YENİ ÇAĞDA MUTLU OLMAK MÜMKÜN MÜ?
Evde… İş hayatında… Sokakta…
(‘orta ve üst düzey beyaz yakalı çalışan’
olarak tanımlananlara dönük PSM dergisinden Duygu Sarı’nın iş dünyası ve
psikoloji ilişkisi hakkındaki sorularına kendimce yanıtlar; 2012) kısaltılmış versionu yankiyazgan.com da para çok harcamaya zaman yok başlığı ile yayımlandı.
‘Hayatı anlamlı kılan 2 unsur var:
Biri uğrunda yaşanmaya değecek bir amaç, diğeri de uğrunda yaşanmaya değecek
ilişkiler…’ Peki bu “anlam” arayışı beyaz yakalı çalışanların iş ve özel
hayatlarındaki tavırlarına, beklentilerine, sevinç ve kaygılarına nasıl
yansıyor dersiniz? Dr Yankı Yazgan, uğrunda yaşamaya değer amaç ve ilişkiler
ışığında beyaz yakalı çalışanların işlerinden, yöneticilerinden ve hayattan
neler beklediğini 20 maddede anlattı.
1) “Geçici dervişlik” durumu
nedir?
Herkes
yaşamda zaman zaman, özellikle de yaşamın kısalığını ya da geçiciliğini gördüğü
durumlarda, geçici bir “derviş ruhuna” bürünebilir. Fakat içinde bulunulan
gerçeklik, bu “dervişliğin” oldukça kısa süreli olmasına sebep oluyor. Herkes
“Ferrari’sini Satan Bilge” kitabını okusa da, iş Ferrari’yi satmaya gelince pek
kimse buna yanaşmıyor.
2) Çelişki nerede?
Farkında
olduğumuz şeyler, daha değişik biçimde yapmak istediklerimiz var; fakat bir
yandan da bunları yapmamıza engel olan, elden çıkartmak ya da kaybetmek
istemediğimiz, sahip olduğumuzu düşündüğümüz şeyler var. Buradaki çelişki açıklanası
bir durum değil. Ama en azından bu çelişkinin varlığını fark edenlerin, fark
etmeyenlere göre bir basamak öne geçtiğini söylemek mümkün.
3) Anlamsızlık nerede başlıyor?
Para
bir örnek olabilir. Bugün pek çok kişi çok para kazandığını fakat bu parayı
harcayacak “zamanı” olmadığını söylüyor. insanlar, belli bir amaca yönelik
olarak para kazanıp bu parayı harcayacak zaman bulamayınca “anlamsızlık”
başlıyor.
4) İş hayatında neden zorlanıyoruz?
4) İş hayatında neden zorlanıyoruz?
Günümüz
insanının, özellikle beyaz yakalıların (“plazalarda çalışan yüksek ücretli
işçilerin”) zorlandığı noktalardan biri, davranışlarının ve tercihlerinin
sonuçlarına katlanmak; olabildiğince kaçınıyor çok kişi. Yaptığımız tercihlerin
sonucu bellidir. Dilediğimiz gibi bir hayat istiyorsak, bunun bir bedeli var.
Bu bedeli ödemek kimi zaman zor geliyor. Olduğumuz yer ile olmak istediğimiz
yer arasındaki farkı gördüğümüzde “acı” duyabiliyoruz. Bu çelişkiyi çözmek,
bugünden yarına olacak bir mesele değil. Bunu uzun bir süre daha “bir insanlık
dramı” olarak yaşamaya devam edeceğiz.
5) “Çok mutlu olmak” nasıl mümkün?
Binlerce yıllık deneyimlerle süzülmüş ve son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalarla da ortaya konan bir bilgi var elimizde: Hayatı anlamlı kılan iki alan var. Biri uğrunda yaşamaya değen amaçlarımız, diğeri ise bu yaşam sırasında yaşama anlam katan ilişkilerimiz. Bu ikisini bir arada gerçekleştirebilmiş insanlar kendilerini “çok mutlu” olarak tanımlıyor.
Binlerce yıllık deneyimlerle süzülmüş ve son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalarla da ortaya konan bir bilgi var elimizde: Hayatı anlamlı kılan iki alan var. Biri uğrunda yaşamaya değen amaçlarımız, diğeri ise bu yaşam sırasında yaşama anlam katan ilişkilerimiz. Bu ikisini bir arada gerçekleştirebilmiş insanlar kendilerini “çok mutlu” olarak tanımlıyor.
