri ve yakalarıyla diğerlerinden ayrılırlardı. Babanız ne iş yapıyor sorusu arka sıralardaki soluk önlüklülere pek ulaşmadan kalırdı belki de. 
Dersler ön sıraların egemenliğinde sayılır, arka sıralardan nadiren kalkan parmak pek görülmezdi. Teneffüsler ise arka sıralara terk edilmişti. Arka sıralardakilerin koşturma, itekleme, topa vurma becerilerinin hiç biri biz ön sıradakilerde o ölçüde bulunmuyordu. Ama asıl gözükara cesaretleri bizde hiç yoktu. Mahallenin 3-5 apartmanından gelen ‘biz’, apartman çocuklarıydık (80-90ların ‘site- villa çocuğu’ gibi).
Sayısız kere  olduğu için öğretmen dayağı sıradandı. Öğretmenimizin iyi kalbinden şüphemiz yoktu, ‘vurduğu yerde gül biter’di; hele arka sıralarda vuruyorsa mutlaka  bir sebebi vardı. Nedense kendisinden korkmamamın kaynağı, tam ne olduğunu bilmediğim bu sebeplerden hiç birisini taşımadığıma olan bir tür ‘sınıfsal’ inançtı, belki.
Soruların cevabını bilememek bazen dayak sebebi olabilirdi. Bir gün öğretmen arka sıralardaki çocuklardan Bekir’i tahtaya çağırdı. Bekir sadece soluk önlüklü değildi, bir de tahta çantası vardı. Yeşil boyası yer yer soyulmuş bu tahta çanta bana ilginç gelirdi, babamdan tahta çanta istemeyi düşündüğümü hatırlıyorum. Bekir soruların hiç birisini bilemediği için dayağı yiyeceğini anlamıştı. Ama öğretmenin nereden hangi arada eline geçirdiğini anlamadığımız yeşil tahta çantayı kafasına geçireceğini tahmin etmemişti. O ve herkes şaşkına döndü. Çanta ikiye ayrıldı; Bekir kirli suratında belirgin gözyaşlarını ve birden peydahlanan sümüklerini silerek yerlere dökülen 3-5 sayfayı (o zaman worksheetler yok, ama defterlerin zamkı tutmadığı için kolay dağılıverirlerdi) toplamaya başladı. Ne yapacağımı bilemedim bir süre, sonra koşup kenara savrulmuş bir iki kağıdı alıp eline tutuşturdum. Bekir az sonra kırık çantasıyla sınıfın kapısının önündeydi.
Bir daha bizim sınıfa da okula da dönmedi. Birkaç kez okul kapısının önünde külahta çiğdem çekirdek satarken gördüm.  Dört beş yıl sonra bindiğim minibüsteki muavin oydu. O yaşlarda henüz ergenliğin hemen öncesindeydik. Simamız çocuksuluğunu koruyordu, pek az değişmiştik. Hemen merhabalaştık, ama birbirimize ne yapıyorsun diye sormadık. Çocukların şimdiki zaman dışına ilgilerinin pek fazla olmadığı bu yaşlarda soruların o an ile sınırlı olması, ne yapıyorsun’un cevabının ‘Kemeraltı’na gidiyorum’ gibi gerçekten tam o anda ne yaptığı ile ilgili bir cevap olmasını getirir. Ama sahiden biribirimizin hayatını merak etseydik de, ikimizin de ne yaptığı ve ne yapacağı az çok belliydi. Sormanın bir manası yoktu. Minibüste paramı uzatırken ‘senden almam’ dediğini hatırlıyorum. Öğrenci kardeşine sahip çıkan eli ekmek tutan kişi gibi değil de bir eski dost gibiydi ikramı.
