Havaalanında oturup her zamanki gibi rötarlı THY uçağının kalkış saatini beklemekteyim. Bir yandan da, sabah yaptığım bir konuşmayı kafamda evirip çeviriyorum. Sınırlı bir zaman diliminde, 800 civarında dinleyiciye bazı temel bilgileri aktarmak, bir çok kişinin sorusuna yüzeyden de olsa değinen cevaplar verebilmek beni rahatlatmış olmalı; ama aklıma yatmayan bir durum var. Ne olduğunu çıkartamıyorum...
Öğleden sonrayı beraber geçirdiğim ve dinleyiciler arasında yer alan bir çift ile sohbetimiz sırasında söyledikleri birkaç husus durumu netleştiiriyor. Ama önce, huzursuzluğumun görünür sebebini anlatmalıyım.
Konuşmamda, her zaman olduğu gibi, “çocukların özgürlüğü”nün sınırları üzerine başladım. Kararları verirken, bilerek ve kendi çocuk kapasiteleri çerçevesinde bir yük almaları gereğini vurguladım. Beni dinlemiş ya da yazdıklarımı okumuş olanların bildiği cinsten şeyler söyledim. Örneğin, anne babaların boşanma kararlarını alırken bunun uygun olup olmadığını çocuklarına sormanın yersiz ve çocuğa taşıyamayacağı bir yük getirdiğini hatırlattım. Mahkemelerde, çocukların özgür iradesi adı altında, annenle mi yoksa babanla mı yaşamak istiyorsun ikilemine küçük çocukların sokulmasının saçmalığı da aynı çerçevede görülebilirdi. Üstelik, annebabalar bir çok konuda çocuğa özgüven kazandırma amacıyla çocuğa iki gömlek büyük gelen konularda karar aldırtır (ya da çocuğun kararlarına “saygı”lı davranırken), çocuğun”ben doydum, aç değilim” kararına aynı saygıyı gösteremiyorlar, ben de bunu anlamakta zorlanıyordum. Konuşmanın son slaydına gelememişken ben yalarda bir hanım söz almak için atıldı, özgür, kendine güvenli çocuklar yetiştirmeyi amaçlayan insanların bu dediklerimi uygulamamaları gerektiğini, çocuklar adına karar vererek onların özgüvenini yok edeceğimizi uzunca bir monologun içinde söyledi hemen ardından söz alan bir başka hanım (öğretmen olduğunu belirtti), benim çoklu zeka kuramından haberdar olmadığımın anlaşıldığını ortaya attı. Pencereden dışarı bakacak şekilde yerleştirilmiş bir masada çalışmanın dikkat dağıtıcı olduğunu, yüzümüz duvara dönük bir çalışma masasında caddeden geçenlere gözümüzün gitmesini engelleyebileceğimizi söylemiştim. Dinleyici öğretmen, bunun da “doğacı zeka”da olan bir çocuğa uygun olmadığını ekleyerek benim pek geleneksel kaldığımı vurguladı.
Bunda garip ne var diyebilirsiniz. Sınırların daha uygun konması, çocuklara yaşlarına uygun yükler verilmesi ya da anne-babanın kendi sorumluluklarından (işin kolayına kaçarak) uzak durması gibi konulara dikkat çektiğimde, bu görüşler her zaman kabul görmez. Çocuklara sınırlayıcı olmayla özgürlüğü kısıtlama arasındaki çizginin varlığını unutup, ikisini aynı keeye koyan dinleyicilerim ve okurlarım hep olur. Bazen kesin ifadeler kullandığımda, bu kesinlikten huylananlara, sözlerimi çürütmeye çalışan argumentative tutumlara, durduk yerde gıcık olanlara, ya da beni düşmanca eleştirenlere de alışıktım. Ancak...
Buradaki gariplik, iki dinleyicinin adeta bir “script” ile çocukları kendi yaş sorumluluklarının ötesindeki kararlarda (söz sahibi değil) karar alıcı yapmak konusunda ısrarcı olmalarında, ve bana bir cevap vermekten ziyade oradaki dinleyicilere seslenmelerinde idi. Arka planda başka ne olabilirdi, ona da akıl erdiremedim. Birileri yine taktı, deyip devam ettim. Her zamanki gibi diğer dinleyiciler, aktardığım bilgilerden kendi çıkarımlarını yaparak, benim bulabileceğimden daha iyi çözümlerle cevap ürettiler.
