Friday, April 27, 2012

okullardaki alışveriş dersi


Eğer çocuklar alışverişte mallar içinde en ucuzu seçme bilgi ve becerisini geliştirebilirlerse, bunun ölçüsü ne olacak?
Bir alışveriş merkezine girip oradan eli kolu dolu ama çok az para harcamış olarak çıkmanın gururu ile yetişeceklerse, burada bir yanılgı var.
Ülkemizdeki tüketiciler alışveriş alışkanıklarına bakıldığında genellikle ‘cherry picker’ (kiraz toplayıcısı) diye biliniyorlar. Bu ‘uyanık’ müşteriler marketlere girdiklerinde o anda raflardaki en ucuz, en hesaplı malları satın alıyorlar. Ama hangi hesaplı malları?
İhtiyaçları olmayan ve belki de hiç olmayacak malları alarak çıkıp gidiyorlar (okuldaki ‘ihtiyacım olmayacak’ bilgileri öğrenmeye direnirkenki yaklaşımlarının tam tersi strateji ile).

esnaf mı tüccar mı?

Esnaf için ustalığın sonraki kuşağa aktarımı önemli; Tüccar için ise kazancın maksimize edilmesi (Kanlıca yoğurdu üreticisi tv'de tanımladı)
kazan büyüdükçe lezzet azalır; işleri sürekil büyütme kültürünün, herşeyin daha fazlasını istemenin neyi küçülteceğini yansıtan perspektif.
mesleğin bir sonrakine en iyi biçimde aktarılması, işin iyi yapılmasının kazançlı yapılmasına üstün tutulması gibi değerlere saygı duydum.
bu fikirleri duyunca ister istemez geleneksel bir meslek olan doktorluk uygulamalarını düşündüm.
Doktorları esnaflıktan tüccarlığa geçişe zorlayan koşulların devletin kendi kurumlarında yaratılması şaşırtıyor. tetkik istemeyi, daha çok kişiyi daha az özenle görmeyi teşvik eden performans sistemini benimseme hatası için özeleştiri yapmamız gerekiyor.
eldeki tetkikin (raftaki mal gibi) ya da becerinin tüketilmesini hedefleyerek, hastada ihtiyaç 'saptamak' (yaratmak) teşvik edilince, gereksiz MR, EEG, kan tahlilleri çoğaldı (gerekçe de hiç bir şey eksik kalmasın, ama her zaman eksik kalan bir şey olacağı gibi tıbbi kanaat iç rahatlatma hedefli yollarla da oluşturulamaz, eğer bilimsel ilkeler önplanda ise. 

Saturday, April 14, 2012

İlkokula (72 aydan) erken başlangıç ve DEHB

İlkokula (72 aydan) erken başlangıç ve DEHB

yaş hesabı üzerine bir not: 6 yaşını bitiren çocuk 72 ayı tamamlar. 7nci yaşından gün alır, 7nci yaşını sürmeye başlar, kendini 7 yaşında olarak tanıtabilir (40ına kdr böyle), ama 6 yaş + kaç aylık ise o kadar yaşamışlığı vardır)

Dikkat eksikliği-hiperaktivite bozukluğu (DEHB) dikkat ve dürtü kontrolunun yetersiz olduğu, çocuğun içinde olduğu sosyal durumun gereklerini yerine getirmekte zorlandığı bir problem grubu. Dürtü kontrolunun yetersizliğinin sonucunda ortaya çıkan duruma uygunsuz davranışlar sınıf içindeki akış ve düzene uyumu engelleyerek hem öğrenmeyi hem de çocuğun sosyal algılanışını bozarlar. Nörobiyolojik mekanizmasının beyin gelişiminde özellikle dürtü ve dikkat kontrolunu sağlayan ön beyin bölgesinin gelişimindeki ve diğer bölgelerle bağlantılarının oluşumundaki bir gecikmeye bağlı olduğu düşünülüyor. Gecikmenin en belirgin ve etkili olduğu yaşların 5-7 yaş (ve 12-14 yaş) aralığı olduğunu gösteren beyin görüntüsü çalışmalarına paralel olarak bozukluğun semptomlarının en çok kendini belli ettiği dönem. Okul yükünü taşımaya hazır olmayan bir kesim çocuk sadece DEHB’lilerden oluşmuyor. Normal (gecikmesiz) gelişen çocuklarda 5-7 yaş döneminde ay farklarının bile beyin gelişimindeki farklılıkları belirginleştirici etkisi var. Bu etkinin davranışlara nasıl yansıdığını

inceleyen bir araştırmanın sonuçlarını incelediğimizde 60 ay ile 72 ay arasındaki farkın ne kadar önemli olduğunu görebiliyoruz (Eider T, J Health Economics; 2010).