Arka sıralarda olan soluk önlüklü bir çok çocuk gibi okulu terk edip giden Bekir’in arkasından dur diye giden olmamasına şimdi hayret edebilirsiniz. Öğretmenimizin 70 kişilik sınıfın arkasına sesini duyuramayıp elinin yetişmesine de…
O zamanlar şimdiden daha da keskin gözüken sınıfsal ayrımların aynı sınıf/derslik/okul içinde yaşandığını da görmelisiniz.  Günümüzün apartman çocukları Bekir’e ancak okullarındaki sosyal sorumluluk projeleri ile ulaştıklarında rastlayabilir. Sınırlar daha keskin çizilmekte, çocuklar da birbirlerinden hem çok farklı hem de artık birbirlerine yabancı. Yıllar sonra birbirlerine rastlama olasılıkları yok.
OECD ülkeleri arasında Meksika ile birlikte sosyoekonomik sınıf farkının eğitim performasına en derin yansıdığı ülke olan Türkiye’de tahta çanta yerini çoktan Disney kahramanlarının resimleriyle süslü (pazardan alınma ve ‘çakma’ da olsa) sırt çantalarına bıraktı. Yoksulun yoksulluğu gözle görülür olmaktan çıktı. Iyi okullar da ‘iyi olmayan’lar da iyi kötü düzgün binalarda yerleşikler; duvarlarda milli eğitim standardı posterleri bile aynı.
Bilişsel olarak hayata eksik ya da aksak başlayan çocuklar, öğrenemeyenler, aklı ermeyenler çoğunlukla arka sıralardan geliyor. ABD’de sürdürülen bir çalışmada (Pittsburgh Youth Study, Loeber ve ark. 2012), dürtüsel (aklına eseni o anda yapmaktan kendini alakoyamayan) çocukların önünde iki gelişme yolu olduğu anlaşılıyor. Bilişsel kapasite düşükse, öğrenme zayıfsa, davranış problemleri hızla sökün ediyor. Giderek artıyor, genellikle okul hayatı bitiyor, davranış problemleri suç işleme noktasına varıyor.
Bilişsel kapasitenin ortalama ve üstü olduğu durumlarda ise, davranış problemleri ergenliğe kadar devam etse de, hele erkek çocuklarda bu dönemden sonra problemlerde belirgin bir azalma görülüyor.
Bekir’in öğrenme sorunları vardı, ama bilişsel kapasitesi düşük müydü, dikkati mi dağınıktı, aklı başka yerde miydi, bilemiyorum. Ancak Bekir’i okulda tutabilmek, devamını sağlamak bugün bir fırsat verebilirdi.
Dikkati dağınık çocukların bu özellikleri başlangıçta oldukça genetik etkenlere bağlı olsa bile, sonraki yıllar içinde evde ve okulda kazanabildikleri ile telafi edilip dengelenebildiğini biliyoruz. Genetik etkenler çocuklukta % 74 belirleyiciyken, yaş büyüdükçe çevresel etkenlerin (sunulan eğitim olanakları, öğretmen ilgisi, dikkat sorunlarının tedavisi gibi) durumun iyiye ya da kötüye gitmesindeki etkisi ağır basmaya başlıyor (Kan ve ark, 2012). Bekir’e (ve benzerlerine) desteği aralıksız sürdürebilmek mümkün olursa, yoksulluğun getirdiği haksızlık bir ölçüde telafi edilebilir. 20-25 kişilik sınıflar, canından bezmemiş öğretmenler, çocukların psikolojik ihtiyaçlarını sezen okullar ve durumu sahiplenmeye üşenmeyen anne-babalar gidişatı tersine çevirebilirler.
Bekir’i bir daha görmedim. Yeşil tahta çantayı hiç unutmadım.