Meseleyi öğleden sonra öğrendiğim ayrıntılardan sonra anladım: benim söylemime militanca bir alternatif çıkartan iki hanım okuldan çok taze ayrılmış iki öğretmendi. Karar alma konusundaki duyarlılıklarının bu konuyla ilgisi ise daha trajikti. Başka bir okula transfer olan bu öğretmenler beraberlerinde öğrencilerini de götürmek istemişlerdi. Bazı aileler okul değiştirmemeye karar verirken, bazıları da çocuklarının öğretmenlerinden ayrılmaması düşüncesiyle yeni okula geçmeyi tercih etmişlerdi. Öğretmenler, bana olayla uzaktan ilgili birisinin anlatımına göre, çocukların öğretmenleriyle beraber okul değiştirmesi gelmesi için ailelerin çocuklarının aldığı karara uymaları gerektiğini savunmaktaydılar. Benim de bazı konularda ailelerin asıl söz sahibi olduğunu söylemem tetikleyici bir anlam kazanmış, “çocuklarınıza kulak asmayın, bu okulda kalın” demek olmuştu!! bir iddia da, okulun beni böyle şeyler söyletmek için getirttiği idi; ve ii ki de, bu "bilgi"leri o sırada bilmemekteydim. oturup ciddi ciddi açıklamalar yaptım. kavga filan çıkartmadım. salondakilerin diskur çeken dinleyicilere canla başla cevap vermeye çalışması yükümü azalttı, bana pek iş kalmadı. ben de asıl konuya döndüm.
Bu arada, provokatörlük açıklamalarına inanmayı hiç istemedim. belki de, yanlıştır. belki de, insanlar iyi niyetle sadece kendi fikirlerini savunmaktaydılar.
her neyse, öğleden sonrayı güzel bir sohbet, içecekler ve yiyecekler ile tamamladım. keyfim yerine geldi.
bu notları bloga yüklemem de, iki hafta aldı:)
Monday, May 11, 2009
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
7 comments:
biz bile bu yaşımızda kendimiz için neyin iyi neyin kötü olduğunu tam olarak bilemezken, çocuklara, hangi okula gitmek istiyorsun, ya da annenle mi babanla mı kalmak istiyorsun gibi sorular sorup kararı onlara bırakmak saçmalık bence. çocuğun ne istediğini öğrenmek önemli elbette, ama her istediğinin onun için yararlı olamayacağı da aşikar.
gerçi çocuk gelişimi hakkında konuşacak biri değilim; çocuk sahibi değilim. ama işin şu sınırlı özgürlük kısmı benim ilgimi çekti. çünkü şu yaşımda bile özgürlüğün ne zaman zararlı olduğunu düşünüp anlamaya çalışıyorum.
bir de şu provokatörler... besbelli yaraları varmış hocam.
olgunlşamak malesef çok zaman alan bir süreç ve çok az kişi bu erdeme ulaşabiliyor...
olgun bir birey karşısındaki ile fikir çatışması yaşadığında bunu uygun bir dille, uygun bir biçimde dile getirir... gösteririm ben sana, hadi cevap ver bakalım buna gibi bir düelloya girmez...
sonradan edindiğiniz bilgilerle o iki hanım varoluş savaşı veriyormuş esasında... ya da söyledikleriniz karşısından olası bir narsisistik zedelenmeyi (çocukların onların gittiği okula gelmemesi durumunu) engellemeye çalışıyor mıydı?
bunları çağrıştırdı bana... yanlışsam düzeltin hocam.
Sayın Yazgan,
02.05.2009 günü Antalya Koleji’nde vermiş olduğunuz konferansa katıldım. Konferans sırasında “güvenlik, özgürlük ve kalımlılık” üzerine bir soru sordum. Sorumu tam olarak yanıtlamadığınızı konferans sonrasında kendiniz de bana açıkladınız.
Konferansınızın ANA-BABA-ÇOCUKLAR ekseninde olması ve bana göre diğer soru soranların daha çok kendi öznel sorunlarını ortaya koymaları nedeniyle benim sorumun biraz da olsa devre dışı kaldığını sanıyorum.