ABD’de 1 Eylül’den önce doğanların ilkokul birinci sınıfa başladığını düşünürsek (1998 yılında başlayan bu çalışmada), Ağustos 1992 doğumlular o sezon başlayanlar içindeki en küçükleri, Eylül 1991 doğumlular ise en büyükleri oluşturuyor. Bu çocukları her yıl DEHB belirtileri ve okul başarıları açısından değerlendiriyorlar. Ilk sınıfta, en büyük yaştaki Eylül doğumluların % 4.5’I DEHB tanısı alabilecek kadar davranış sorunu gösterirken, aynı sınıftaki en küçükler olan Ağustos doğumluların % 10’u DEHB tanısı alıyor.

Bu ne demek? Aynı koşullarda okula gidip, genetik ve çevresel olarak aynı riskleri taşıyan çocukların arasındaki ay farkı arttıkça DEHB rahatsızlığında görülen belirtilerin oranı yaşı küçüklerde iki katı daha fazla görülüyor. Özellikle okul ortamında belirgin olan bu çok sayıda belirti ve DEHB tanısındaki yükseklik eğilimi 8’inci sınıfın sonuna kadar devam ediyor. Okula başlangıçta küçük/erken başlayanlar DEHB tanısını alacak kadar sorun yaşıyorlar. Tanıyı alanların yarısı ilaç ile tedavi oluyor.

Aynı çocuklar eğer daha geç başlasalardı, bu tedaviye ihtiyaç olmayacak mıydı? Bu çalışmaya bakarak cevap vermek zor. Ancak her durumda, ‘aman bir an evvel okula başlasın’ diyerek ailelerin ya da devletin yanlış hesapları sonucu erkenden başlatılan çocukların dikkat ve davranış sorunlarını yaşama olasılığını kendi elimizle arttırmış oluyoruz.

Öğretmenlerin çoğunun deneyimleriyle zaten bildiği bu durumu akılda tutarak, aynı sınıfta ancak daha küçük (ay farkıyla) olan çocuklara daha yakın destek vermesi, DEHB belirtilerinin kısmen de olsa yaşlarına bağlı bir gelişim gecikmesiyle ilişkili olabileceğini düşünmesi gerekir. Bu çocukşarın daha okulun ilk günlerinden başlayarak okulun getirdiği yüklerin altında ezilmesini önleyebilirsek, okuldan ve öğrenmekten soğumalarının, toplumsal kimliklerine ‘uyumsuz’ yazılmasının önüne geçebiliriz.

Okurlarımızın bir kısmı ‘uyumsuz’u olumlu anlamda görebilir; ama bu çocuklar için kendi seçtiklerinden ziyade sürüklendikleri bir uyumsuzluk söz konusu. Bundan mutluluk ya da onur duymuyorlar.

Küçük yaşta, uygun okul öncesi eğitim almaksızın, fabrika binası gibi sevimsiz ve oyunsuz okulların kalabalık sınıflarına soktuğumuz çocukların durumuna sahte gözyaşları dökmeden önce yaşlarını doğru hesaplamak bile bir olumlu adım olacak.

bence? lider'?

(peryön'ün anketi)
bencelider tanımı yapayım derken idealimizdeki gerçekte olmayan bir insanın tanımına kayıvermek ne kolay; ama takipçileri, eylemleri ve hayatı açısından lider:

takipçiler açısından:
Peşine takılmaya değer gördüğümüz
takıldığımızda bırakmak istemediğimiz
başkalarını da takipçisi kılmak istediğimiz
yaptıkları ile söyledikeri arasındaki farkı umursamadığımız
kişi.

eylemleri açısından:
zorla iyilik yapmayan
iyilikle zorlayan

hayatı açısından:
gece yattı mı rahat uyuyabilen
doğruyu iyi amaçlar için güzel biçimde yapan

bu tanım burada bitmez:)




Friday, April 13, 2012

Otizm daha mı sık tanılanıyor, yoksa hastalık mı yaygınlaşıyor?

Otizm daha mı sık tanılanıyor, yoksa hastalık mı yaygınlaşıyor?

Çocuk psikiyatrisi toplantılarında meslekdaşlarımızın birbirine sıkça sorduğu ve tartıştığı konuların başındaki bu sorunun cevabı net olmasa da, 2002'den bu yana toplumda görülme yaygınlığında (belli bir zaman diliminde eski ve yeni tüm vakaların toplam nüfusa oranı) artış var.