Tuesday, February 12, 2013

Farkında Olmak Farkındalıklı Yaşamak/Atila Gönder'in kitabı


'Farkında olmak, farkındalıklı yaşamak' kitabı için sunu yazısı

‘…bilinci beynin kabuk veya herhangi bir başka bölgesinde bir birim veya nöron topluluğu olarak aramamamız gerekir. Bilinç beynin her bölgesine yayılmış duyu, bellek, anı veya duygularımızın oluşturduğu her seviyedeki farkındalık birimlerinin toplamından oluşmaktadır.’
Bu cümleler bilince ve farkındalığa bilişsel beyin bilimlerinin güncel bakışını özetliyor. Bu öngörülü satırların ve elinizde tuttuğunuz kitabın yazarı Atila Gönder ile kendisi hayattayken hiç tanışmadım. 1980’lerin başında yaptığı deneyleri özetleyip deneysel çalışmalarından çıkardığı sonuçları yorumladığı sayfaları sevgili eşi Füsun Gönder bana gösterdiğinde şaşkınlık, sevinç ve hüzün duygularını aynı anda hissettim.
‘Ülkemizdeki bilimsel hayat pek verimli değildi, bilimsel çalışmalar yeterince özgün değildi, bilim desteklenmiyordu’ gibi yıllardır dilimizde olan bu cümleler ve benzeri bir çok olumsuzluğun içinde, son derece özgün deneysel düşünceler hemen şuracıkta, yakınımızda birisinin zihninde yıllarca önce yeşerip serpilmişti. Bu özgünlüklerden birisini örneklersem, beyin ve davranış ilişkisinde osilasyonların (beyin dalgalarının salınım karakteristikleri diyebiliriz sanırım) açıklayıcı değerini bir çok kişiden daha önce görebilmiş olmasına şaşmadım; ama gıpta ettim. Çok gecikmeli olarak farkına vardığım bu deneysel ve özgün düşünceleri keşfetmenin burukluğu ise hemen ardından sökün etti.
Atila bey’in  hayattan ayrılmadan önceki dönemdeki yazma sürecini eşi Füsun Gönder kitabın değişik yerlerine serpiştirilmiş ara notlarında tanımlıyor; müthiş bir iştah ve iştiyak ile yazdığı kitabında düşüncelerin akışındaki coşku kitabın duygusal tonunu belirlemekteydi.
Peki, kitap beni nereden buldu? Yazmanın (ve yazdıklarını yayımlabilmenin) güzel yanlarından birisi, tanışmadığınız insanlara ulaşabilmenizdir; ben de Atila bey’in yanıbaşına kitapçıdan alıverdiği bir kitabımla (Kalp Çarpar Beyin Böler, 2007) varmıştım. Okuduğu (bilimsel makale bile olmayan) yazılarımda sezdiği düşünüş tarzımı yakın bulması, kitabını (bilimsel yanını) bana emanet edecek kadar bir yakınlık hissini doğurmuştu.
Bu gururlanılacak durum, aynı zamanda emanete nasıl layık olacağım sorusuna ve kitabın taslağı üzerinde yaklaşık 3 yıl evire çevire durmama yol açtı. Emanet kelimesiyle gelen güven, daha önemlisi hiç tanışmadığım bir dostun yakınlığı elimi ayağımı bir süreliğine dondurmuştu.
Belki de, Atila bey’in yakınlığı, tam bulmuşken kaybettiğimiz bir çok güzel şey gibiydi; kayıp duygusunun verdiği hüzün, insan ilişkilerindeki yakınlığın değerini ve eşsizliğini farketmemi sağlamıştı. Oyalanmakla geçtiğini düşündüğüm zaman, aslında gerçekleşmemiş bir ilişkinin değerini hissettirmişti.
Bu farkındalığın sonrasında kitaba yaklaşımım değişti. Çalışma arkadaşım Dr Ayşegül Güler ile beraber 2011’de kitabı ele alıp üstünde çalışarak, yayıma hazırlanmasına kendi yönümüzden katkıda bulunduğumuzda, artık bana duyulan güvene bir biçimde karşılık verebilmiş olmanın huzurunu da yaşıyordum.
Atila Gönder’in kitabının ilk ana bölümünde onun farkındalığa ve yaşamaya ilişkin düşüncelerini, ikinci ana bölümünde ise bu düşüncelerine temel oluşturmuş deneysel çalışmalarını bulacaksınız. Deneylerin yapıldığı laboratuvarlara, konuşulan dile başlangıçta uzak hissetmekten korkmayın. Dikkatlice okuduğunuzda, bu sıcak ve çalışkan insanın, hayatı anlamamıza, yaşadığımızı farketmemize fırsat veren çalışmalarının laboratuvarın ötesinde, gerçek yaşamdaki karşılıklarını arayıp bulacaksınız. 
Deneysel çalışma verilerden oluşur; veriler bilim insanının kanaatini değiştirir, belirler. Atila Gönder’in, benim anladığıma göre, düşüncesinin özündeki kavram olan ‘farkındalık’, değişime inanç ve değişimi oluşturacak bakış açısından oluşmakta.
Atila Gönder, vakitsiz ölümüyle biten bilimsel hayatında noktayı koyacak bir son söz söylemeye çalışmaktan ziyade, sahici bir bilim insanı olarak, başkalarının alıp, yeni ve belki bambaşka verilerle, değiştirerek geliştirerek yepyeni yönlere taşıyacakları bir düşünce bayrağı açmakta. Yaşananların farkında olmadan değişimin mümkün olmadığını hatırlatmakta.
Hiç bir yaşam anını bizzat paylaşmadığım, gündelik anlamda hiç tanımadığım birisi olan Atila Gönder’i, ölümünden sonra tanımanın, dolayısıyla bulduğum anda kaybetmenin hüznü ile başladığım bu kitabın elinize ulaşması ile  sevinç içindeyim. Kendisini sevgi, saygı ve minnet ile anıyorum.
Sizlerin kitabın tadını özünü fark etmeniz dileğiyle.

