Severek ayrılalım
Her sabah yakınından geçtiğim bir çocuk yuvası
var. Her sabah burada müthiş ayrılık sahneleri yaşanıyor ve ben de durup
seyrediyorum. Ayrılık sahnelerinin genellikle iki oyuncusu olur, burada da
öyle: anne ve çocuk.
Rengarenk
tulumlar içinde ve elleri-yüzleri uyku mahmurluğunun izlerini taşıyan çocuklar,
gözlerini, kendilerine benzer yüz ifadeleriyle bakan annelerinin gözlerine
çakıştırıyorlar. Ayrılık anından birkaç dakika önce başlayan el sallaşma, kendi
kendine sözcükler mırıldanma faslı, çocuk yuva binasının içinde iyice gözden
kaybolana dek sürüyor. Şehrin sabah kargaşasını hiçe sayarcasına, son derece
yoğun, iki kişilik dünyaların en iyi örneğini veren anne-bebek çiftlerinden
öğrenecek çok şey var.
Havaalanında, otobüs
terminalinde, tren istasyonundaki uğurlamaları andıran bu sahnelerin,
filmlerdeki klişelere benzerliği, evrensel bir durumla karşı karşıyayız,
dedirtiyor. Filmlerdeki herşey hakikat, malûm.
Sevgi
Dansı. Boston’dan Terry B. Brazelton ve ekibinin ‘Sevgi Dansı’ adını
verdikleri bir ‘film’de de anneler, babalar ve bebekler oynuyor. Bebeklerin en
yaşlısı 4 aylık! Araştırmanın amacı, hayatın ilk aylarındaki duygusal ve
zihinsel gelişimi hakkında gözleme dayanan bilgiler edinmek. Anneyle bebeğin üç
dakikalık beraberliği görüntüye kaydedilip kare kare izlendiğinde, bebeğiyle
‘iyi’ ve ‘kötü’ vakit geçiren anneler ( ve babalar) hakkında çok fazla veri
toplanmış.
Bu filmi çocuk psikiyatrisi
eğitimimin ilk ayında seyrettiğimde, bir “klasik” olduğunu aslında epeydir
biliyordum. Küçük çocuk kliniğinin direktörü Linda Mayes, biz asistan
doktorlara “içinizde kendi çocuğu olan var mı?” diye sorduğunda, cevabımız
“hayır”dı. Niye sorduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Kendi çocuklarımla
yaşadıklarım, filmde gördüğüm her şeyi bana hatırlattı; filmden hatırladıklarım
çocuklarımla yaşadıklarımı daha iyi farketmemi sağladı. Kuşkucular, “bir işe
yaradı mı?” diyebilir (!), ben de “her şey olacağına varır” diyerek kendimi
savunurum. Ama biz filme geçelim.
İlgi
ve sevgi, molasız olmaz. Anne odaya girdiğinde, çocuğun bacaklarını
sıkkıştırır ve tatlı tatlı konuşmaya başlar genellikle. Bebek ise anneyi görür
görmez, onu bir gülücükle selamlar. Bu girizgâhtan sonra, elini ayağını anneye
doğru uzatan bebek dansı açar.Filmi kare kare izlediğinizde, bebeğin iki ana
davranış eğilimi arasında gidip geldiği görülür: Anneyle ilgilendiği anlar ve
adeta ilginin yoğunluğunun altında ezilmemek için durgunlaştığı anlar, dakikada
dört kez birbiriyle yer değiştirir.
Benzer bir
döngü anne için de geçerli. Bebek daha ilgiliyken anne öne eğik, çocuğun
‘üstüne düşer’ durumdadır. Bebek durgunlaştığında, annenin tutumu da uygun bir
tona kavuşur. Filme normal hızında baktığınızda, sakin, yumuşak bakışlı, bir
bebek ve uysal, sözlü ya da davranışsal olarak ‘tatlı’ mesajlar yollayan bir
anne görürsünüz.
Film
boyunca dikkat çeken ana özellik, anne ile bebek arasında ‘feedback’ ilkesine
uyan bir duygu alışverişi. Bebek bu ilişkiden kendisi hakkında bir sürü şey
öğrenir. Davranışlarıyla bir başkasını nasıl etkileyebileceğini de öğreten
süreç budur. Anne ise bebeğinin ihtiyaçlarına ve duygusal taleplerine nasıl
karşılık vereceğini, kendisini nasıl ‘ayar’ edeceğini öğrenir.
Piyano
çalarcasına bez değiştirir anne. Bebeğin kendisini nasıl hissettiğini,
anneler (içgüdüsel olarak) yüzlerinden anlayabilir. Sözgelimi, bebeğin altını
değiştirirken izlediğiniz bir anne, bebeğiyle ritmik bir etkileşim içerisinde,
onun tepkilerine uyum göstererek ve adeta piyano çalarmışcasına bir
akıcılıkla ‘icraatını’ tamamlar (Evet; alt değiştirme işleminden söz ettiğimin
farkındayım!). Bebek, sanki doğuşundan gelmiş bir yatkınlıkla bu ritmi
belirler. Annenin ritme uyumsuzluğu, örneğin suratı asık, donuk ifadeli
davranışları bebek için akıl almaz bir durumdur. Suratı asık anneler konusuna
başka yazılarda da değiniyorum, hem depresyona bağlı olarak, hem de annenin
“tabiatı” icabı olarak...
Her
şeyin bir sonu vardır. Bu ‘dansın’ en önemli özelliği, bir “son”unun
olmasıdır. Yani, dans sürgit devam etmez. Böylesi keyifli bir etkinliğin gün
boyu sürmesi ilk bakışta cazip gözüküyor. Ama kendi haz verici/alıcı
yaşantılarımızın kimilerinden bildiğimiz gibi sonu olmayan böylesi yaşantılar
‘kabak tadı’ verebilir.