6) Amaç var, anlam yok!
Amacımızın
ne olduğunu her birimiz kendimiz belirliyoruz ve genelde hepimizin bir amacı da
var. Fakat “anlamlı ilişkiler” kısmını, bazen gözden kaçırıyoruz. Anlamlı
ilişkiler kurmaya zaman ve enerji ayırabilecek bir yaşam tarzı kurabildiğimiz
takdirde mutlu oluyoruz. Arkadaşlık, aşk, çocuk-ebeveyn ilişkisi, iyi bir ofis
ortamı gibi anlamlı ilişkiler sağlanabildiği sürece, insanların düşündüğümüzden
çok daha az paraya razı olabildiklerini görüyoruz. Neticede çalışanlarını en
mutlu eden işyerleri, çalışanlarına en yüksek ücreti veren işyerleri değil. En
az sömürenler mi? Bilmiyorum.
7) İş hayatı neden stresli?
İşin
stresi dediğimiz şey işin zorluğundan çok zamana sıkışık olmak, yoğunluk. Elbette
zaman sınırı bir gerçek; yaşamın da bir sınırı var. Fakat sınırlı olması
sebebiyle, zamanın çok kıymetli olduğu bir ömürde, bu zamanı nasıl
kullandığımızı kendimiz tayin edebilmek, bize en yüksek kontrol duygusunu
veriyor. Çünkü böylelikle ömrümüzü nasıl harcayacağımıza biz karar veriyoruz. Bu
kontrolu sağlayamadığımız koşullarda ‘stres’ başlıyor.
8) İşyerinde takdir edilmek neden
önemli?
Bize
zaman ayıran kimselere gerçekten değer veriyoruz. Çalışanlar para karşılığında
bir hizmet veriyor ve bunu bizim için, iyi bir şekilde yapıyorlar. İşte bu
sebeple çalışanlar iş yerlerinde takdir edilme, önemsenme ve değer verilme
ihtiyaçlarını karşılayabildiklerinde hayat kaliteleri de olumlu bir şekilde
etkileniyor.
9) Çalışmak neden değerli?
Çalışmak
ve çalışma hayatı, ne iş yaptığından bağımsız olarak, bireye yaşamda bir
biçimde üretim içerisinde yer alma fırsatı verdiği için mutluluk veren bir
durum. O nedenle çalışmanın alternatifini “çalışmamak” olarak görmemek gerek.
Daha ziyade, bizi tatmin edecek ilişkiler ağı içerisinde ve bizim için anlamlı
bir amaç uğruna çalıştığımızda mutlu oluyoruz.
10) İşten çıkarılma korkusunun
altında yatan ne?
İşimiz
olduğunda çok çalışmaktan şikayet ediyoruz fakat işsiz kalmaktan da çok
korkuyoruz. “Aç kalmaktan” korktuğumuzu söylüyoruz, ama aç kalmayacağımızın da
bilincindeyiz. Asıl mevzu “işe yaramaz görünmek”… İşten çıkartılmanın bize en
dokunan yanı, dünyada bir yerimiz olmadığını, vazgeçilebilir olduğumuzu duymaktır.
Bir şekilde işten ayrılmak zorunda kalmanın ilacı aslında, işe yararlılığımızı
göstereceğimizi, anlamlı ilişkiler ağı içerisinde olduğumuzu görebileceğimizi,
anlamlı katkılar sağlayabileceğimizi görmekten geçiyor.
11) Patrondan ya da liderimizden ne
istiyoruz?
Yakın
dönemde bir bankayla iletişim alanında bir dizi çalışma yaptım. Bu kapsamda
gerçekleştirdiğim şube ziyaretlerinde çalışanlara “Sizi burada tutan nedir?
Nedir size anlamlı gelen?” diye sordum. Verdikleri cevap “Bize değer veren,
kendimizi değerli hissettiğimiz bir kurumda çalışmak” oldu. Bu iş yeri
tarafından verilen maaşlarına yahut sosyal imkanlarına baktığımda muadili
yerlerden farklı değildi. Fakat söz konusu kurumun verdiği his, çalışanını
önemsemek üzerine kurulu. Bir yanılsama belki; ama çalışanlara anlamlı
gelmekte. Bu anlamda işyeriyle kurduğumuz ilişki de bizim için hayatı anlamlı
kılan ilişki modellerinden biri haline gelebiliyor.
