Friday, October 12, 2007

kitabı kimlere adamıştık?


250 soruda kitabının şule ve benim için özel bir değeri var; kitabı, doktorluk mesleğini seçmemizde bize ilham kaynağı olmuş aile büyüklerimize adadık. hiç biri hayatta değil ne yazık ki, hepsini rahmetle anıyorum. Kİtapta mezuniyet tarihlerini de verdiğimiz aile büyüklerini kısaca tanıtayım.
Dr Ali Kemali bey (Köse), Şule'nin babası, Kalecik doğumlu, Tıp fakültesinin 1952 mezunu, Ankara'da uzun yıllar serbest çocuk hekimliği yapmış, vakitsiz bir ölümle bizleri kendisinden yoksun bırakmış bir kişi.
Dr Nafiz bey, benim dedem (babamın babası, sağdaki resimde gazete okuyan) Safranbolu 1884 doğumlu, Tıp fakültesinin 1907 mezunu (evet, bugünden yüzyıl önce), Selanik'ten başlayarak bir çok yerde, en uzun süre de Aydın'da serbest hekimlik yapmış bir tatlı adam. benimle zaman geçirecek kadar uzun yaşamış olmasını şans sayıyorum.
Dr Seyfettin bey, amcam, Karacabey doğumlu, Tıp fakültesinin 1939 mezunu, genel cerrahi uzmanı olarak en çok İzmir'de çalıştı. o Her şeyden anlayan doktorlardan, benim aşılarımıo bile yapan bir genel cerrah...
Kendisinden çok şey öğrenme fırsatım oldu; daha fazlasına hayat elvermedi. Amcamın bir özelliği müthiş bir görsel sanatçı olmasıydı, 1930larda kamerası olan nadir insanlardan...
Dr Yılmaz bey, (Bilgin), dayı olarak hitap ettiğim, annemin halaoğlu, Diş Hekimliği Fakültesinin 1955 mezunu, Türk Diş Hekimleri Birliğinin Kurucu Başkanı olarak tanınan, ankara'nın en tonton diş hekimiydi; ankara fen lisesi yıllarımda dizinin dibinde geçirdiğim zamanlarda kendisinden çok şey gördüğümü düşünürüm.

yeni bir kitap: 250 soruda


Dr Şule Yazgan (eşim ve çocuklarımın annesi) ile Açık Radyo'da 2000lerin başında birlikte yaptığımız Güzel Günler programı sırasında bir kitap fikri "doğdu", eşler iki çocuktan sonra çocuk değil beraber kitap yapsınlar, gibi bir fikir türetmeyin lütfen.
Fikir şöyle değildi:
beraber bir soru-cevap kitabı yazalım, herkes ezberlesin, biz de sınav yapalım filan... Tamam, ciddiyete dönüyorum:
Cevabını bildiğimiz soruların yanısıra annebabaların da cevap üretmesine yardımcı olacak cinsten bilgileri de içeren bir kitap yazalım, dedik. geçen yıl olimpos/çıralı'da başladık, bu yaz başı bitirdik. uzun sürmesinin nedeni, kitaba ayırabildiğimiz zamanın kısıtlılığı; yoksa, öyle bir yılda yazılacak cinsten bir şey beklemeyin. ama kesin olan şu, ikimizin de deneyimleriyle beslendi; o sebeple okuyanlardan aldığımız güzel geribildirimlerde "çok gerçekçi, aynen öyle, nerden bildiniz" gibi ifadeler bolca yer alıyor.
aşağıya kitabın önsözünü alıntılıyorum;