Bebek için ise, yoğun ilişkinin
ardından bir ‘ayrılığın’ geleceğini öğrenmek, ayrı ve özerk bir birey olduğunun
ilk dersi olur. Annenin (ve babanın) en önemli işlevlerinden biri de bu
özerkleşmeyi destekleyici tutum almaktır.
Özerkleşme’yi, dilediğini yapmaktan ziyade,
dilediğini ne zaman ve hangi koşullarda yapabileceğini bilmek olarak
tanımlarım. Örneğin, bebeğe bazı minicik sınırlar koymak, bazı isteklerine
‘hayır’ diyebilmek, bebeğin sadece önüne konan nesnelerle yetinmesini
kabullenmek gibi…
Ayrılabilmek ve bırakabilmek Bu sınır koyma konusuna hemen burun kıvırmayın.
Bebeğe ‘fırça atmak’ ya da “boyun eğdirmek” anlamında bir olumsuzluktan çok,
bebeğin sınırlarını tanımasına yardımcı olmayı kastediyorum. Elbette, kendi
sınırlarımızı bildiğimiz ve bu sınırlarla barışık olduğumuz ölçüde, koyduğumuz
sınırlarda mâkul ve etkin olabiliriz. Durabilmek, bebeğinizin çocukluğa geçişte
geliştirmeye başladığı değer sisteminin temel taşı olacaktır. Bebek bu ritmik
sevgi dansını yapmaya başlayıp sonlandırmayı ve tekrar başlamayı öğrendiğinde,
ayrılık yaşantısını öğrenebilmesi için,
annenin de bebeğinden ayrılabilmeyi, dansa ara verebilmeyi öğrenmiş olmasına
ihtiyaç var.
Diğer yandan, daha yeni kavuştuğumuz
bebeğimizden nasıl ayrılacağımızın hazırlıklarını yapma fikrini de içten içe
saçma bulduğumu itiraf etmeliyim. Ben “ayrılalım” demiyorum, ayrılığa
hazırlıklı olalım, çünkü ayrılık zamanı gelip çattığında, hazırlıksız
yakalananlar en büyük acıyı çekiyor. Ayrılığı yok saymamız, onu ertelemiyor.
Biz
özerk miydik? Türkiye’deki bebeklerin büyütülüşünde özerkleşmeyi ne
ölçüde destekliyoruz ? Bebeklerin büyümüş halinden, yani erişkinliklerinden
geriye bakıldığında özerkleşmenin pek
teşvik edilmediğini, dolayısıyla, ayrılık yaşantısının yeterince
öğrenilmediğini düşünüyorum.
Düşe kalka öğrenerek büyümemize pek izin verilmeyen
ailelerde büyüyoruz. Tülbentle sırtımızdaki ter “üşütürüz” diye alınırken,
lokmalar “sonra zayıflar ve hastalanırız” diye ağzımıza konurken; gençliğimizde
“hazırlopçu”, “hayatı kavrayamayan” olmamıza şaşmaya ve kızmaya kimin hakkı
var? Anne-babasından uzakta kalamayan, evden ilk ayrılığında dağılan üniversite
çağındaki gençler, elde ettikleri özgürlüğü kullanmak yerine anne-babalarının
dizinin dibine yapışmaktalar. Bunu aileye bağlılık olarak görenler olabilir,
ama, bağlılık ile bağımlılık arasındaki farkı anlatabilmek için bir örnekten
yardım alayım:
Kıyıdan ayrılan kayık. Bir kayık
düşünün, kıyıya bağlanmış... Kıyıdan ayrılmak istiyoruz. Ama halatın
bağlanışına bağlı olarak, durumumuz değişebiliyor:
Birinci seçenek, ip düğüm olmuş,
çözmek mümkün değil, ancak koparıp atarak ve bir daha bağlanmamacasına
ayrılabiliyoruz. Çok bağlı olan, ama koptuğunda iki yabancı olunabilen ilişkiler
gibi. Bağlılığımızdan ancak bir darbe ile kurtulabiliyoruz, üstelik ilişkiyi de
kaybederek. Geri dönmemecesine...
İkinci seçenek, ip çok gevşek, bağlanma filan yok,
öylece tutturulmuş; ilk dalgada kayık kıyıdan uzaklaşmaya başlıyor bile.
Ayrılık kayığın inisiyatifinde değil, öylesine savruluyor.
Üçüncü seçenekte, usulüne göre
düğümü atılmış bir halat... Gitme vakti gelince, çözersiniz düğümü. Dönme vakti
gelince de, gelir, aynı yere bağlarsınız kayığınızı. Özerk gelişmeden buna
benzer bir durumu, ayrılma ve birleşmenin kendi inisiyatifimizde olduğu bir
süreci kastediyorum. Bunu yapabilir hâle gelmek için, bebeklikteki dansı iyi
öğrenmek işe yarayabilir. Garantisi tok elbette...
İlk partner biziz,
sonrakiler... Şu yuvadaki ufaklıklara dönersek… Onların ayrılık
yaşantılarıyla başa çıkabilirlikleri, iyice bebekliklerindeki deneyimleriyle
çok bağlantılı. Annelerinin, onlarla ‘sevgi dansı’nın yapma becerilerine de çok
pay düşüyor. Bebeklerin ilk dans ‘partner’i olmak çok keyifli olsa gerek. Ama
bebeklerin büyüdükçe dans eşlerinde değişiklikler olabileceğini, bizden sonra
başkalarıyla da ‘iyi’ dans edebileceklerini kabullenebilmek de bir o kadar zor.
No comments:
Post a Comment