Beklentili yaşamanın ağırlığını kendimce hissetmekteyim. Ben de konferansta kendimce bir şeyler bekledim. Bir filozofun deyimiyle: sürü insanı olmak verili değerlerle yaşamayı da beraberinde getirdiğinden, katılımcıların çoğu, bir anlamda kendi güncel sorunlarına yanıt arıyorlardı. Benim beklentim ise daha derinlerde bir yerlerde var olan sorunu gündeme taşıyabilmekti. Parlak ve işlek bir anlak sahibi olduğunuz belliydi ve konunuza hakimdiniz.
Yukarıda da belirttiğim nedenlerle görünmeyenlerin görülmesinden çok; konferansınızda, var olan ve herkesin kendisini haklı gördüğü olaylarda çözüm için reçeteler isteyen insanlara yönelik bir durum yaratılmış oldu. Elbette haklıydınız. İnsanlar reçetelere daha çok bağlılar.
Bütün bu anlattıklarım bir girişi yazısı için yeterli bir açıklama, bana göre. Ama anlatmak ve üzerinde düşünerek bir yerlere varmak istediğim konu ise yukarıdaki sorum bağlamında daha geniş. İşte bu yüzden bir tartışma ve kendimi geliştirme ortamını yakalamak için düşündüklerimi sizinle paylaşmak istedim:
Öncelikle kendimi size biraz olsun anlatayım: emekli binbaşıyım. Daha sonra hukuk fakültesini bitirdim. Yeni mesleğime başladıktan sonra felsefe yüksek lisansı yapmaya başladım. “SCHOPENHAUER’İN FELSEFESİNDE BİREY VE ÖZGÜRLÜK ANLAYIŞI” üzerine tezimi verdim. Ancak düşüncelerim, tezi verdikten sonra daha da karmaşıklaştı. KENDİNİ BİL sözüne uygun olarak sürdürdüğüm içgörülerim sonucunda kesin bir açıklama olmasa da bazı sonuçlara ulaştım.
Bunlar zaman ve uzam bağlamında sınırlı olan bireyin us yolu ile verdiği çabanın sonuçları idi. Her birey dünyaya geldiği andan itibaren zamanının yetersizliğinin anladığı düzeye gelinceye kadar başkaları tarafından sınırlanıyor. Asıl sorun kanımca sizin FREUD’u anlatan kitabınızda onun en son olarak ölüme baktığını anlattığınız gibi zaman ile sınırlanmak. Sürekli olarak ne zaman öleceğini bilemeyen bireyin us yolu ile varamadığı sorunlarına güvenlik içinde kalarak; ertelemeye uğraştığı ölümün yok sayılması ile geliyor çözüm. Birey anlamlandırma süreci içinde bir türlü anlamını bulamadığı ve kesin olarak bildiği bir gerçeği yadsıyor; güvenlik içinde yaşayarak. Kalımlı olarak kendisinin bedensel değil, ama var olduğunu kanıtlayacak eserler bırakmak istiyor.
Doğanın üreme olarak canlılara vermiş olduğu ana, baba ve çocuk ilişkisi işte bu açıdan önem taşıyor. Güvenliği seçenler kendilerini kalımlı saymak için ellerinde bulunan ve başka eserleri olamayan ya da buna cesaret edemeyenlerin sınırladığı dünyada çocuklarını gözetiyorlar. Çünkü kendileri yaşıyorlar. Yaşamak istediklerini ve olduklarını çocuklarına yansıtarak kalımlılığı sağlayacaklarını düşünüyorlar.
Halbuki, gerçek ölüler mezarlığına gömülmek için çocuklarına bakarak ancak iki nesil bekliyor olmanın acısını da duymuyor değiller. İşte yaşayan ölüler olmak için gösterilen çabalarının sonucunda kendisini ancak iki nesil daha gündemde tutabilen insanlar bunu sağlama almak için güvenliği seçerek sınırlandırılmış bir yaşamı kuruyorlar kendilerinden sonra gelecekler için. Aslında bu çaba bütün otoriter dizeklerde de mevcut.
