Monday, January 30, 2012

Kör Uçuş

'‎1939 Nisanının ilk günleriydi. İki ayı aşkın bir süredir yattığım Cerrahpaşa Hastanesi' nden taburcu olmuş, annemin kolunda çıkıyordum. Ne var ki bu çıkış hastaneye gelirken geride bıraktığım yaşantıma dönüş değildi. Allahaısmarladık bile diyemeden ayrıldığım sınıfıma,kitaplarıma, defterlerime ve de aydınlığa geri dönmüyordum. Yarım kalan oracıkta yarım kalmıştı. Yeni bir yola çıkıştı bu: Kör uçuş başlıyordu….'

Gültekin Yazgan'ın körlükle ve getirdiği engellerle 11 yaşından 83 yaşına kadarki mücadelesini anlattığı direnç ve direniş kitabı. Üçüncü baskısı yapıldı.

Sunday, January 22, 2012

üşütmeden ve üzmeden


19 Mayıs törenlerindeki format değişikliği önerisindeki çocukların üşüyeceği gerekçesi bence dahiyane bir ikna aracı. Törenlerin gençler için nasıl bir anlam taşımış olduğunun tartışma yeri bu köşe değil. Ama üşüme (daha doğrusu çocuğu üşütmeme) ülkemiz anne-babaların performans kriterlerinden birisidir. çocuğunu sarısarmalayıp mümkünse temiz hava ile hiç karşılaştırmadan askere yollayan ya da gelin eden, hayat boyu hiç üşütmeyen anne-babaların gururla sokakta dolaştıklarını görürüz.

ikinci önemli performans kriteri de çocuğu üzmemektir ('Ü'lere dikkat). çocuk üzülmesin diye yaptıklarımızı düşünün. en bohem olanlarımız bile anne-baba olmadan önce 'hayatta yapmayız' dediklerini bu gerekçe ile gerçekleştirirler.

Aç bırakmamak ölçütüne 'ü' harfi ile başlayan bir kılıf uydurduğumda değinirim. anne-babaları üzmeyip sevindirme maddesi (ergenlik dönemi için bir performans kriteri) alttaki başlıkta. Daha önce yayımlanmış bir paragraf.

Üzme, sevindir

Anne-babaların çocukların yetişkinlerle ilişkilerinde en çok hangi hedef-duygu güdüleyici, yön vericidir? Ilişkide sevindirmek mi, üzmemek mi ağır basmalı? ‘Haydi bakayım, ye yemeğini ya da yap ödevini yoksa üzülürüm, ayılırım bayılırım’ mı? Konuşmamı izleyen babalardan birisi ‘kızdırmamak’ın ülkemiz çocuklarının yetişkinlere yaklaşımındaki etkisini hatırlattı. Üzmemek ya da kızdırmamak ağırlıklı gidecekseniz, daha edilgen, fazla karıştırmayan bir tutum en garantilisi. Sevindirmek ise aktif ‘duruş’ gerektiren, eylemli bir tutum. Riskli… Amacınız olumlu, niyetiniz iyi (sevindirmek, hatta gururlandırmak) olsa bile otoriteye (bugün anne-babaya, yarın öğretmene, öbür gün doktora yargıca polise devlet başkanına) davranışlarınızla bir etki yapmayı hedeflemek demek olan sevindirmek yerine üzmemek ya da kızdırmamak kalıplarına dönmek daha emniyetli.



Friday, January 20, 2012

30 yıllık bir yazı: karikatür eleştirisi

30 yıllık bir yazı: Karikatür Eleştirisi İçin İpuçları- 1 (Edebiyat 81 dergisi, 1982)

Yankı Yazgan- Ali Firuz (Kutal)

Ülkemizde karikatür alanında bir eleştiri ortamı yaratılabildiği pek söylenemez. Eleştiriler genellikle bu karikatür iyi, bu kötü; bu güzel, bu çirkin; şu komik, şu değil; beğendim, beğenmedim türünden betimleyici nitelik taşıyor. Ölçütler, iyi niyet, duyarlılık, vb. gibi şeylerin ötesine gidemiyor. Daha yazımızın başında peşin peşin böylesine yargılar ileri sürmemiz yadırganmasın, bu keskin sözler en başta kendimize ve karikatürle ilgilenen tüm kişilere...Karikatürde nesnel eleştirinin geliştirilmesini istiyoruz, temel olay bu. Nesnellik de eleştiriye gökten zembille inmeyecektir elbette; yine tüm karikatürle ilgilenenlerin arasında oluşacaktır. Bu yazıdaki temel konumuz şu: karikatür eleştirisi; neden ve nasıl? İlk bölümde, yani ''neden'' sorusu üzerine tartışır ve görüşlerimizi belirtirken az çok kesin önermeler getirebileceğiz. Çünkü bu konuda çok kişinin kafası yıllardır süregelen tartışmalarla oldukça açıldı; biz yalnızca kendi açımızdan bir kez daha irdeleyip, yeniden başlangıca dönme olasılığını ortadan kaldırmak istiyoruz. Bu arada kendimizce bazı düşüncelerimizi de ortaya koyacağız.

