Wednesday, September 28, 2011

saf ve düşünceli romancı

Orhan Pamuk’un “the naive and the sentimental novelist” adı altında bir kitapta toplanmış olan Harvard Üniversitesi’nde verdiği dizi konferansları Türkçe’de de yayımlanıyor. Kitaba “saf ve düşünceli romancı” isminin verildiğini gördüm. Bu tercümeye itiraz edebilir miyim? Türkçe'de konan başlıktan sanki tek bir romancının iki özelliğinden bahsediliyormuş gibi bir anlam çıkıyor.
Oysa, Pamuk kitapta iki ayrı yazar tipinden söz ediyor; biri “naive” ya da saf, içinden geldiği gibi, ek bir işlem uygulanmaksızın yazan; diğeri ise, “sentimental”, (Almanca’daki sentimentalische karşılığı) hesap kitapla, düşüne taşına, tasarlayarak yazan.
Türkçeleştirilmiş başlığı seçen ya da yazan Pamuk’un kendisi ise, ne demek istediğini ya da hangi kelimeyi kastettiğini benden daha iyi bilir elbette :). Ama, söylemeden de edemiyorum, ne de olsa vesayetçi bir meslek olan doktorluğun getirdiği "ama doğrusu böyle" deme alışkanlığı ruhuma yer etmiş.
“Romancının Safı ile Düşüncelisi” gibi bir başlık kullanılsa, tek bir kişinin iki özelliği yerine, iki ayrı tip olduğu daha iyi anlatılmaz mı? Peki, bunu bana soran mı var? Bunu açıklayabilmek için ortaokul yıllarına geri dönmek lazım. Üstüme vazife olmayan konulara merakım yeni değil anlayacağınız. Buraya da bir gülümseme işareti koymak içimden geldi, ama bu kadar çok “sırıtma” kuşku uyandırıcı olacağı için vazgeçtim.
Pamuk’un Schiller’den esinlerek tanımladığı yazma tarzlarından ilham alarak kaleme aldığım psikiyatrik tanılar hakkındaki bir yorum yazısını (Journal of Child Psychology and Psychiatry için) linkte okuyabilirsiniz. Türkçesini de ilk fırsatta hazırlamak niyetindeyim.

http://www.yankiyazgan.com/admin/articlefiles/791-the+naive+and+the+sentimental+diagnostician.pdf

üstüne konmak

başkalarının emeğinin "üzerine konma"ya, başka birisinin projesini, katkısını "kendininmiş gibi yapma"ya "delege etme", "liderlik" ya da "ekip yönetme" becerisi denmesi sinir bozucu.
seçkin liselerden birisinde gözlediğim bir "fenomen".

Sunday, September 25, 2011

ağla bebek

ağlamayan bebeğe mama yok; "squeaking wheel gets the oil" vb her kültürde istemeden almanın mümkün olmadığını belirten atasözleri, istemenin bir hak, istemeden elde etmenin rehavet, istediğini elde edememeye dayanabilmenin de olgunluk olduğunu düşündürüyor. orada duruyoruz.

"memnuniyeti dostlara, şikayeti müdüriyete..."

bankacılarla kişisel motivasyon konulu bir seminerde, şikayetin bizi harekete geçiren ana güç olduğunu anlattıktan sonra önce bunun pozitif düşünmeye engel bir durum olup olmadığını tartıştık. sonra şikayet etmenin somut ve rahatsız edici bir gerçeğe işaret ederek, "pozitif düşünme"yi çözümcü bir yöne götürebileceği sonucuna vardık. şikayet edenlerden memnunuz:)

zorla iyilik yapma, iyilikle zorla

ülkemizin içinde olduğu açmaz:
zorla iyilik mi yapacağız, iyilikle mi zorlayacağız?
cevap ve yapılacaklar belli olmasına rağmen, bildiğini yapmaktan vazgeçmek her tarafa zor geliyor.

öfke kontrolu

Öfke bir gençlik işareti; orta yaşa doğru hatta daha ilerlere doğru giderlerken de bazen gençliğe duyulan özlemin belirtisi olarak zuhur edebilir. özünde adaletsizlik ya da haksızlık algısının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan bu duyguya saygı göstermezsek, tahrip edici gücüne dayanmak zor olabilir.
bu notu öfke kontrolu için psikoterapist arayan bir doktor arkadaşıma yanıt olarak yazdım. doktorların öfkesine dikkat...

Wednesday, September 21, 2011

konferans

son iki günde 2 ayrı kentte 3 konferansa katılıp, eve dönünce uçaktaki düşük basınçlı oksijenin zihin yavaşlatıcı etkilerini sonuna kadar hissettim. bu ay ve gelecek ay böyle geçeceğe benziyor. her konferanstan ya da seminerden çıkışta "tamam, bu sefer hemen bir tweet yazıvereyim şuradaki izlenimlerimi anlatan" ya da "facebook'a bir not düşeyim" desem de, hiç birini yapamadım. iki hafta önce ted ankara kolejindeki günboyu konferansta bugünkü izlenimlerimi mutlaka yazmalıyım, diye düşünmüştüm. olmadı.
tarım işçilerinin çocukları hk çalışmayı yorumladığım konuşmayı da ankara'da yaptım. olağan dışı koşullarda hayatlarını sürdüren, daha doğrusu hayatta kalan bir grup çocuk ve ailesinin hem bu zorluklara nasıl dayandığını, hem de insanların genel olarak zorluklara nasıl dayandıklarını ve çocukluktaki kırılma noktalarını ele aldığım konferanstan sonraki yolculuk her zamanki gibi ilginçti. istanbul'a dönüşte yolda yanıma oturan bir kişi, laptopumu değiştirmeye beni ikna etti. hızlı seyahat olanaklarının zaten odaklanma zorluğu çeken bir çok kişiyi nasıl etkilediğini şu son üç cümle göstermiyor mu? daldan dala, tek kelime ile.... daha anlamlı paragraflarda görüşmek üzere.

Sunday, September 11, 2011

ağır ol, kaplumbağa desinler

Geçen ay karayollarında geçirdiğim zaman boyunca, trafik akışının içinde taşıtlardan kaçamayarak canını kaybetmiş çok sayıda hayvan gördüm; kedi, horoz, tavşan, kirpi, yılan… Kaplumbağaların ise bir çok yerde durumu “kurtardıkları”na tanık oldum. Yavaş, ama çok yavaş ilerleyen kaplumbağa adeta yolda duran bir tümsek gibi algılanınca, kıymetli otomobillerini riske atmak istemeyen sürücüler, kaplumbağanın sağından ve solundan geçerek canını korumuş oluyorlar. Ağır olmanın faydası….

feysbuk tvitır

zaman değişti. ayak uyduralım mı, uydurmayalım mı? günümüz gençlerinin "kısa kes"meye, bir an evvel sadede (bu kelimeyi çoğu saadet ile karıştırsa da:) gelmeye meraklı olduğunu düşünenler çoğunlukta. eh, yazıp çizen birisi olarak, okurları bekletmeden yazılara kavuşturmak için yazılarımın "catchphrase"lerini feysbuk ya da tvitır ile vitrine koyuyorum. yazıların bütününün de okunması dileğiyle :)