Bu kitapta, doğumdan 7 yaşına kadarki dönemde aşılan gelişim basamaklarına, sağlık sorunlarına, beslenme ve büyümenin en önemli yanlarına, yaşanabilecek olayların çocuk ve aile üzerindeki etkilerine ilişkin 250 soru ve cevap bulacaksınız.
Mektuplar ya da elektronik posta ile gelen sorulara cevap vermenin zor bir yanı vardır. Bir yandan, bir yardım çağrısını karşılıksız bırakmamak, okur ya da dinleyici ile bir fikir alışverişine girmek isteriz. Öte yandan, en istemediğimiz şey, sorunun sahibini yanıltmak, eksik ya da yüzeysel bilgiyle yanlış bir yönlendirme yapmak, bir zarar doğurmaktır.
Türkiye’nin dört bir köşesinde, plajda, hastanede, köyde, kasabanın konferans salonunda, yönetim kurulu odasında, uçakta, minibüste, şehir hatları vapurunda, kısacası aklınıza gelebilecek her yerde ve herkesten değişik sorularla karşılaştık.
Bütün soruların ortak bir yanı var: İnsanlarımız çocuklarını, kendini, sevdiklerini ve hayatını daha iyi anlamak ve tanımak, daha iyileştirmek istiyor. Bunun için, “bir bilen” olduğunu düşündüğü her kişinin görüşünü soruyor, kendi yaptıklarının, hissettiklerinin doğruluğunu, uygunluğunu anlamaya çalışıyor, araştırıyor.
Okurlardan, dinleyicilerden gelen soruları seviyoruz. Bazen, tam doğru ve gerekli cevabı veremediğimizi hissetsek bile, bizi o konuda daha çok düşünmeye yönelttiği için seviniyoruz. Yazdıklarımız birer değişmez buyruk, ya da uyulmadığında her şeyin altüst olacağı kanunlar değil. Özellikle ruh sağlığına ilişkin olan bazı soru/cevaplar, kültüre ve hayat felsefesine göre farklı değerlendirilebilir.
Her çocuğun hayat çizgisi. Çocuğunuz anne karnına düştüğü andan başlayarak, değişik aşamalardan geçerek ilerler. Her çocuk için farklı bir hayat çizgisi vardır. Her farklı hayat çizgisinde ortak olan ise, aşılması gereken dönüm noktalarıdır. Her dönüm noktası aşıldıkça çocuğu bir sonraki gelişim durağına taşır. Her gelişim basamağı, evrensel ve kaçınılmazdır; problem çıktığında zorlayıcı olabilir: Anne kucağından yere inebilmeyi (ve ortalığı dağıtabilmeyi) sağlayan yürüme, beden işlevlerini kontrol edebildiğimiz için gelişen tuvalet alışkanlığı (“anne çişim var!”) , anne sütünden katı besine geçiş (“yemiycem bu iğrenç köfteyi!”, okula gidiş (“kimse beni sevmiyor okulda”), ayrılık (“beni bırakma!”)...
Bir çocuğun hayatını etkileyen, hayatın cilvesi sayılabilecek kendi dışındaki olaylar da sayısızdır. Bazıları kaçınılan, ertelenen, ve uzak durulan, bazıları da, hayatın şu ya da bu şekilde getirdiği, herkesin yaşadığı cinsten olaylar: taşınma, boşanma, hastalık, anne-baba ölümü, toplumsal kargaşa, yoksulluk, savaş...
Her gelişim basamağı, her hayat olayı, çocuğunuzun (ve kendinizin) özelliklerini keşfedip, onu daha yakından tanımanız için bir fırsat, aşıldığında çocuğunuzu daha ileriye taşıyan bir basamaktır

Biz her şeyi bilen gurular değiliz. “Çocuğunuz ne kadar şanslı!” sözünü her duyduğumuzda bir durup düşünüyoruz. Birimiz (Yankı) çocuk psikiyatristi, diğerimiz (Şule) çocuk doktoru olduğundan, çocuklar hakkında kimsenin bilmediği şeyler bildiğimiz, kimsenin çözemeyeceği sorunları daha çıkmadan görebileceğimizi düşünüp varsayan bir çok kişi ile karşılaşıyoruz. “Çocuğunuz ne kadar şanslı,” sözüne inanabilmek isterdik. Çocuklarımızın ne düşündüğü apayrı bir konu. Ne var ki, bizde olduğu varsayılan olağanüstü becerilere sahip değiliz. Bildiklerimizi yok sayacak ya da sahte bir tevazu gösterecek değiliz; ama bildiklerimizi kendimize ve yakınlarımıza uygulama başarısı konusunda bir iddiamız hiç yok. Üstelik, kesinlikle bildiğimiz bir şey var ise, o da, bir çocuğun hayatındaki her dönüm noktasının, bize bildiklerimizi unutturan, elimizi ayağımızı birbirine karıştırtan bir yanı olduğu...
Kafamız karıştığında. Dostlarımız, çocuklarımızın dedeleri, büyükanneleri, komşumuz, öğretmenler, çocuk doktorları, çocuk psikiyatristleri, gelişim uzmanları, pedagoglar, psikologlar, anne-çocuk sağlığı doktorları ve hemşireleri... Ne kadar çok akıl alacak, yol gösterecek insan var. Sağduyumuz, içgüdülerimiz, deneyimlerimiz, mantığımız... Bu kitabı da kafanız karıştığında, ya da kafanızı biraz karıştırmak, değişik konularda yeni fikirler üretmek istediğinizde kullanabilmeniz, yanınızda görebilmeniz dileğiyle.
Hayatında çocukların yeri olan herkese...