''Nasıl'' sorusuna vereceğimiz yanıtlar ise doğrusu tam anlamıyla ''hazır'' değil. Tartışmak yetersiz, belki toptan yanlış, ama sezgisel bir yöntem arayışının ürünleri. Elimizde karikatür alanına ait bu yönde ışık tutucu veri yok sayılır. Kendi kısıtlı deneyimlerimiz ve diğer sanat dallarındaki gelişkin eleştiri kuramları, gelenekleri var. Bir de,bu sezgisel arayışımızdaki sezgisel bileşen, bilinçten bağımsız bir şey olmadığı için; dünyayı ve insanı kavrayışımız da olumlu etken olmakta, yöntemimizin doğruluğunu sağlamakta. Zaten oluşacak karikatür eleştirisi bu konuda çok çaba gösterecek (göstermeye başlamış olan) çok kişinin dolaylı, dolaysız, karşılıklı etkileşimi sonucunda ortaya çıkacaktır. Eleştiri-özeleştiri yönteminin karikatürde geçerli kılınması da, eleştiri-özeleştiri ile olacaktır.

Bir kesime göre, karikatür eleştirisi laf yapmaktan öte bir şey değildir. Doğruluk payı taşır gibi gelen bu düşünce toptan yanlıştır. Geleneksel olarak, gerçek anlamda teoriye yabancı yetiştirilmiş kişileriz. Bu, kimilerinde ''şarklılık'' olarak adlandırılan bir özelliğin parçası. Bunun getirdiği öznellik, çırpıştırıcılık ve kolaycılık , teoriyi teoriden uzaklığı ya da teoriyi züppelik aracı olarak görmeyi getirdi. Sonuçta teori, daima kenarda kalan, bol lafı edilen yaşamla ilgisiz yığın olarak kaldı. Bu etkiyi karikatür alanında da, bu tür yaklaşımlar olarak görüyoruz. Karikatür eleştirisi oluşması için bu etkinin kırılması şarttır.

Bu yazıyı hazırlayan bizler de, uğraşı karikatür çizmek olan kişileriz. Yazarlığa fazla hevesli olduğumuz da söylenemez. Karikatür eleştirisi üzerine ''laf söylememizin'' tek nedeni ise daha iyi, daha güzel şeyler çizme isteği duymamız. Bu isteğin genellendiğini varsayıyoruz (öyle de). ''Laf yapma'' yani karikatür eleştirisi oluşturma (dolayısıyla karikatürün geliştirilmesi) isteği de genelleniyor. Bu yönde çıkacak seslerin birleşimi, yeni bir ses getirecektir.

Karikatürün ''üretici'' ve ''tüketicileri''

Karikatürle uğraşan kişiler ve karikatürü izleyen, gören kişiler; bir tür üretici ve tüketicilerdir. Özgül bir üretim ve özgül bir tüketim. Bireylerin büyük kesimi egemen ideoloji tarafından belirlenen normlara uygun düşünür, görür. Karikatür bununla mücadele eder; aynı zamanda üreticisi de kendinde bu mücadeleyi yürütür. Çünkü o da aynı ideoloji tarafından belirlenmiştir, o belirlenimden kurtulmak için düzenle ilişkilerini değiştirir; egemen ideolojinin ürününü belirleme gücünü minimuma indirmeye çalışır...ki benzer koşullardaki tüketicinin, yani kişilerin oluşturdukları toplulukların aynı yönde hareketini sağlamayı becersin.