Yankı Yazgan
(Prof Dr, Psikiyatri ve Çocuk Psikiyatrisi uzmanı)       

Monday, February 11, 2013

özgüven özeleştiriden beslenir


Moral bozmamak işleri bozar: tıp dünyasından iş dünyası için çıkarımlar

(Peryön dergisi PY’de yayımlanmıştır)



Günümüzün gelişim stratejilerinden birisi değişik disiplinlerin aynı konulara yaklaşımlarının kesişim noktalarını yakalamak. Farklı eğitimler almış, farklı meslek gruplarından kişilerin bir araya geldiği platformlar özellikle fikir geliştirme aşamasında hem ortak amaçlar, hem de kendilerinin ilerlemesi için tek başlarına yapabileceklerinden daha etkin sonuçlar doğurabiliyor.  HBR’daki yazılarından birisinde (aynı zamanda HBS dekanı olan) Nitin Nohria tıp doktorlarının vizitlerinden esinlenerek geliştirdikleri gündelik toplantı yöntemini anlatıyordu.
Vizit. Günün başında ve sonunda bir araya gelerek problemlerin seyrini gözden geçirmek ve bir sonraki adım için plan yapmaya dayalı ‘vizit’lerin bir çok getirisi olur. Bir çok yöneticinin ana şikayeti gün içinde her problemin sürekli kendisine getirilmesi ve işyerinde hiç bir işe konsantre olmaya fırsat bulamamaktır. Vizitler, problemlerin yöneticiye üzerinden çok da zaman geçmeden getirilmesi için bir ‘randevu’ yerine geçer. Sabah ve akşam vizitleri arasındaki süre sabah verilen ‘order’ların, yapılması beklenen araştırmaların gerçekleştirilmesi ile geçer; arada çıkan problemlerden hemen halledilmesi gerekmeyenler ise akşam vizitini bekler. Yönetici aradaki zamanı gündelik problem çözümlerini başkaları adına üstlenmek yerine kendi gündemine (stratejik içerik) konsantre olarak geçirir. Vizit kavramında özetlenen gündelik ve içeriği iyi tanımlanmış temas anları sadece hastanelere sınırlı olmasa da, en verimli uygulandığı yerlerin başında hastaneler gelir. Vizit yöneticinin zamanını dikkat çeldiricilerden koruduğu gibi ekibin üyeleri için bir eğitim ve gelişim fırsatı olur. Tartışılan konularla ilgili bilgi toplayıp bir sonraki ‘vizit’e gelen ‘kıdemsiz’ üyenin önerilerinin uygulanmasının sonucu ertesi vizit’te görülürken, hem deneyim sadece o kişiye sınırlı kalmaz, hem de yönetici diğer ekip üyelerine de kendi çıkarımlarını aktarabilir. Yaptıkları işi hastanelerdeki döngüden çok uzak görerek bu bize uymaz, diyenlere hak verebilirim. Yine de, gün içinde kısa süreli ve belirlenmiş iki zaman diliminde bir araya gelip her seferinde bir sonraki toplanma için hedef/eylem belirleyerek ilerleme vizit sisteminden ödünç alınabilecek basit bir uygulama sayılabilir.
