Sunday, January 31, 2010

kolay başarıya ulaşmış kalburüstü aile çocuğu


Doğan Cüceloğlu'nun babamın (ve annemin) hayatlarından yola çıkarak hakkında yazdığı kitap ve konu hakkında epey bir bilgiyi site'me yüklemiştim.
http://www.yankiyazgan.com/admin/anmviewer.asp?a=616&z=14

Aşağıdaki notu Doğan Cüceloğlu'nun sitesine kitap hakkında görüşünü yazan bir okuru düşmüş:
"....Yine bu kitap sayesinde Yankı Yazgan hakkında edinmiş olduğum bir ön yargıdan kurtuldum.Gerek medya gerekse tv'lerden edindiğim izlenimler ile Yankı Yazgan'ı kalburüstü bir ailenin okumuş ve kolay başarıya ulaşmış bir bireyi olarak yine ailesinin sayesinde medyatik olan bir oğlu olarak kafama yazmıştım. Oysaki görüntüye bakarak ön yargıda bulunmamak gerekirmiş..."

Babama "bak sayende imajım düzeldi" diyerek bu notu aktardığımda; önce tam anlamadı, nereye kim yazmış filan açıkladıktan sonra; babam "Tıp fakültesini bitirip ve 2 uzmanlık eğitimini tamamlamanın nesi kolay başarı oluyor?" diye homurdandı. Bu konuyu açmışken, babamın cesaret verici sözlerini biraz daha duyarım umuduyla, "bu kişi en azından bir önyargı ile hareket ettiğini düşünüp, özeleştiri yapıyor" dedim.
B: "Başkaları ne diyormuş ki?"
Y: "söylediklerimi saçını şöyle bir sallayarak konuşuyor filan diye eleştiren, ciddiye alınacak bir kadın köşe yazarı vardı mesela"
B: saçların o kadar uzun muydu?
Y: o sıra öyleydi, de, ben salladığımın vs farkında mıyım, mimik gibi bir şey... ama, asıl olan, "yankıyazganlamak" diye bir terim uydurduydu birkaç yazıda.
B: Ne, ne?
Y: ...bir uzmanlığa, bilgi birikimine sahip olmadığı halde, allanıp pullanarak öyleymiş gibi davranmak" gibi bir anlamda.
B: "sence haklı mı?"
Y: "vallahi, ben kendi çalışmalarımı yetersiz buluyorum; özellikle bilim alanında çok daha fazla şey yapabilirdim, ama beceremedim, iradem yetmedi vs"
B: "bunu sen söylüyorsun, ama yazar bunu nereden biliyormuş ki ?ve sen bunu niye takıyorsun ki?"
Y: insanların hakkımda böyle düşünmesini istemem.
B: böyle misin?
Y: onun kastettiği gibi değilim.
B: bunu değerlendirebilecek bir insan mı?


neredeyse 40 yıl öncesinde babamla çok sık yaptığım diyaloglara benzeyen bu konuşma tarzında bir diyalogu uzun süredir yapmamıştım. çok özlemişim. şimdi oğlum benim bu konuşmaları babamla en çok yaptığımız yaşımda; onu ve dedesini beraber gösteren bir resmi koymak en iyisi bu yazının "görsel"i olarak.
DC'nun okuruna, ve bir ara kafayı kısaca bana da takmış agresif köşe yazarına, teşekkür etmeliyim.

asansör düğmeleri

asansörün "kapa" anlamına gelen (><) düğmesi en çok yıpranan. başkası gelmeden tek başına çıkmanın zevki için mi? başka birisi ile başbaşa kalmak bizi çok korkuttuğu için mi? yoksa, sadece içinde olduğumuz "taşıt"ı bir an evvel hareket ettirmek isteğimiz, sıradan aceleciliklerimizden birisi mi?
bu arada,
asansöre tatilden tatile biniyor olduğumdan olsa gerek, yazılarımda asansör tema'sı hep boşta gezdiğim günlere denk geliyor.
ya hasta yattığım, ya da seyahate çıktığım bir kış oldu bu yıl...

