The Bosphorus aroundwhich the first expansions of the city took place and signifies the spirit of Istanbul for many of its fans and inhabitants runs from North to South. Tanpinar catches elegantly this ‘north and south’ spirit in the winds of Istanbul: ‘No seasons in Istanbul, but a never ending struggle between the northerly (poyraz) and southerly (lodos) winds.’
Sunday, January 27, 2013
Lodos and Poyraz vs east and west
I am not comfortable with thinking of Istanbul exclusively in the east-west axis paradigm, since the city itself is not only an east-west cultural bridge in contrast to the currently popular conceptualization of Turkey.
Sunday, January 20, 2013
İnsan boş konuşur
İnsan boş konuşur
Taksi şoförü, daldığım
düşüncelerden beni kurtardı: ‘İstanbul iyice yaşanmaz oldu’. Herhalde bu kentte
günde yüzbinlerce kez söylenen, duymaktan bıktığımız bir ‘boş laf’ daha.
Havaalanına kadar giden uzun yolda, iki insanın küçük bir mekanı paylaştığı bir
anda, suskunluğu bozmak, ‘ben buradayım, sen de burada mısın’ manasına insanca
bir refleksin aracısı olan boş laflar
için ‘havadan sudan’ konuşmak nötr ve tarafsız bir zemindir. Spor, siyaset, adalet,
sağlık gibi hepimizin bir taraf olduğu konuları bir kenara bırakıp, kendi
kontrolumuzda olmayan bulutlar, rüzgar ve güneşe takılırız.
Boş laf etmek, boşluklara
tahammülü olmayan bir toplumda büyük ayıp sayılır. Boşluklara tahammülümüz
olmadığını anlamak için şehir merkezlerindeki her boş araziye bir kulübecik
olsun yerleştirmeden rahat edemeyenlerin çokluğunu kanıt gösterebilirim. Boş
arazisi olmayan balkonunu ‘kapatarak’ boş kalmasını önler, salonunu iyice
genişletir. Iyice genişleyen salon ya da mutfak göze boş gözüktüğü için yeni
eşyalarla doldurmak, tezgahların üzerini bir kereden fazla kullanılmayacak (ama
o kadar para verdik atamayız) bazı mutfak el aletleri ile kaplamak boşluğa
dayanamayan toplumumuzun başka marifetleridir. Oysa boş laf olmadan hayat
geçmez.
Konuşurken kurduğumuz bir cümleyi
banda kaydetmeyi deneyelim. Kullandığımız kelime ve seslerin yüzde kaçını
çıkartırsak mesajımız anlaşılırlığını koruyacak, bir bakmalı. Twitter’daki gibi
144 karakterle kendimizi sınrlamak zorunda değilsek, konuşmamız, cümlelerimiz
olması gerekenin yaklaşık 2 katı kelime ya da ses içerir. Bu ‘fazladan’lık
olmadığında, örneğin bir konferanstaki konuşmacı kitaptan okur gibi
konuştuğunda içimize gelen fenalık hissini analiz ettiğimizde, karşımızdakinin
sanki bir makina ya da robot gibi olduğu duygusunu bulabiliriz.
Insanların kendilerine adlarıyla
hitap ederek merhaba dediği için tercih ettiği bankamatiklerden bile
istediğimiz parayı çıkartıp vermesi dışında selam sabah bekliyorsak, boş lafsız
bir dünyanın keyfi sahiden olmayabilir.
Sunday, January 13, 2013
haksızlık düzeltilebilir mi?
Hak bilmek. Düzenli okurlarıma bıkkınlık gelecek kadar bahsettiğim konu, ‘hak bilmek’, yine geri geldi. Kendine hak bilmek, kendi hakkını savunmak başkasının hakları söz konusu olduğunda ne yaptığınıza bağlı olarak faşizan bir ruh durumunun çekirdeği oluveriyor. Hak, ölçülmesi biçilmesi zor bir ‘olgu’ olduğundan ötürü, haksızlık da ruh durumunuza ve hayata bakışınıza (yetişme tarzınızın seçiminize yardım ettiği ideolojinize) bağlı olarak ortaya çıkıveriyor. Hakça durumu eşitlik olarak gördüğünüzde sizden 20 kilo daha ağır ablanıza bir köfte daha verilmesini haksızlık saymanız çok kolay; oysa kilo başına düşen köfte miktarı açısından baktığınızda büyük olasılıkla ablanıza haksızlık yapılıyor. Ama o ‘fazladan’ köftesinin yarısını size vermekten çekiniyor.