Mortalite ve Morbidite. Tıbbın gelişimindeki dönemeçlerden birisi otopsinin uygulanmaya başlanmasıyla, hastalıkların vücutta yol açtıkları değişikliklerin daha doğru anlaşılması oldu. Doktorların bir başka bilgi ve deneyim geliştirme geleneği olan ‘mortalite ve morbidite’ (MandM; ‘ölümle sonuçlanma ve hastalıklılık’) toplantıları ise hastalıklardan ölenlerin ve iyileşmeyenlerin bilimsel muhasebesinin yapıldığı yerler olagelmiştir. Meslekdaşlar arasında kıran kırana tartışmaların geçtiği otopsi ve ve MandM’lerin ortak zemini, tanı ve tedavide başarısız kalınan durumların nedenlerinin anlaşılmasıdır. Başarısızlıklarıyla bu denli meşgul çok fazla meslek grubu yoktur; tıpta son 150 yıldaki gelişimin anahtarı da bu hata/eksik bulma çabası ve özeleştiri olmuştur. Ancak kısa vadeli müşteri memnuniyeti odaklı ve pazarlama yönelimli sağlık hizmetinde olduğu gibi, harikalar yaratan doktorların başarı öyküleri önplana geçtikçe, moralimizi bozabilecek başarısızlıkları yok saymaya ya da önemsizleştirmeye meyledebiliriz.
Moral bozmamak işleri bozar. Iş dünyasının kaynak kitaplarına bakıldığında gördüğüm ‘nasıl başardım, şirketi nasıl uçurdum, çalışanların mutluluğu zirve yaptı’ temaları da, güllük gülistanlık bir dünyayı düşündürür. Zirvelerde, konferanslarda ‘istersen yaparsın’lı sunumların keynote olduğu, iş, reklam, basın vb alanlarda bolca ödül bulunan ülkemizde başarısızlık ayıp sayılır. Başarısızlıkları fazla kurcalamadan, didiklemeden (piyasa değerimizi düşürmeden, fazla açık vermeden) ‘arkada bırakarak’ morallerimizi çok bozmamış oluruz. Ama MandM (bir başka deyişle, ‘nerede ‘çuvalladık’ ve tekrarı nasıl önlenir’) analizi yapılmadan yola devam ettiğimizde, anlamadığımız için tekrarlayan başarısızlıklar sermayeyi bir süre sonra iyice tükettirir.
Peki, ya moralimiz bozulursa… Ya çok üzülür de, motivasyonumuzu kaybedersek. Hisselerimiz değer kaybederse, müşterilerimizin düşündüğü kadar hatasız olmadığımız anlaşılırsa… Iyi yapamadığımız, yanıldığımız, başarılı olamadığımız alanlar olabileceğini görebildiğimiz ölçüde, sınırlarımızı belirlemek mümkün olur. Sınırlarımızı belirlemek, o sınırları aşabilmek için ilk şarttır. Sınırını bilmek özgüvenin ayrılmaz bir parçası ise, sınırını bilen, başarısı kadar başarısızlığına da sahip çıkanlar en güvenilenler olur. 
Özgüven, özeleştiriden beslenir.
Tıbbın geçmiş uygulayıcılarından miras aldığı güven bu biçimde oluşmuştur; günümüzdeki satış/pazarlama odaklı tıbbın çarçur ede ede bitiremediği miras. Japon otomotivcilerin hatalarına nasıl yaklaştıkları ise, MandM yaklaşımının pekala iş dünyasında da anlamlı olacağını düşündürür. Bu mevsime değil kuşaklara odaklanan bir yaklaşım ‘hata’ kaldırır.