Sunday, January 10, 2010

Kasım aında Ünye'de

Ünye'ye kasım ayında yaptığım ziyaret ve konferans notları
Prof Dr Ayşe Yalın (klinik psikolog) Ankara Tıp Fakültesi’nde yıllarca çalıştıktan sonra, doğup büyüdüğü, aile köklerinin olduğu kent Ünye’ye dönüp, ne yapmış? Dedelerinden kalma, kendisinin beşikten evlenene kadar yaşamış olduğu evi tepeden tırnağa elden geçirip bir anaokulu/yuva ortaya çıkartmış: Haznedar anaokulu. Mesleki birikimini de ekleyince, çocukların kendini değerli hissetmeyi, ben ve öteki ayrımını sağlıklı biçimde yapabilmeyi öğrendikleri bir eğitim ortamı. Zeka arttırma, harika çocuk yaratma, on parmağında on marifet geliştirme gibi “trendy”amaçlardan uzak duran, sıcacık, şirin bir yer. Bir de aylık konferanslar dizisiyle, Ünye’de bu konulara meraklı olan anne-babalara, sağlık ve eğitm çalşanlarına, hayatı farkederek yaşamak isteyenlere dönük konuşmalar yapacak konuklar ağırlıyor. Çarşı içindeki Ticaret Borsası’nın dördüncü katındaki küçük ama sahici konferans salonunda, her ay ağırladığı psikoloji, psikiyatri ve eğitim alanlarıındaki konuklarından Kasım ayı konuğu da ben oldum. Daha önceki yıllarda, büyük kentler dışında yaptığım konuşmalara ilişkin izlenimlerimi pekiştiren bir buluşma oldu. Buluşma diyorum, birbirini bekleyen insanların bir araya gelmesi anlamında... Bir kısmı beni okur olarak bilen, ama benim çoğunu hiç tanımadığım bu insan grubunda kimse de birbiirne benzemiyordu. Çok farklı kültürel ve sosyal yapılardan geldikleri besbelli olan dinleyiciler, sorularıyla tartışmayı zenginleştirdiler. Hemen ayak üzeri cevap verilemeyecek ciddiyet ve derinlikte sorularını değişik yazılarda işlemeyi umuyorum. KOnuşmalarımız sorumluluk almanın, çocuk yetiştirmenin, çocuklarla çalışmanın ve aile olmanın getirdiği yükler ve bu yüklerin bizi nasıl geliştirebildiği, insan yanlarımızı güçlendirdiği üzerine odaklandı. Bir çocuğun kendisi olurken, bizi de kendi çocukluğumuzdan bu yana getirdiğimiz alışkanlıklarımıza bakmak zorunda bıraktığımızı beraberce düşündük. Kendisi olabilmenin, bencil olmaksızın ben diyebilmenin sırrını çocuklardan öğrenmek isteyenler için yol gösterici bir çok fikir soru-cevap bölümünde ortaya çıktı.
Ünye’ye gelince.... Şirin desem çok mu basmakalıp olur... Bu tanımı kullanırken, şehrin tahrip olmuş eski dokusundan kalanlar ile şehri yaşatan özellikleri birleştiriyorum. Hayatımızın bir parçası haline gelmiş pejmürde apartmanların arasından gördüğünüzde iç ferahlatan eski evler, bakımsız bırakılmış ama zamanın yıpratıcı etkisine dayanmış hamamlar, düğün salonu olmuş kiliseler, derme çatma görünümlü modern camilere pes etmeyen sade ve etkileyici çarşı içi camii gibi camiler. Çakırtepe’deki pideci, şehrin sokaklarının kavuştuğu meydan ile deniz arasındaki İskele restoran (ben mükemmel karalahana “pancar” çorbasını tadabildim, ama içki ruhsatı olmamasını anlamak da zor oldu), Samsun’a doğru giderken 1-2km sonra sağdaki Küçük Ev...

düzgün bir yazıyla kaleme almaya çalıştığım bu paragrafı bir türlü tamamlayamadım, onun üzerine, mükemmeliyetçiliğe bir son vermeye karar verip, Ünye’deki konuşmadan defterime karaladığım notları temize çekmeden buraya aktarmaya karar verdim.

Değerli olma: yuvadaki resimlerin hepsinin duvara asılması; sadece en güzel olanların değil. Bu bir yarışmaya aykırı değil, onun adı yarışma.. ama bir konkur ya da olimpiyat gibi yapılması anlamsız.

Sorumsuz annebabalık yeni kuşağa mı özgü?
Çocuğuyla ilgili bilgileri tüm ayrıntısıyla talep eden anne (ne yedi, kaç kaşık yedi) neyi öğrenmek, neyi bilmek istiyor? Çocuğuyla ilişkili bilgilerini arttırmak ilişkisine bir katkıda bulunmuyor...(diyetini geliştirmek vs gibi)
Örneğin, karnın doydu mu, ya da yediklerini sevdin mi, gibi bir soru daha anlamlı...
Çünkü ilişki içeriyor..
Ama zekasını geliştrimek, çocuğunun dahi olmasını istemek için çabalamak...bu sorumluluğu başkalarına devretmek, sonra onları “gerekeni yapmıyorsunuz” diye suçlamak (bu bazen ağır hastalıklarda da görülebilir,, kendi yapmadıklarının telafi etmek için...)
Çocuğunda kendi istediklerinin olması...isteyince olur, sloganı... çocuğunuzu istediğiniz gibi yetiştirebilmek.... onun istediğiniz gibi olması anlamına gelmez

"Çocukların kendiliğinden büyüyeceğini sanmıştık..." çocuğunu kucağına alamayan anneler.