Haksızlık karşı çıkmamız gereken bir durum, ama genellikle başka haksızlıkları savunmak ve gerçekleştirmek için yürütülen bir mücadeleye dönüşüveriyor. Anne-babalara sorulduğunda çocukları için en derinden dilekleri ‘hakkını savunsun, güçlü olsun, kendini ezdirmesin’ oluyor. Okullarda zayıf gördüğü çocuğu dövmeye kalkan iriyarı oğlan ‘ama o da sinirime dokundu’ derken, kendince bir hak yerine getirme hissi içinde. Durumu dengeliyor: Sen sinirime dokundun, ben de sana ‘dokunuyorum’!
Friday, January 04, 2013
a description of Feelings Run Faster
Feelings Run Faster is a book about understanding daily life through a perspective informed by cognitive neuroscience and psychology and taking İstanbul as an example. Search for a meaning has been this age’s main task for anyone who wants to live beyond survival, and I want to contribute to this effort.
My views in the book have been shaped by the local (mainly İstanbul) where I have lived and worked for a long time, however, their roots can be detected in either scientific findings or clinical observations that may be viewed as universal. I hope I will be read by both groups, locals and visitors, short-term or long-term.
In summary, I wanted Feelings Run Faster to be a voice from here, Istanbul, about minor but important aspects of life everywhere. By the end of the book, I wish the reader will be ‘taking home’ an appreciation of the joy and sorrow of daily moments through the lens of science.
Feelings Run Faster
Yanki Yazgan,
M.D. is transforming daily worries and mundane dilemmas of life in Istanbul
into a self exploration tool. In Feelings Run
Faster, Yazgan tells us
‘secrets’ borrowed from brain and behavior sciences about ever popular concepts
such as happiness, love, memory and risk and uncertainty. But he does not stop
there, and writes further about how our brain and mind works differentially
when we desperately change lanes in traffic, fall in love, move from one place to another or sip Turkish
coffee. While he offers no miraculous prescription
for change, the reading experience of Feelings
Run Faster may yield a new perspective to understand yourself and the way
you live. The joy and
surprise in the book also owe a lot to the illustrations and cartoons by the
author himself. This book certainly is one of Yanki
Yazgan's best for the readers who are looking for an informed soul
searching.
About the
author: Yanki Yazgan, M.D. (1959), is an eminent child and adolescent
psychiatrist in Istanbul, Turkey. Besides being a scholar and physician, he
speaks and writes on everyday applications of cognitive neuroscience findings
and his clinical experience as a psychiatrist for public understanding of
science. Yanki Yazgan is the author of over a dozen other popular books in
Turkish on topics in psychology and neuroscience.
@YazganYanki
mutluluk hayata ödenmesi gereken bir borç gibi
Hayata karşı ödenmesi gereken bir borç gibi…
Anna Karenina romanının ilk cümlesi, mutluluğun
banal yanını tasvir eder. ‘’Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her
mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.’’ Mutsuzluğun
mutluluğun doğal tamamlayıcısı olduğunu düşünebiliriz. Kalbin kasılıp
gevşemesindeki ritm gibi mutlu ve mutsuz anlar arasındaki gitgeller hayatın
dinamosu sayılabilir. Mutsuzluk, aşılması gereken bir engel olduğunda,
kaynaklarımızı daha fazla seferber ederiz. Mutluluğun getirdiği rehaveti
bozacak bir olay nasıl olsa olur, bizi kendimize getirir. Mutlu olmanın bir tür
rahat etme olduğunu düşünürsek, insanın temel davranışlarının bir kısmının bu
rahatı bozarak yeni arayışlara girmeyi kapsadığını görebiliriz. Kendi aramızda rahat batması diyebileceğimiz bu
‘sendrom’ çoğumuzu harekete geçiren, ilerleten bir tür reflekstir.