Bütün bunların dışında da bir yolları var, sizin de belirtemek istediğinizgibi: özgür olmak ve özgür kılmak. Dağın arkasında ne olduğunu merak eden kaşifler gibi ya da uzayın karanlıklarında düşünceleri uçuşan bilim adamları gibi. Bunlara bir çok örnek daha ekleyebiliriz. Bir de içimizde bulunan o dışımızdaki evren kadar kocaman iç dünyamızda gerçeği arayabilmek gerek. Her olayın neden sonuç içinde olması gerektiğini bizlere sunan pozitivistler gibi bakmak istemiyorum olaylara. Çünkü bilmediğimiz ve us yolu ile daha başında olduğumuz bir gerçek arayışımız var eğer özgür olursak. İşte özgür olamayanlar seçtikleri yolda kendi kontrolünde olmasını istedikleri her olayın var oluşuna şaşırarak ve kendilerini engellenmiş sayarak kızgınlık içinde yaşamayı sürdürüyorlar. Başkasının maddi olanakları ya da fiziksel özelliklerine bakarak sürekli bir ölçümleme yapıyorlar. Bu da uslarına yatmadığı için suçlayacak başka nedenler arıyorlar. Talih, kader, alınyazısı ya da babaların hataları. Lermontov’un bir şiirinde dediği gibi “zenginiz hepimiz babalarımızın hatalarıyla”
Belki biraz fazla karışık oldu anlattıklarım. İnanın bir öğretmenin karşısında sınava girmiş gibi duyumsamasam rahat olabilirdim. Çünkü sizden alacaklarım var; bildiğim üzere. Ben kendimce sizin söylediklerinizi uygulamak için çaba gösteriyorum. Çocuklarıma verdiğim tek öğüt var: eğer birisi ya da birileri sizin özgürlüğünüzü kısıtlıyorlarsa oradan derhal uzaklaşın; gücünüz yetmiyorsa. Gücünüz varsa savaşın ve mutlaka huzur içinde olacaksınız, kazanamasanız bile o savaşı.
Sayın Yazgan;
Ben o konferansta sizin bunlara ilişkin söylemlerinizi aldım. Benim açımdan bunları size yazmak da bir şans oldu. Umarım düşüncelerimi anlatabilmişimdir.
Saygılarımla.
okurlarımın katkılarına teşekkür ederim. tam ne oldu, bazen hiç bilemeyiz. ne önemi var, o da meçhul.
yine de doğurduğu düşünceler, o sıradaki anlamsız duruma katlanmaya değer:)
"Resmini istediler Davut'un. Köy yerinde yok idi fotoğraf makinesi. Hiç
yok idi fotoğrafı, bir tek amcalarının arasında koymuşlar bir resim
etmişler. Oradan çıkartıp çoğalttım."
Bloguma misafir olup, bir cocuk hikayesi okumaya ne dersiniz.
uzakyildiz.blogspot.com
Yine de oknumumuza yakışan olgunluklar sergilemediğimiz muhakkak, maalesef!Ve acısını da bu konuda bir bilgiye sahip olmayanlardan çıkartabiliyoruz!
Alanında derin bilgiye sahip, değerli uzmanımızdan çok yararlı bilgier edinmektense kendi söyleyeceklerine yoğunlaşmak, anlamadan, bilmeden muhalafet olmak ne kolay bir yol! Ne şuursuz bir davranış!Konumu ne olursa olsun, ayıp! Kendini bilememektir bu!
Yazık!
İnsan ilişkileri de doktor- hasta ilişkileri de bana göre kaygan zemin! Bazen bazı sözler yanlış anlaşılmaya o kadar müsait ki!
Bazen, yanlış anlayınca ya da anlayamayınca insan, kafayı yiyor! Anlayabilene dek! Sonra da doktoruna, "siz, bana bunu mu anlatmak istediniz" diyor! Ve doktoru sakince ne anlatmak istediğini ifade ediyor! Bu kadar! Anlamaya çalışma var!
Bir şey daha var Yankı Hocam, ben, anaokulu öğretmeniyim! Yani çocuk gelişimini bilirim değil mi?
Ama ne bir anaokulu öğretmeninin ne bir psikolojik danışmanlık ve rehberlik uzmanının ne de bir psikoloğun bilgisi sizin kadar olamaz!Yani sizlerin bilgileri bir okyanus derinliğinde bizlerin bilgisi ise iki üç çorba kaşığı kadar! Bunu kendi doktoruma da
ifade ettim ben!Neden bunu belirtiyorum, sizlerden öğreneceğimiz öyle çok şey var ki!
Bunları hiçe sayıp ileri geri konuşabilmek ve çoklu zeka hakkında bir fikriniz olmadığını ileri sürmek nedeni ne olursa olsun affı olamaz bir durum!
Sizi size anlatmanın bir anlamıo olamaz zaten!
Saygılarımla!
Post a Comment