Bu, zorunlu olarak üreticinin tüketicilerin dışına ve önüne düşmesini getirir. Aynı nitelikteki üretici, bu durumlarda genellikle tüketicilerin; kitlenin gerçekten dışına savrulmaktadır. Bu durumu belirleyen, düzenle ilişkileri; ideolojisi olmaktır. Toplumun genel düzeyinden üst basamaklara çıkabilen üretici, o basamaklara tüketicinin çıkma koşulunu sağlamakla yükümlüdür. Bu işi yapmasını ve yapış biçimini belirleyen ideolojisi ise küçüklüğünden beri kendisine eğitimle verilmektedir. Üretici ilerici düşünce olsa bile, bu yolla tüketici ile olan ilişkisi egemen ideolojiye göre oluşur. Kendi bulunduğu basamağa kolundan çekilerek çıkarmaya çalışır (ya da tüketiciyi beklemekle ömrünü tüketir). Sonuçta kendisi üst basamakta, tüketici alt basamakta etkinliklerini sürdürürler.

Tabi ki aynı eğitim tüketici için de geçerlidir. O da üretici ile olan ilişkisini aynı biçimde oluşturur; kolundan birinin tutmasını bekler, edilgin olur. Edilginlik belki de eğitimin verdiği en önemli özelliklerden biridir. Üreticiden kopukluğu, edildinliği artırmaktadır, edilginlik de iki yönden kopukluk oluşturmaktadır. Tüketicinin edildinliğine, bir de edilgin tüketiciler arasından çıkan tüketiciden kopuk üretici eklenir.

Eğitimden Yine Eleştiriye

Eğitim sisteminin oluşturduğu kolaycılık, üreticide kendini sıklıkla gösterir. Araştırmadan uzak durma, verili durumları değişmez olarak kabullenme ve ona göre davranma; belli başlı özellikler olmaktadır. Karikatür üreticisi ve tüketicisi ve de karikatürün kendisi, karikatür eleştirisindeki bu çerçeveden tüm nasibini almaktadır. Yeniliklerin, eski ve kokuşmuş olanın allanıp pullanıp takdiminden ibaret olduğu bir ortamdayız. Karikatür alanında, eleştiri üretimindeki çarpıkları düzeltmek, üretimi yönlendirmek, ilgili herkese bir şeyler vermek zorunluluğu vardır. Söylenenlerin etkisinin de somut olarak görülmesi gerekir.

Bu süreçte, karikatürü üreten kişiler ve karikatürün tüketicisi durumundaki toplulukların sorumluluklarının bilincine vardırılması gerekiyor. Eleştiren ve kendini eleştiren kişinin yaratılması, karikatür eleştirisinin üstünde bir iş ama genel olgunun bir parçası. Yaşamın her alanında, insanların sorunlarına kendilerinin sahip çıkması, çözmesi gerektiğine inanıyorsak karikatür eleştirisi de aynı perspektife dayanmalıdır.

Karikatürden beklenenin olması için ortamı oluşturmak, koşulları iyileştirmek ve tüketiciyi de eğitmek yol göstermek...en önemlisi eleştirme ve kendini eleştirme mekanizmasını kendiliğinden işler hale getirmek. Karikatür eleştirisi, en azından bunları yapmak için gereklidir.

Tuesday, January 17, 2012

Ava giden avlanır

dolandırıcılık etiği. Sülün Osman adıyla bilinen dolandırıcı 1940lar ve 50lilerde İstanbul'a gelen cebi para dolu 'taşralılar'a istanbul'un meşhur taşınmazlarını (haydarpaşa garı, tramvay işletmesi, galata köprüsü gibi) satmasıyla meşhur. Dolandırıcılığını kabul etse de buna haklılık arıyor: hiç bir zaman gariban ya da dürüst birisini kandırmamış. aksine, dolandırıldıklarını söyleyenler onun zor durumda olmasından yararlanma peşinde, SO da kendince küçük uyanıklıklar yapan kişileri avlarmış. Örnek olay ikna edici: SO akşam dükkanların kapanma saati civarında bir kuyumcunun kapısına gider, elinde (sahte) altın bileziklerle. Karısı doğum yapmak üzeredir, ameliyat gerekmiştir. doktorun istediği parayı ancak karısının bileziklerini satarak temin edebilecektir. Yan dükkanda henüz kepenkleri indirmemiş olan esnaf ya da yoldan geçerken SO'ın kuyumcu kapalı olduğu için bilezikleri satamayacağına çırpınışını görüp yaklaşırlar. 'Yardımcı' olmak için sıkışmış durumdaki SO'ın elindeki bileziklere gerçek değerinin altında fiyat teklif ederler (günümüzde çakallık deniyor). mecbur kalan SO da elindeki (sahte, değersiz) altın bilezikleri 'mecburiyet'ten elden çıkartır. Uyanık komşu esnaf ertesi gün bilezikleri bozdurmaya kalktıklarında gerçeği öğrenirler. Ava giden avlanır deyimine bakarsak, SO avlanmaya çalışanları avlayarak kendi içinde bir etik oluşturmuş, anlaşılan.

