(OT dergisi'nin Adile Naşit anma dosyası için hazırladığım yazının tam metni)
Yankı
Yazgan
12 Eylül sonrasının
huzur ve barış ortamında ailelerin bankerlere kaptırılan paraları ya da Zeki
Müren’in kalp krizini dert ettiği bu garip geçiş döneminde çocuk-merkezli
aileler henüz zuhur etmemiş, uyku saati ya da evde pişirilmiş yemek demode
olmamıştı. Kendi evimdeki televizyon kapalı olsa da İzmir’de evlerin ardına
kadar açık balkon kapılarından komşulara doğru yayılan sesler sayesinde ne var
ne yok dinleyebilirdim.
Çocuk olmaktan
çıkalı çok olmuştu, ama öncesindeki yıllarda fazla televizyon seyretmemişliğin
de katkısıyla çocuk programlarının cazibesinin etkisinden çıkamamıştım.
‘Bütün gün açık ve
tek kanallı televizyonun en çocuksu dakikaları’nı Adile Naşit’in doldurduğu
yıllardı. Programın açılışında Masalcı Teyze tek tek adını saydığı 8-10 çocuğa
seslenip yanıbaşına çağırır, hangi masalı anlatacağını düşünmeye başlardı
yüksek sesle.
Sevimli-güleryüzlü-tonton,
lahana sarması ve un kurabiyesi
çağrışımlı Masalcı Teyze’nin programını izlemeye koşan ‘kuzucuk’ların başlıca
derdi ‘acaba bu gece benim adımı söyleyecek mi ?’ olur, kendi adını
duyamayan çocuklar sinirlenseler de, yatağa 5 dakika olsun geç gitmek uğruna
masalı da dinlerlerdi.
Büyümüş kuzucuklara
‘adınızı ekrandaki Adile Naşit’ten duymak neye benziyordu’ diye sorduğumda,
tarif etmekte zorlandılar. Günümüzden örneklerle kıyaslayarak, örneğin havaalanında
uçağı kaçırmak üzere olduğunuz anons edildiğinde ya da starbaks’da adınız
yüksekçe söylendiğinde adınızı duyduğunuzda hissettiğinize benziyor muydu, dediğimde
‘alakası yok’tu. Çocukluğun aile, okul ve mahallede tanınmaktan ibaret
bilinirliğinin ötesine geçen bir tür şöhret miydi, heyecan veren ?
Adınızın söylenmesi
televizyona çıkmanın bir biçimiydi, evet, ama, varlığınızın bu en tonton insan,
fahri anneanneniz tarafından adeta meşrulaştırılmasıydı. Erkenden uykuya
yollanmaya tahammül gücü veren, adınızın belki yarınki Uykudan Önce
söylenebileceğiydi.
Adile Naşit’in
youtube’daki kayıtlarını çok zaman sonra tekrar izleyince herhangi bir ‘meşhur’
olmadığını hissettiren adını koyamadığım bir yanını gördüm. Öldüğünde 57
yaşındaymış, şaşırdım. Onaltı yaşında kimbilir hangi sebeple ölmüş olan oğlu
Ahmet’in yanına gömülmüş. Evladını kaybetmiş bir Adile Naşit’in ülkedeki her
çocuğu evlat edinip sevebilecek bir yüreğe sahip olduğunu o zamanki çocuklar
sesinden, bakışından, hitabından, hiç bir çocuğu sevgisinden eksik bırakmak
istemediğini bir biçimde sezip anlamışlar.
Çocukların burnu
iyi koku alır, kimi sevip sevmeyeceklerini bir bakışta şıp diye anlarlar.
Seksenlerin göstermelik huzur ortamının içinde sahici bir insanın, kendilerini
ciddi ciddi seven birisini bulmuşlar, belli ki, bırakmak istememişler. Adı hiç
söylenmemiş, ya da adının söylendiğini kaçırmış, Adile Naşit’i sahiden çok
sevmiş bir ‘kuzucuk’tan @yankiyazgancom’a gönderilmiş bir tvit ile
bitireyim : ‘Adımı hiç söylemedi, hatırlayabildiğim ilk hayal
kırıklığıydı ; ama öldüğünde çok üzülüp ağladım’.
No comments:
Post a Comment