Arka sıralar
Belki farkındasınız, son
yazılarımda 1960lar ve 1970lerdeki çocukların şimdiki haliyle ilgiliyim. Geçmişten
bugüne anılarımda taşıdığım çocuklardan oluşturduğum (bu sayfada zaman zaman
okuduğunuz) şimdiki hal ‘rekonstrüksiyon’larının bağlamlarından birisi de
okullar.
Ilkokul düzeyindeki ‘iyi
okul’lar, bulunduğumuz kent ya da mahallenin seçkinlerinin çocuklarını
barındırdıkları için ‘iyi’ olarak tanınırlardı. Yaklaşık 70 kişilik ilkokul
sınıfımın ön sıralarını dolduran ‘seçkin çocukları’ temiz önlükleri ve
yakalarıyla diğerlerinden ayrılırlardı. Babanız ne iş yapıyor sorusu arka
sıralardaki soluk önlüklülere pek ulaşmadan kalırdı belki de.
Dersler ön sıraların
egemenliğinde sayılır, arka sıralardan nadiren kalkan parmak pek görülmezdi. Teneffüsler
ise arka sıralara terk edilmişti. Arka sıralardakilerin koşturma, itekleme,
topa vurma becerilerinin hiç biri biz ön sıradakilerde o ölçüde bulunmuyordu.
Ama asıl gözükara cesaretleri bizde hiç yoktu. Mahallenin 3-5 apartmanından
gelen ‘biz’, apartman çocuklarıydık (80-90ların ‘site- villa çocuğu’ gibi).
Sayısız kere olduğu için öğretmen dayağı sıradandı.
Öğretmenimizin iyi kalbinden şüphemiz yoktu, ‘vurduğu yerde gül biter’di; hele
arka sıralarda vuruyorsa mutlaka bir
sebebi vardı. Nedense kendisinden korkmamamın kaynağı, tam ne olduğunu
bilmediğim bu sebeplerden hiç birisini taşımadığıma olan bir tür ‘sınıfsal’
inançtı, belki.
Soruların cevabını bilememek
bazen dayak sebebi olabilirdi. Bir gün öğretmen arka sıralardaki çocuklardan
Bekir’i tahtaya çağırdı. Bekir sadece soluk önlüklü değildi, bir de tahta
çantası vardı. Yeşil boyası yer yer soyulmuş bu tahta çanta bana ilginç
gelirdi, babamdan tahta çanta istemeyi düşündüğümü hatırlıyorum. Bekir
soruların hiç birisini bilemediği için dayağı yiyeceğini anlamıştı. Ama
öğretmenin nereden hangi arada eline geçirdiğini anlamadığımız yeşil tahta
çantayı kafasına geçireceğini tahmin etmemişti. O ve herkes şaşkına döndü.
Çanta ikiye ayrıldı; Bekir kirli suratında belirgin gözyaşlarını ve birden
peydahlanan sümüklerini silerek yerlere dökülen 3-5 sayfayı (o zaman
worksheetler yok, ama defterlerin zamkı tutmadığı için kolay dağılıverirlerdi)
toplamaya başladı. Ne yapacağımı bilemedim bir süre, sonra koşup kenara
savrulmuş bir iki kağıdı alıp eline tutuşturdum. Bekir az sonra kırık
çantasıyla sınıfın kapısının önündeydi.
Bir daha bizim sınıfa da okula da
dönmedi. Birkaç kez okul kapısının önünde külahta çiğdem çekirdek satarken gördüm. Dört beş yıl sonra bindiğim minibüsteki
muavin oydu. O yaşlarda henüz ergenliğin hemen öncesindeydik. Simamız
çocuksuluğunu koruyordu, pek az değişmiştik. Hemen merhabalaştık, ama birbirimize
ne yapıyorsun diye sormadık. Çocukların şimdiki zaman dışına ilgilerinin pek
fazla olmadığı bu yaşlarda soruların o an ile sınırlı olması, ne yapıyorsun’un
cevabının ‘Kemeraltı’na gidiyorum’ gibi gerçekten tam o anda ne yaptığı ile
ilgili bir cevap olmasını getirir. Ama sahiden biribirimizin hayatını merak
etseydik de, ikimizin de ne yaptığı ve ne yapacağı az çok belliydi. Sormanın
bir manası yoktu. Minibüste paramı uzatırken ‘senden almam’ dediğini
hatırlıyorum. Öğrenci kardeşine sahip çıkan eli ekmek tutan kişi gibi değil de
bir eski dost gibiydi ikramı.