Çocuğunu çekeleyerek ve adeta sürükleyerek yürüten kadın, çocuğu aciz hissettirtmekle yetinmez. Telaşının ne ve neden olduğunu anlamazsınız. Kadının koşuşturmasına ayak uyduramayan çocuk, ayağı takılıp yere kapaklanınca, üstüne bir de, yere düştüğü için, dayağı yer...


Kendi yaptıklarınızla rol modeli oluyorsunuz. Sizi görerek örnek alıyor...

Çocuğunu kendi haline terketme/başıboş bırakma ile özgür bırakma arasında kalmak.... çocuğua özgürlük verme (örneğin, özgürce başkalarına zarar verme !) rahat etmek, ya da rahatımızı bozmamak için olmasın?

Friday, January 01, 2010

“mutluluk formülü"

“mutluluk formülü"
Geçen yıla kaçan fırsatlar açısından mı baksam, kazandığım edindiğim deneyimler açısından mı? Bu yanıtlaması bir türlü bitmeyecek soruyu, “iyi ki” ile “keşke” arasında sıkışmış bütün okurlarıma devretmezsem, 2010 blogumu da ihmal etmeye mahkumum. Pırıl pırıl bir hava var; körfez çocukluğumdakinden daha mavi, ama bu güzelliği iklim değişikliğinin daha da kötüleşeceğinin işareti diye düşündüğümde keyfim kaçıyor. Karnımı güzel doyurdum; yedim içtim, ama kilolarıma kilo katarsam diye düşününce iştahımı kaybediyorum. Küçükken, ve tabii gençken, her şeyi isteyen hiçbir şeyi elde edemeyen birisi olacağım diye korkardım; şimdi ortasını bulmanın mutluluğunu yaşayabilir miyim artık, diye düşünmeye başladım. Belki iyi bir başlangıç.
1 Ocak 2010’daki bloguma uygun düşecek bir (kendimden) alıntıyı bir derginin (sağlık ve mutluluk tavsiyeleri) anketine ayaküzeri verdiğim cevaptan aktarayım:

“mutluluk formülü"
1. "keşke" sözcüğünü daha az söylemek,
2. üşendiğimiz ve zor gelen her şeyi inadına daha çok yapmak,
3. aklımıza gelivereni yapmadan önce bir süre beklemek; süre bitiminde hâlâ çok istiyorsak, yapmak,
4. uyku, yeme-içme, yürümeye gereken zamanı ayırmak,
5. bizden daha mutlusu var mı diye etrafa bakınmaktan, başkasının lokmasını saymaktan vazgeçmek.

Acaba bunu gerçekten benim önerdiğim bir formül sanan olur mu? Kurtarıcı formül ve reçeteler, mucizevi yöntemler dendiğinde birden saçları dimdik olan benim gibi birisinden beklenir mi? bunu sen yapıyor musun ki... diye soranlara terzi ve söküğü deyimini hatırlatmam gerekir mi? Hürriyet gazetesinin köşe yazılarındaki soru-cevap üslubu gibi geldiyse, şaşırmayın. Neden şaşırmamanız gerektiğini anlatmam için konunun biraz soğumasını bekleyeceğim.
Blogumda neden az yazdığımı sıkça soran okurlar var. Nasıl yazacağıma karar veremediğim için, desem... Gündelik olaylardan yazı çıkartırken, yapılması gereken o kadar çok şey oluyor ki: dedikodu alanına çekilmeyecek, “name dropping” izlenimi uyandırmayacak, aynı zamanda başkalarının (buna arkadaşlar da dahil..) mahremiyeti sayılacak hiçbir alana girmeyeceksin, isim aktarmaktan kaçınacaksın, ve bu sadece olumsuz ya da eleştirel durumlar için değil, olumlu durumlar için de geçerli olacak.
Bunu bu sınırlara uyarak yapmayı becerebilirim herhalde, ama, zamanım yetmiyor. Çözümü bilmiyor olsam, daha rahat edeceğim.