Kore'de geçen yıl tamamlanan çalışmada okul çağı çocuklarında yaklaşık yüzde 2'lik oranlar bildirilince bir çok kişi başta inanmakta zorluk çekti. çalışmayı yürüten asistanlık döneminden bu yana yakın arkadaşım Young Shin Kim'in (halen Yale'de öğretim üyesi olarak kariyerine devam eden hem parlak hem insancıl bir çocuk psikiyatrı) titizliğini bildiğimden verileri çok yüksek bulsam da kabullenmekte tereddüt etmedim.

Geçtiğimiz hafta ABD’nin hastalık sıklıklarını ve yaygınlıklarını saptamakla görevli CDC olarak bilinen kamu sağlığı merkezinin yayımladığı sayılar durumun ciddiyetine ilişkin görüşleri pekiştirdi.

Sekiz yaşındaki çocuklarda yapılan bir taramadan çıkan sonuç: Her 88 çocuktan birisinin (1/88) otizm spektrumu bozukluğu (otizm belirtilerini değişken ölçülerde taşıyan durumların altında toplandığı ‘şemsiye tanı’) tanısı alıyor. Aynı sayı 2009’da yayımlanmış çalışmalarda 1/110 olarak saptanmıştı.

Bir bakış açısına göre, tanının artışı ölçütlerin daha esnek olması, kamuoyundaki farkındalık kampanyaları ya da başvuruların kolaylaşması gibi hastalığa ait olmayan etkenlerden kaynaklanıyor olabilir. Erken tanıda artış var: 1994 doğumlularda % 12’si, 2000 doğumluların ise % 18’i 3 yaşından önce tanılanmış. Yine de (ABD’de bile ) tanısı 4 yaşından sonraya sarkan çocukların oranı yüzde 40.

Tanıyı gerektiren özelliklerde bir artış mı var? Bu soruya kesin bir cevap veremiyoruz. Otizmdeki artışı açıklamak için ortaya atılan (kimisi ciddi bir ürün pazarlama kampanyası ile desteklenen) iddialardan modern çağın temposu, çevremizdeki (besinlerdeki, aşılardaki, havadaki, gebelikte alınan ürünlerdeki) toksik maddeler ya da ailelerin mutsuzluğu gibileri akla yakın gelseler de, bugüne kadar yapılan araştırmalar bunların pek geçerli olmadığını gösterdi. Yıllardır toksik madde barındırmayan aşıların uygulandığı ya da çevresel zehirlerin daha iyi denetlendiği ülkelerde de aynı ölçüde artışların olması aynı yönde düşündürüyor. (Sağlıklı beslenme ve toksik maddelerden arınmış bir çevre talebi için otizme sebep olmasına gerek mi var?)

Neden bulma arayışında en sağlam duran genetik (ve buna bağlı ortaya çıkan nörobiyolojik değişikliklere dayalı) bulgular ise henüz açıklayıcı güçten uzak.

Tedavi olarak ne yapılıyor? Duruma sebep olan etkenleri henüz tam olarak belirleyemediysek de, otizm spektrumu bozukluğu belirtilerini hafifletici tedavi teknikleri var: çocuğun ilgisini arttırıcı, bilişsel ve iletişim donanımını arttırıcı özel eğitim ve uygulamalı davranış analizi uygulamaları, anne-babanın tutum ve yaklaşımlarını düzenleyici eğitimler ile beden kontrolunu ve duyuların eşgüdüm içinde kullanımını sağlayıcı fizyoterapi kökenli duyusal ve ergo-terapi yöntemleri.

Otizmin ilişki ve iletişim alanlarında yarattığı zaafları giderici ilaç tedavileri henüz yok; ancak tekrarlayıcı hareketleri ve dürtü/dikkat problemlerini düzeltici ilaçlardan (çocuk psikiyatrisinin diğer alanlarında olduğu gibi) yararlanabiliyoruz. Otizm belirtileri gösteren çocukların yaklaşık % 20’sinde otizme ek olarak görülen nörolojik bazı hastalıklar (epilepsi ya da kromozomal bozukluklar gibi) için ayrıca tedavi gerekebilir. Bu tedavilerin otizmi iyileştirici etkileri olmasa da, çocuğun gelişimi üzerindeki ek yükleri hafifletici faydaları olabilir.

Çocuk psikiyatrlarının durumu değerlendirmesi, tanıyı kesinleştirmesi ve tedavi ihtiyaçlarını planlaması için gereken zamanın çoğaltılması (hastanelerde sürüme dayalı olarak belirlenmiş 10 dakikalık muayene zamanları ile bunu iyi bir biçimde yapmak zor) ve değişik mesleklerden oluşan bir ekibin oluşturulması için Sağlık Bakanlığı düzeyinde bazı çabaların verimli olmasını diliyoruz. Çocuk psikiyatrlarının sayıları herkesi tek tek görmeye yetmese de, otizmin en iyi ve doğru biçimde tanınmasını, ailelerin yaklaşımlarının geliştirilmesini ve gereken terapilerin yapılmasını sağlamaktaki yetkinlikleri ile sorunun çözümü için çalışanlara fikri önderlik etmeleri beklenir.