12) İş hayatında kimin hayatını
yaşıyoruz?
Çalışanlar,
şehirli kimseler, yaşamlarının diledikleri gibi olmadıklarını düşünüyorlar.
Fakat bu “diledikleri gibi” olan şey aslında kendi seçimleri değil; genellikle
toplum tarafından idealize edilen istekler. En iyi arabaya, en konforlu eve
sahip olmak gibi… Örneğin, bir banka ya da özel şirkette üst düzey çalışan
iseniz, size 5 serisi bir araç, diğer banka müdürüne 7 serisi bir araç tahsis
edilmişse, böyle şeyleri önemsemez gözükseniz bile, kendinizi “eksik”
hissedebilirsiniz. Dolayısıyla amaçlarımızın tanımının kendimiz tarafından
yapılmadığı bir dünyada, biz başkalarının amaçlarını kendi amacımız sanıyoruz.
13) Lider ekibini nasıl mutlu
edebilir?
Bayi
toplantılarına gelen şarkıcılar, şehir dışında düzenlenen eğlenceler, birtakım
sahici olmayan, zorlama olduğu bariz hafta sonu piknikleri, tekne kullanma
egzersizleri. Bunlar o an hoş gelse bile işyeri ile çalışanın ilişkisini
pekiştirici olamıyor nedense… Üst düzey yöneticilerin bu tarz “kaynaştırıcı”
etkinliklerle elemanlarını bir türlü tatmin edemediğini görüyoruz. Bu tarz
etkinliklerde tatmin olmayan beyaz yakalı çalışanlarla temas kurduğumda bana
söyledikleri, bu etkinliklerin sahici değil, dosyadaki “check list”e işaret
koymak üzere yapıldığına inandıkları. “Sahicilik” boyutu es geçildiği takdirde,
adet yerini bulsun diye yapılıyor hissi veren ilişki kurma çabaları beyhude;
hatta hiçbir çaba göstermemekten daha negatif etkiye sahip.
14) Birimlerin liderleri ya da yöneticileri neden hayati bir pozisyonda?
Küçük
birimlerdeki ilişkilerin sıkı olmasının bütün bir kurumun içerisindeki
ilişkiden daha hayati olduğunu biliyoruz. Çünkü herkes kendi çalıştığı birimi biliyor.
Bu anlamda bir banka şubesi, bir departman, bir ünite gibi küçük birim
yöneticilerinin birlikte çalıştıkları ekiple olan ilişkilerinde sahiciliği
yaratmaları çok önemli.
15) Bir lider takım ruhunu nasıl
yaratır?
Sahicilik,
hakikilik gibi özelliklere sahip olan lider pozisyonunda olan kişiler, birlikte
çalıştıkları ekip arkadaşlarını inandırıyorlar; ortak bir amaç
belirleyebiliyorlar. Bu durum bir şirkette, devlet dairesinde ya da sivil
toplum kuruluşunda aynı prensiplerle işliyor. Amaçlar ve ilişkiler; hayatımızı
bu iki eksen belirliyor. Sistemleri, şirketleri, aileleri, grupları hatta tek
tek insanları anlamakta bu model, günümüzdeki bilimsel perspektifi oluşturuyor.
16) Hangi bakış açısı yanlış?
Tıpkı tavşanla kaplumbağanın hikayesinde olduğu gibi, daha hızlı koşmak her zaman daha hızlı ilerlemek anlamına gelmiyor. Günümüzde düşüncelere “ya hep ya hiç” diyebileceğimiz bakış açısının hakim olması, iki uçlarda düşünmek, ara renkleri kaybetmemize neden oluyor. Ben buna “şalter modeli” diyorum. Oysa bizim vanalara ihtiyacımız var. Değişik düzeylerde ve tonlarda, adım adım ilerlemeliyiz.