Şule Yazgan
Yankı Yazgan
İstanbul, 2007 Haziran

küçük otelde mahalle baskısı

küçük otellere gitmenin tatlı ve tatsız yanları vardır. şimdiye kadar hep tatlı yanlarını hissetmiştim, belki aynı yerlere gittiğim için.
Değişiklik olsun ve belki bu mevsimde daha sıcak olur diye gittiğim, benim yer seçimim de yanlış olan, sekiz-on odalı güzel mi güzel binalı bir otelde kalırken, diğer odalardakiler kaynaşmış bütünleşmiş bir grup olarak otele vasıl olduklarında, mahalle baskısı denen durumu hissedebildim.
Yok, gayet iyiyim, baskı yapanlara baskı yaptıklarını bile hissettirmedim, hatta durumdan memnun olduğumu düşünmüş bile olabilirler.
Ama gözlemlerimi hemen kaydettim:
küçük otelin çarkları, otomatik olarak, birlikte, toptan hareket eden çoğunluğa göre dönmeye başladığı için (ben de zaman zaman o çoğunlukta olduğum durumları, çevredekilerin "biz"i nasıl algıladığını, bu azınlık günlerimde daha iyi hatırlıyorum, anlıyorum), küçük otel bir totaliter sisteme dönüşebilir. gece gürültüsü artar, yemek ve dinlenme alanının düzenlemesi çoğunluğun (tabii, bu öbeklenmeyi tercih eden bir çoğunluk ise, her zaman böyle olmuyor) pozisyonuna göre şekillenir.
üstelik bu değişiklikler, oteli yönetenlerin ya da çalışanların arzusu dışında, hayatın doğal akışı sonucu gerçekleşir. herkes iyi niyetlidir; aslında, oteldeki çoğunluğu oluşturan grubun da, azınlığın haklarını yerinden oynatmak gibi bir amacı yoktur. en azından bizim kaldığımız yerdeki çoğunluk mensupları, demokrat diye bilinen gazeteleri okuyan, tek tek baktığınızda derli toplu saygılı insanlardı. bir anket yapsaydık, hepsi de küçük otel totalitarzimine karşı çıkabilirlerdi.
otellerin şu sıkışık piyasada, ne kadar yer satabilirlerse, "o kadar kâr edeceğiz" diye düşünmelerini anlayabilirim. o bayram için iyi bir alışveriş olabilir. ama bir sonraki tatil dönemi içinden en azından beni listeden silebilir. fanatik bir küçük otel/pansiyon meraklısı olarak bu duruma üzülüyorum.
Oda sayısını arttırmanın da buna çözüm olacağını düşünmüyorum, o zaman da küçük otel olmaktan çıkılabiliyor. Tabii, sayı sekizde kalmayabilir, ama 30 odalı bir oteli küçük otel kabul etmek zor. 2 metre boyunda ve 13 yaşında bir genci çocuk gibi görebilmenin zorluğu gibi.
küçük otellere dörttebirden büyük çoğunluğu oluşturacak öbek misafiri kabul etmemek totalitarizmi önleyebilir.
buna bir tür üst sınır barajı, diyebiliriz, alışılmışın tersi yönde bir baraj: yüzde 25 ve altında olanların "kazandığı." ya da, oteli olduğu gibi kapatırsınız, öbek dışında kimseyi kabul etmezsiniz, baskı yapacak adam kalmaz. tam diktatörlük. o zaman da grup içinde bölünür, seyreyle gümbürtüyü.
Tabii bu arada, Türk zekasının değişik kıvrımlarını ve çalımlarını artık "yasa koyucu" düşünsün, rezervasyon sırasında birbirini tanımıyormuş gibi yapıp, sonradan "ah, ne tesadüf" durumlarına karşı ne yapılabilir ki... En önlenmesi zor gözüken ise, oteldeki kalış sürecindeki tanışmaların getireceği öbekleşmeler; koalisyonlar...
Bu hiç bir zaman 20 yıldır tatili birlikte yapan arkadaş gruplarının çevredekiler üzerinde oluşturduğu mahalle baskısıyla yarışamaz, ama, belki otelde kalış süresine bir sınır getirilerek bu tür kemikleşmeler önlenebilir. umarım, bu post-bayram yazısını gereğinden fazla ciddiye almazsınız:))