Monday, January 16, 2012

Başkalaşalım mı, değişelim mi?

Başkalaşalım mı, değişelim mi? Jale Parla’nın son kitabındaki tanıma göre ‘Başkalaşım (değişimcilikten) şu farkla ayrılır: hiçbir reçete önermez; topyekun, ani ve sonunun nereye varacağının baştan bilinmediği bir başkalaşma hayal eder. Böyle olunca da, gerek siyasetçinin gerekse teklif sahibi aydının projesi olamaz; olsa olsa sanatçının hayali olabilir' (Parla ile Remzi kitabevinin bülteninde Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım kitabı hakkında yapılmış bir röportajdan, Irmak Zileli). Nedense burada çok iyi ifadesini bulan düşünce yıllar sonra tekrar karşılaşğım çok eski bir sevgili arkadaş gibi geldi. Projesi olmak ile hayali olmak arasındaki farkları hatırlamak iç ısıtıcı. Diğer yandan arada geçen yıllarda, 'hayal gerçekleştirme' ya da 'heyecan duyma' gibi naif sayılabilecek bohemce ruh durumlarını reklam ya da PR sektörünün sürekli ödünç almış olması bu duygumu aşındırıyor.

Bohemce demişken, genellikle küçümsenen, işe yaramazlık ya da 'entel serserilik' anlamına kullanılan bohem kelimesine Parla'nın yüklediği anlamı da alıntılayayım: 'kendini sanata (bilime de olabilir) adamış genç yeteneklere Balzac ve Murger'in yakıştırdığı sıfattır. Onlar para, pul, statüye önem vermez, tek fikir halinde ideallerinin peşinde koşar, bu uğurda aç ve açıkta kalsalar da vazgeçmezler.' Bo-bo diye bilinen Ayn Rand hayranı bohem burjuvalar için aynı şeyleri söyleyebilir miyiz?

Hayal'i düşünün; sonunda nereye varacağı belli olmayan, tekinsiz bir yoldan giderken ortaya çıkar. Bo-bo'ların rezervasyonsuz (ya da özel harcama ya da mil biriktirme kartlarının geçmediği) köfteciye bile gitmediğini düşünürseniz; belirsizliğe tahammül ölçütünü hayalperest ile proje adamı arasındaki ayrım için kullanabilirsiniz.


'aman ne iyi oldu bir mikroptan daha...'

bir önceki blogpost'ta Kuzey Kore Başkanı II.Kim’in ölümüne kitlesel biçimde ağlayanların üzüntüsünün sahiciliği üzerinde durmuştum. Gelen gideni aratacak endişesinden tutun, ağlamazsak başımıza birşey gelir teorilerine kadar açıklama çok. Üstelik ölünün ardından ağlayıcılığın bir iş olabildiğini de unutmayın. Üzülme ve ağlama hayatımızın doğal bir parçası ve insani bir refleks, üstelik.

Ölüm hayatlarımızda bir eksilme yarattığında, eksilen kişi diktatörler, bir sürü insana bilerek isteyerek zarar vermiş kişiler olsa, sonuçları bir çok kişiye ‘aman ne iyi oldu, dünya birisinden daha kurtuldu’ dedirtse bile, içimizde doğan burukluğu yadırgamamalıyız. Beynimiz eksikliklere duyarlı yapısıyla en amansız insanlık düşmanı bildiklerimizin canının yanmasına bile bir tepki verebilir. Er ya da geç…

Bunun tam tersi olmasa da, zıt bir durum var. Acımasızların da hedeflerine verdikleri zarar için üzülmeleri mümkün. Faili meçhullerin acımasız faillerinden birisinin (gazetelerde okuduğumuz) geçmişe dönük verdikleri neredeyse gözü yaşlı ifadeleri de aynı beyinsel tepkinin epeyce gecikmelisi olarak görebiliriz. Acımasızlık ve insafsızlık yaratan toz duman dağılınca ‘ben ne yaptım?’ diye düşünmemek neredeyse herkes için çok zor. Çok gecikmeli bile olsa.

Friday, January 06, 2012

Kore'de Kim öldü.

