Sunday, March 22, 2009

Kafalar (böyle) karıştıkça, umut kaybolur




BirGün/pazar ekindeki bir yazımda değinmeye çalıştığım fikiri önce bir kaç konferansta dile getirdim, dinleyicilerimin geri bildirimleri kafamı her zaman olduğu gibi karıştırarak berraklaştırdı. (bkz. ilk kitabıma giriş alıntısı yaptığım Picabia sözü: kafalarımız içinde fikirler dolaşsınlar diye yuvarlaktır.)
Yol bulma konusunda bir toplumsal sıkıntımız olduğu, ama bunun vahim boyutlara ulaşmasındaki rolün "yol gösterici"lerden kaynaklandığı biçimindeki (neredeyse saplantılı) düşünceme bir tür kanıt gibi gördüğüm için, TEM'deki bu sapak benim için müthiş değer kazandı:)
yazı aşağıda; resimlerden birisi çizgi ile durumu anlatmaya çalışıyorum. diğeri de, tabelaların fotografı...

"İstanbul (ya da Türkiye) trafiği, kafa yapımızın nasıl allak bullak edilebildiğinin, kendimizi geliştirmek için kullanabileceğimiz aklımızı, sadece alışkanlıkla verdiğimiz otomatik yanıtları dizginlemek için kullanmak zorunda kalışımızın örnekleri ile doludur.
Fotoğrafta gördüğünüz (ve de krokisini eklediğim) durum, TEM’den FSM köprüsü yönünde giderken, eğer Sarıyer-Levent çıkışından çıkmaya kalkarsanız, karşılaşacağınız “karmaşa”dır. Sağa doğru çıkışta, yol kısa bir süre sonra ikiye ayrılır. Kuşbakışı baktığınızda, sağınızda Levent, solunuzda Sarıyer durmaktadır. Ama, yol ve işaretleri Levent’e gitmek isterseniz sizi sol’a (Sarıyer’in olduğu tarafa), Sarıyer’e gitmek isterseniz, sağ’a göndermektedir. İstanbul’u biraz biliyor olmak, içinizden gelen ile dışarıdan bildirilen arasındaki çelişkiyi arttırır. Hiçbir şey bilmez durumda, kente yabancı şöförler bu çelişkinin dışında kalırlar. Bilgi yine başa dert olur.
Düzensizlik ve tutarsızlığın yarattığı kafa karışıklığının kafa çalıştırıcı ve zihin açıcı bir faydası olabilir mi? Kısa bir süre için, ve belki. karışıklı durumunda, sürekli “kriz yönetimi” vitesinde çalışan ön beyin sadece günü kurtarma ile meşgul olur. Kafamız karıştığında, kendi bildiklerimizle çevreden duyduklarımız çeliştiğinde, alışkanlıklarımız duruma egemen olur. Alışkanlık deyip geçmeyin, içimizden gelen, ilk nasıl öğrendiğimizi bile hatırlamadığımız güçlü davranış eğilimi, bizi bir tür ele geçirir. Ne yaptığımızı bilmeyiz; “farkında bile olmadığımız” bir çok hareket böyle gerçekleşir.
İnsan beyninin planlama, geliştirme ve yenilik düşünme işlevleri sırasında kullanılan önbölgesi, tedirginlik yaratan karışık durumlarda, kendini kontrol için kaynakları kullanır. Geleceği tasarlamak için kaynak kalmaz. Umutsuzluk verici bir karmaşayı, trafik işaretleri ile başlayarak yaratabilirsiniz."
bir ekleme yapayım; istanbul'u hiç bilmiyor tanımıyor olsanız, bu hataya düşmezsiniz. levent ya da sarıyer'in hangi yönde olduğunu kestirememek işe yarayacak. bir kez daha, bilgi zararlıdır, dedirten durum...

Fenerbahçe

Hasta taraftar olmayı bırakalı neredeyse 30 yıl oldu. Ama kayıtsız kalmak mümkün değil. FB’nin Bursa yenilgisi beni bile futbol ve FB hakkında konuşturdu. Çünkü, FB hakkında düşünmek Türkiye hakkında düşünmek demek... Bu klişe cümlemi ağzımdan çıktıktan hemen sonra yadırgadıysam da, futbol hakkında klişesiz konuşmak zor. Hayata asılmayan, sadece kendine fırsat tanınmasını bekleyen, ama fırsat arama ya da yaratma konusunda orman arazisi çevirme veya topluma ait plaja şezlong atma tipinde fırsatçılığı anlayan bir davranış tarzının ağır bastığı bir ülkede yaşadığımız söylenebilir. FB’nin şu andaki halini bu durumdan soyutlayabilir miyiz? Ayağına gelen topa vuran, topun peşinde koşmayan, maça asılmayan oyuncular... Canı istediğinde çok iyi oynayan, ama o maçta oynama arzusunun gelip gelmeyeceği belli olmayan oyuncular
Hemen itirazlar yükselebilir: Herkes böyle, başka takımlar farklı mı? FB’deki “yabancı”lar da mı bu davranış tarzını benimsemişler, başka ülkelerde gelişip yetkinleştikleri halde? Nasıl oluyor da değişiyorlar? Genetik bir etki yok ortada. Bir “kültür” var; sansasyonel olanı, göz boyayıcı olanı destekleyen... Sadece büyük ya da dışarı gözüken maçları ciddiye almanın, “tribünlere oynama”nın alkışlandığı bir kültürde, emek veren, kendini gösterme meraklısı olmayanların barındırılmasını bekleyemeyiz. Genetik değil kültürel olduğunu, her gelenin bir biçimde etkisi altında kalıp, geldiği yerin havasını çalmasından anlayabiliriz. Bu alışkanlıkları yadırgamayıp, savunmaya geçmemiz de aynı kültüre alışmamızdan, başka türlüsünün mümkün olmadığını düşünmemizdendir.
“Böyle gelmiş, böyle gider” sözümüzdeki karamsarlığın, kültürün içinden çıkıp her yerimize sızdığını hissederiz. Karamsarlık oradaysa, yönetim değişikliği, antrenör değişikliği, futbolcu değişikliği beyhudedir... Derdimiz kültür ise, ülkede hayata asılmayı, FB’de maça asılmayı önleyen kültürü ne yapmalı? Öylece bırakmalı mı? Değiştirmeli mi ? Aslında hayattan pek bir şey beklemeyen, ya da çok şeyi hemen bekleyen, karamsarlık kültüründen nasıl kurtulmalı ? FB’nin hayatını değiştirebilecek şeyler, ülkemizin hayatını da değiştirebilir.