Arka sıralarda olan soluk önlüklü
bir çok çocuk gibi okulu terk edip giden Bekir’in arkasından dur diye giden
olmamasına şimdi hayret edebilirsiniz. Öğretmenimizin 70 kişilik sınıfın
arkasına sesini duyuramayıp elinin yetişmesine de…
O zamanlar şimdiden daha da
keskin gözüken sınıfsal ayrımların aynı sınıf/derslik/okul içinde yaşandığını
da görmelisiniz. Günümüzün apartman
çocukları Bekir’e ancak okullarındaki sosyal sorumluluk projeleri ile ulaştıklarında
rastlayabilir. Sınırlar daha keskin çizilmekte, çocuklar da birbirlerinden hem
çok farklı hem de artık birbirlerine yabancı. Yıllar sonra birbirlerine
rastlama olasılıkları yok.
OECD ülkeleri arasında Meksika
ile birlikte sosyoekonomik sınıf farkının eğitim performasına en derin
yansıdığı ülke olan Türkiye’de tahta çanta yerini çoktan Disney kahramanlarının
resimleriyle süslü (pazardan alınma ve ‘çakma’ da olsa) sırt çantalarına
bıraktı. Yoksulun yoksulluğu gözle görülür olmaktan çıktı. Iyi okullar da ‘iyi
olmayan’lar da iyi kötü düzgün binalarda yerleşikler; duvarlarda milli eğitim
standardı posterleri bile aynı.
Bilişsel olarak hayata eksik ya
da aksak başlayan çocuklar, öğrenemeyenler, aklı ermeyenler çoğunlukla arka
sıralardan geliyor. ABD’de sürdürülen bir çalışmada (Pittsburgh Youth Study,
Loeber ve ark. 2012), dürtüsel (aklına eseni o anda yapmaktan kendini
alakoyamayan) çocukların önünde iki gelişme yolu olduğu anlaşılıyor. Bilişsel
kapasite düşükse, öğrenme zayıfsa, davranış problemleri hızla sökün ediyor.
Giderek artıyor, genellikle okul hayatı bitiyor, davranış problemleri suç
işleme noktasına varıyor.
Bilişsel kapasitenin ortalama ve
üstü olduğu durumlarda ise, davranış problemleri ergenliğe kadar devam etse de,
hele erkek çocuklarda bu dönemden sonra problemlerde belirgin bir azalma
görülüyor.
Bekir’in öğrenme sorunları vardı,
ama bilişsel kapasitesi düşük müydü, dikkati mi dağınıktı, aklı başka yerde
miydi, bilemiyorum. Ancak Bekir’i okulda tutabilmek, devamını sağlamak bugün
bir fırsat verebilirdi.
Dikkati dağınık çocukların bu
özellikleri başlangıçta oldukça genetik etkenlere bağlı olsa bile, sonraki
yıllar içinde evde ve okulda kazanabildikleri ile telafi edilip
dengelenebildiğini biliyoruz. Genetik etkenler çocuklukta % 74 belirleyiciyken,
yaş büyüdükçe çevresel etkenlerin (sunulan eğitim olanakları, öğretmen ilgisi,
dikkat sorunlarının tedavisi gibi) durumun iyiye ya da kötüye gitmesindeki
etkisi ağır basmaya başlıyor (Kan ve ark, 2012). Bekir’e (ve benzerlerine) desteği
aralıksız sürdürebilmek mümkün olursa, yoksulluğun getirdiği haksızlık bir
ölçüde telafi edilebilir. 20-25 kişilik sınıflar, canından bezmemiş öğretmenler,
çocukların psikolojik ihtiyaçlarını sezen okullar ve durumu sahiplenmeye
üşenmeyen anne-babalar gidişatı tersine çevirebilirler.
Bekir’i bir daha görmedim. Yeşil
tahta çantayı hiç unutmadım.
3 comments:
yazılarınızı çok beğeniyorum, her gün ilgiyle sitenize girip yeni bir yazınız vvar mı diye bakıyorum, olmadığında buruluyorum, lütfen arka sıralara olan ilginizi kesmeyin, arka sıralardan zorluklarla ön sıralara gelen biri olarak keşke bende bir şekilde yardım edebilsem .. yeşil çantaları unutmamak dileğiyle...(çirken ördek yavrusu)
Çok güzel ve dokunaklı bir yazı olmuş hocam. Bana da kendi sınıfımdaki Bekir ve kapıcı çocuğu zavallı Ayşe'yi anımsattı. Keşke ben de Ayşe'yi yapılan çocuk zulümlerinden koruyabilseydim...
Bekir'in öyküsünden çok etkilendim. Keşke günümüzde yaşasaydı!
Post a Comment