Peki, anne-babalar daha uyanıklaşıp çocuklarını vakitlice doktorlara götürdüklerinde, çocuk psikiyatrı veya çocuğu gören uzman hekim problemi tanımlayıp, tedaviyi önerdikten sonra tanılanan çocukların ihtiyacı olan tedaviler ne ölçüde sağlanabiliyor?

Ülkemizde kamu kaynakları tarafından sağlanan ve kalitesi konusunda büyük değişkenlik olan eğitim ve terapi hizmetleri ayda 8 saat. Uluslarası standart hedef ihtiyaç ise haftada 40 saat (3 yaşının altında 25 saat). Çocuklarımızın Amerikalı bir çocuğun 20’de biri kadar süreyle (ücretsiz) alabildiği eğitim ve terapi hizmetinin uluslarası standardı yakalaması için yapılması gereken çok iş var. Ailelerin ve eğitimci ve terapistlerin özverileri ile yürüyen mevcut sistemin yeterliliğinin özellikle evrensel ölçülere kıyasla değerlendirilmesi bu yazının kapsamını aşıyor.

Monday, April 09, 2012

bitmeyen yürüyüş

Bitmeyen yürüyüş. Babam Gültekin Yazgan Ocak 2012'de aramızdan ayrıldı; ama çalışmaya devam ediyor. Görme özürlülere kitapları dinleme ya da kabartma alfabe ile okuma olanağı sağlamak amaçlı projelerinden birisi bu hafta Hürriyet'te haber oldu. Körlere kitap okuyarak sesli kitap kaydı cezaevlerindeki çocuklara bir zihinsel çıkış yolu sağladı.


Babamın kurduğu Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı yararına geçen hafta İzmir Amerikan Koleji'nde okul aile birliğinin organizasyonuyla yaptığım konuşmada bana sordular: başarı nedir? Babama bir TV röportajında sizi hayatta en mutlu eden başarınız nedir diye sorulduğundaki yanıtını hatırladım: 'Körler için oluşturduğum bu kitaplık'. 77 yaşındayken gerçekleştirmeye başladığı bu projenin gerçek başlangıcı neredeyse 17 yaşına dayanıyor. O yaşından bu yana kendisine ingilizce kitap sağlayan İngiltere'deki kitaplığın bir benzerini Türkiye'de kurma kararını verdiğini, ama bu amaca ulaşmak için 60 yıl sonra çalışmaya başlayabildiğini söylüyor. Babamın kendine koyduğu amaca dönük başlayan yürüyüşünün ömrü bitse de devam ettiğini görmek hepimize umut vermiyor mu? Konuyu merak edenler www.turgok.org dan görme özürlülere dönük kitaplık çalılmalarını inceleyebilirler. Babamın hayatını merak edenler ise kendi yazdığı Kör Uçuş ve Doğam Cüceloğlu'nun onun hayatını ele aldığı Onlar Benim Kahramanım kitaplarını okuyabilirler.

Friday, April 06, 2012

tv maceraları 103-ilkokul arkadaşı

Televizyon maceralarımı yazmalıyım artık :)
Nasıl olsa medyatik olmak sıradışı bir durum olmaktan çıktı; bir dönem TVde olmayı günah olarak gören herkes en nihayetinde kendisine de bir kapı gösterildiğinde balıklama dalınca, sivrilik azalmış oldu. olay demokratize oldu:)
bir kadın bir erkek sunuculu (sayısız sunucu değişikliği oldu) bir programa herhalde 7-8 yıl önceki bir katılışımda, sunucuyla daha önceden tanışıklığımız hakkında (ekranda) bir sohbet başladı.
ancak kafa karışıklığı ve bellek azizliği sonucunda, ikimizin aynı ilkokula gittiğini ('ben Yankı'yı ilkokuldan tanırım, aynı okula gittiydik') söyleyince..
diğer sunucu, 'hangi okuldu?' demesin mi? bana dönüp, tabii.
çıt yok bir süre. ilkokul arkadaşımı da milyonlaırn önünde bozmak istemiyorum, haliyle...
'işte canım, ne güzel ilkokuldu' filan diye geveledim.
sunucunun programına bir daha gitmedim, daha doğrusu davet edilmedim. ilkokula beraber gitmemiş olmamızın ortaya çıkması, bir ilkokul arkadaşının tam bulunmuşken kaybedilmesi etkili oldu herhalde:)