Tıpkı tavşanla kaplumbağanın hikayesinde olduğu gibi, daha hızlı koşmak her zaman daha hızlı ilerlemek anlamına gelmiyor. Günümüzde düşüncelere “ya hep ya hiç” diyebileceğimiz bakış açısının hakim olması, iki uçlarda düşünmek, ara renkleri kaybetmemize neden oluyor. Ben buna “şalter modeli” diyorum. Oysa bizim vanalara ihtiyacımız var. Değişik düzeylerde ve tonlarda, adım adım ilerlemeliyiz.
17) Liderin en büyük yanılsaması
ne?
Türkiye
gibi gelişmekte olan ülkelerdeki bazı yöneticilere baktığımızda her şey ne
kadar dijital veya teknolojikse o denli “ileri” sayılıyor. Oysa bu bir
yanılsama. Bunun bir yanılsama olduğu ileride çok daha net görülecek. Elbette
dijital teknoloji ile bambaşka bir dünyaya açılıyoruz. Fakat bu “bambaşka”
dünya düşündüğümüz kadar başka değil.
18) Dünya gerçekten de
düşündüğümüz kadar “başkalaşmıyor” mu?
Telgrafın
getirdiği hız devrimi aslında internetin bize getirdiği hız devriminden çok
daha büyük. Çünkü telgraf 3 haftalık iletişim zamanını 7 dakikaya indiren bir
icat.
Elbette günümüzde imza atılan teknolojik buluşlarda ileride kendi kültürünü yaratacak ama bu belki de yüzlerce yıl alacak. Dolayısıyla günümüz teknolojisi karşısında çok da heyecanlanıp, geleneklerle süzülüp gelmiş olan bazı iletişim alışkanlıklarını, örneğin kalem ve kağıt kullanmayı es geçmemek gerekiyor. Kalem kağıtla ve özellikle el yazısıyla yazı yazmak, düşünme süratimizi ve düşünme kalitemizi, klavyeyle yazmaktan çok daha fazla geliştiriyor. Bu anlamda sosyal ilişkilerimizde bu metot çok daha etkili.
Elbette günümüzde imza atılan teknolojik buluşlarda ileride kendi kültürünü yaratacak ama bu belki de yüzlerce yıl alacak. Dolayısıyla günümüz teknolojisi karşısında çok da heyecanlanıp, geleneklerle süzülüp gelmiş olan bazı iletişim alışkanlıklarını, örneğin kalem ve kağıt kullanmayı es geçmemek gerekiyor. Kalem kağıtla ve özellikle el yazısıyla yazı yazmak, düşünme süratimizi ve düşünme kalitemizi, klavyeyle yazmaktan çok daha fazla geliştiriyor. Bu anlamda sosyal ilişkilerimizde bu metot çok daha etkili.
19) Yaşadığımız çağın içinde
birden çok çağ mı var?
Toplumsal
DNA da en az biyolojik DNA’mız kadar güçlü; zor ve yavaş değişiyor ve tıpkı
biyolojik DNA’mız gibi toplumsal DNA’mızda da mutasyonlar olabiliyor. Bunlar
toplumun kırılma noktalarını işaret diyor. Tıpkı şu an Türkiye’de ve hatta
genel olarak dünyada olduğu gibi… Bunlar kolay olmayan zamanlar; böyle
mutasyona uğramış dönemlerde birden çok çağa ait davranış özelliğini aynı çağın
içinde görmek mümkün.
20) Yöneticiler çağın içindeki çağa nasıl ayak uyduracak?
20) Yöneticiler çağın içindeki çağa nasıl ayak uyduracak?
Yöneticilerin
veya liderlerin aynı anda birden çok çağın değerlerinin geçerli olduğu bu zaman
diliminde, çok vitesli bir araba kullanıyormuşçasına, farklı değerlere hitap
edebilmesi gerekiyor. Bu da ancak sahicilikle, başkalarına gerçekten değer
vermekle mümkün olabilir. Bunun tam bir reçetesi yok; sahicilik için gerekli
olan unsurlardan birisi, insanların birbirleriyle karşılaşma imkanına sahip
olması. Bu bazen kahve molalarında kahve makinesinin önünde olabilir; bazen
öğle yemeğinde… Sahiciliğe çok ihtiyacımız olan bir zamandayız; çünkü her şeyin
sahte olma ihtimalinin çok yüksek olduğu bir dönemdeyiz. Zira bu kadar çok
talebe sahici mal yetişmiyor!