Ihtiyacımız: sevmek ve çalışmak
(Bu sayıdaki yazımı Çağlar Çabuk’un sorularına verdiğim yanıtlardan bazılarını genişleterek veya değiştirerek oluşturdum. daha uzun olan aslını dawww.caglarcabuk.com websitesinden okuyabilirsiniz)
İş yaşamındaki en büyük sorunlardan biri mobbing. İnsanlar neden birlikte
çalıştıkları kişilere mobbing yaparlar?
Mobbing yapmak için kötü
bir insan ya da ruh sağlığı bozuk birisi olmak gerekmiyor. İş yeri, insanın iki
ana ihtiyacından birisi olan üretme (‘to
generate’) ihtiyacını (diğeri ise sevme, ilişki ve bağ kurma, cinsel
anlamın ötesinde) gerçekleştirebildiği bir yer. Yaptığınız işin, verdiğiniz
emeğin sonucunu görme arzunuzu karşıladığınız, bunu genellikle başka insanlarla
işbirliği içinde yaptığınız bir yer. Bu işbirliği ve bağlılık kavramlarına
bakınca, ikinci temel ihtiyaç olan sevme’nin ve bağ kurabilmenin de işyerinde
karşılanmasının mümkün olduğunu söyleyebiliriz (yok, işyeri aşklarını
kastetmiyorum). Şöyle düşünelim; çalıştığımız işyerleri, acaba bu ölçütlere ne
kadarı uyabiliyor?
Mobbing’i iş yerlerinin durumu mu tetikliyor?
Birçok iş yerinde part time ya
da esnek düzende çalışma var. bir çoğumuzun hayatına bu düzenlemeler daha iyi
uyuyor. Ama sonucunda uzun sürelerle aynı iş yerinde çalışanların bile
birbirini bilmedikleri bir düzen oluşabiliyor. Çalışanların çok hızla
değiştiği, hızlı 'turnover'ı olan iş
yerleri de var. Birçok hizmet o kuruma ait olmayan kişiler tarafından
veriliyor. Temizlik elemanı, ‘Ben aslında burayı temizliyorum ama, nerenin
elemanıyım’ sorusunu soruyor, ‘Hangisi benim şirketim? Aidiyetim nereye?’.
İnsan zihninin alıştığı gibi ‘bir yerde’ ve belli bir süreyle çalışmak
yerine alışkanlıklarımıza tam uymayan biçimde geçici/kısmi/esnek zamanla ya da
o yerde olmadan (homeoffice)
çalışmanın avantajları olduğu gibi, negatif etkileri de olabilir. Örneğin, aynı
mekan ve zaman diliminde beraber olmanın getirdiği (insanlar arasındaki)
bağların oluşması güçleşebilir.
Özellikle beraber çalışma deneyimi ve geçmişi az olan, işyerinde yeni
olanlar açısından bağların oluşup gelişmesini engelleyici olabilecek bu gevşek
ilişkilenme tarzı, ‘klasik’ koşullarda akla bile getirilmeyecek kopmayı,
terketmeyi, ortada bırakmayı mümkün kılar.
Başkalarıyla birlikte olma ve üretme biçimindeki ‘built-in’ çalışma
arzumuzu yeterince doyurmayan iş ortamlarında yaptığımızın, varlığımızın ne işe
yaradığını, emeğimizin hangi değeri yarattığını seçip anlayamadan çalışmak pek
tatmin edici değil.
Anlamsızlık duygusunu arttıran bu durumlarda kendinizi güvende
hissetmemek kolaylaşır. Varlığıyla tehditkar algıladıklarımızdan kurtulmaya
çabalar, bir biçimde güçsüz gördüğümüz başkalarıyla uğraşarak kendimizi sağlama
almaya çalışırız. Bu psikolojik bir süreç gibi gözükmekle birlikte, bireye ait
bir anormallikten ziyade kurumsal düzenlemelerin, çalışma ortamının yapısal
özelliklerinin doğurduğu bir durum olarak da görülebilir.
Kurumsallaşmaya çalışan şirketler var. Fakat en büyük direnci,
kurumsallaşmayı satın alan üst düzey yönetim yapıyor. Yapısal zemin hazır değil
diyebilir miyiz?
Kurumsallaşmaya başladığınızda, başkalarına hesap verme durumu ortaya
çıkıyor. Hesap vermek, aslında işbirliğinin bir parçası. “Ben vapuru kaçırdım,
buluşmamıza gecikiyorum” demek için arkadaşınızı aradığınızda bile bir hesap
vermektesiniz. Hesap verme, anlamlarının çağrışımındaki negatif içeriği bir
kenara bırakarak düşündüğümüzde başkalarını ciddiye almak ve kendinizin de aynı
biçimde ciddiye alınmanızı (saygı görmeyi) beklemektir. Kurumsallaşanlar, bu
saygı ilişkisini sağlayarak, gönüllü olarak rahatını bozuyor. Zor bir iş
yapıyor. O nedenle kurumsallık sürecinden vazgeçme, cayma arzusunu hissetmek,
yan yollara kaymak kolay. Evimizde bile çocuklarımıza kendimize koyduğumuz
kurallara uymakta zorlanmıyor muyuz? Pişman olmuyor muyuz? Ama rahatını bozup,
dayananlar kazanıyor.
İnsanların toleransları ve birbirlerine saygıları da azalıyor sanki?
Başkasını ezmeyi hak bilenlerin sayısında bir artış var mı göründüğü
gibi, araştırılabilir. Siz çok kolay incinebilir olduğunuz için başkalarından
gelen tehditlere daha hassassınızdır. Bir de içinizde bir anlamda, bir yerde
bilmediğiniz zamanda büyük bir haksızlığa uğramış bir kişinin, kendine her şeyi
hak bilen, adeta bir çocuk gibi canının çektiğini yapmayı isteyen bir mağdurun
ruh hali vardır. O bana öyle yapmıştı, ben de istediğimi hem de ömür boyu,
sürgit başkalarına yapabilirim, çektirebilirim. “Şimdi sıra bizde” bunun bir
çeşidi. Siyasette de görebilirsiniz. Hak ettiğiniz ve tükenmek bilmeyen
bir başkasına istediğini yapabilme ‘açık çek’i.
Peki, toleranslı olmak ve bunu karşınızdan beklemek neden hayale
dönüşüyor?
İnsanlar arası işbirliğini pekiştiren, beraber yaşamayı geliştiren her
türlü yaşam ve çalışma düzeni, aile, okul ve iş yeri başta, dediğimiz
problemleri sınırlar.
Soruyu şöyle soralım. Mobbing
nerede olmaz? Kurallarını bireyin özgürlüğünün korunması üzerinden koyan ve
uygulayan bir ortamda, söz söyleme özgürlüğü olan, birbirini dinleyen insanlar
arasında açık iletişimin olduğu olduğu ortamlarda ‘mobbing’ olasılığı düşer. Üretirken insani ihtiyaçların
karşılanmasına odaklı kurumlar bu olasılığı yapısal olarak azaltırlar.
İhtiyacımız olan nedir peki?
İnsanın iyi ilişkiler kurmaya ve üretici olmaya ihtiyacı var. Freud’un
deyişiyle ‘sevmeye ve çalışmaya’…
No comments:
Post a Comment