Kuzey Kore başkanı ölünce K. Kore’liler gerçekten mi üzüldüler? Yoksa, rejimin‘ağlamazsanız fena olur’ türünden tehditleri altında mıydılar? Üzülmek ya da sevmek rasyonel bir eylem olsaydı, bu tarz açıklama çabalarına bir anlam verebilirdim. Sevmediğimiz ya da hiç tanımadığımız birisinin ölümüne üzülebileceğimiz gibi, tehditle ağlayabilir ya da gülebiliriz. Başkan İkinci Kim’in ardından onu sevmeyenlerin ‘ya gelecek olan gideni aratırsa’ diye ağlıyor olduklarını da senaryolara ekleyebiliriz. ‘Çizgili pijamalı çocuk’ filmini seyrettiyseniz, Nazi kamp yöneticisinin çocuğunun filmin sonundaki trajik ölümüne ‘oh oldu, zaten babası kaç kişinin ah’ınıaldıydı’ demiş olabileceğinizi sanmıyorum. ‘Benimokurum üzülür, pek duyarlıdır’ dediğimi duyar gibiyseniz, yanılıyorsunuz. Ortalama bir insansanız, hal böyledir.. Adamın üzüntüsüne, çocuğunu çaresizce arayışına duyarsız kalmış olamazsınız. Kimse büyüyünce kötü adam olmayı amaçlamaz; üstelik kötülük için kendini haklı gösterecek bir gerekçe bulmak zorundadır. O gerekçe anlamsızlaşınca, kimisi için o güne kadarki yaptığı her şey anlamını yitirir. Son dakikada, kapıdan çıkıp giderken işin tadı kaçar. Jübile maçında kavga çıkan futbolcununki gibi ağızda giderayak buruk bir tad bırakan hayatlar hepinizden uzak dursun…

Sunday, January 01, 2012

kredi çekme dürtüsü

aşağıdaki yorum rahat batması paragrafına bırakılmıştı; tek tek soruları cevaplamak pek yapmadığım (yetişemediğim ya da platfom uygun olmadığı için) bir şey, kişiye özel bir yanıt üretmek mümkün değil. ama genel bazı sonuçlar çıkarabileceğimiz bir durum olduğu için buraya almaya karar verdim:
'' ... Satın alma ve kredi çekme dürtüme engel olamıyorum. Bu yüzden ailemi kaybetme tehlikesiyle yüzyüzeyim.
Ben iflah olmam. Daha yeni kredi çektim, ailemin bsaskısıyla geri yatırdım. Ama yeniden iki krediye başvurdum. Üstelik bu bir değil iki değil üç değil!
Hastanede yatarak mı tedevi görmeliyim acaba? Nerede, hangi birimde tedavi görmeliyim? Yeter ki bu dürtümü kontrol altına alabileyim...''
kısa cevap, bir uzmanın görmesi gerek. baştan savma amaçlı değil, gerçekten başka bir yol düşünemiyorum. dürtü kontrolunun bozulduğu bir çok psikopatolojik durum var; örneğin, çocuklukta başlayıp yetişkinliğe devam eden dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, duygulardaki ani ve dönemsel değişikliklerin dürtü kontrolunu etkilediği bipolar bozukluk, dürtülerin denetim mekanizmasını bozabilen bir çok başka sorun... bir psikiyatri uzmanını görmek, tavsiyesine göre tedavinin nasıl yapılacağını belirlemek, yakın çevrede destek alınabilecek herkesten destek almak...

peki, meseleye daha makro bakalım. kredilerin bu kadar kolay çekilebilmesini sağlayan düzenlemeler, dürtüleri üzerindeki kontrolunu daha kolayca kaybedebilenler için toksik bir etki yapıyor. kredisini ödemekte zorlanan birisinin tekrar kredi kullanmasına olanak vermek, bir zaafın kullanılması sayılabilir mi? dürtüsünü kontrol edemeyenin sorumluluğu hiç mi yok? liberal ekonomi uzmanlarına bakarsak, tüketimi tahrik ve teşvik bir suç değil, üstelik ekonominin 'dönmesi' buna bağlı. sözler doğru geliyor.
insanları kendileri için riskli durumlardan korumak kimin işi? alkole ya da sigaraya kullanım kısıtlamaları getirirken 'koruma' gerekçesi kullanılıyorsa, kredi kullanımı için de aynı yol izlenmeli mi? yoksa iki durumda da hiç ellemeden işleri oluruna mı bırakmalıyız? o zaman bebekleri, gençleri ya da yetişkinleri bulaşıcı hastalıklara karşı aşılamaya, hastalıklardan koruyucu davranmaya gerek yok, herkes kendisini korusun, diyenler haklı mı sayılmalı?
bu sorular tartışmaya açık.ben de yanıtlarını arıyor, buluyor, daha iyisini arıyorum.