Sıradan
mutluluk. Tolstoy’un mutsuzluğu duygu hiyerarşisinde
adeta mutluluğun üstüne çıkardığı bu cümlesinde gizli olan mutluluğun
doğallığıdır. Mutluluk bir norm olduğu için çokça ve sıradan sayılır. Mutsuzluk
ise bir dengenin bozulması ve her bireyde kendi rengini alması olarak
görülebilir.
Para
ve saadete dönersek, ‘parayı ver, saadet kalsın’ çağında
olduğumuzu gösteren anket sonuçlarına saygı duruşu yapıp, bir kenara
gömebiliriz. Nasıl mutlu olacaksın sorusunu bir kenara atıp, en son ne zaman
nerede mutlu hissettin sorusuna 30 saniye içinde cevap bulmakta
zorlanıyorsanız, bir 30 saniye daha bu sefer kendinizi zorlayarak
düşünmelisiniz.
Cep telefonları kullanılarak yapılan bir
araştırmada (Killinsworth ve ark) ‘şu anda ne yapıyorsunuz?’ ve ‘ne kadar
mutlusunuz’ diye soruluyor. Mutluyum diyenlerin çoğu o anda ne yapıyorlar? Bir
faaliyete odaklanmış, onu yapmakla, elleriyle emek vermekle ya da bir başka
insanla konuşmakla meşguller. Pasif olduklarında (televizyon seyretmek gibi),
odakları savruk ve dağınık olduğunda ise mutlu hissetmediklerini söylüyorlar. Şu
anda ne yapıyorum? Ne kadar mutluyum? Bu iki soruyu gün boyu, 10-15 kere
kendinize sorduğunuzda ne göreceksiniz, merak ederim.
parayla saadet olmaz
Parayla saadet olmaz.
‘’ Dünya çapinda paranin
mutluluk getirdiğini düşünenler çoğunlukta. 24 ülkede yapilan araştırmada
katilimcilarin üçte ikisi daha iyi koşullarda yaşarsa daha mutlu olacağını
belirtiyor. Böyle inananTürk katılımcıların oranı da yüzde 74. Aralarında
Türkiye, İsveç ve Brezilya'nın da bulunduğu 24 ülkenin halkına göre para demek
mutluluk demek.’’
Bu paragraf üzerine görüş belirtmem istenen NTV gece bültenindeki
yorumumu merak edenlere aktarayım:
Parayla saadet olur mu? Olmaz.
Parasız saadet olur mu? Olmaz.
Yoksulluk gibi mutsuzluk etkenlerinin ortadan kaldırılması bir önşart
olmakla birlikte, mutlu olmak için yetmeyebilir. Çadırda yanarak, çürük binada
ezilerek ölümlerin olduğu, çocukların cezaevlerinde tecavüze uğradığı, hedefi
belirsiz bir savaşta asker, polis, sivil insanların hayatlarının beyhude yere
harcandığı bir zamanda mutlu olunabilir mi? Paranız olsa da, başkalarının parasız olduğu bir yerde
mutluluk ne kadar mümkün? Gelir dağılımının eşitsiz, insan hayatının değersiz
ve acının egemen olduğu toplumlarda mutluluk yaşantımızdaki anlamlı ilişkilerin
ve uğruna emek harcamaya değer amaçlara doğru çabalamanın sağlayabildiği bir
sıcaklıktır.
Bizi neyin mutlu edeceği hususunda genellikle yanılırız. Yanılsamamız ise, para ve güvenlik geldiğinde
mutlu olacağımızı sanmamızdır. Paranın mutsuzluğu götürdüğünde yerine mutluluk
getireceğini sanarak yanılırız. Büyük beklentilerle yaptığımız tatil planları
ya da hayatımızın hedefine koyduğumuz ilişkiler gerçekleştiğinde olmasını
beklediğimiz mutluluk nadiren oradadır. Mutlu olup olmadığınızı anlamak için önceden
olan tahminleri bir kenara atıp o an nasıl hissettiğinize bakabilirsiniz.
Mutluluk katsayınızı yükseltmek isterseniz ise, o an’ı sanki gelecekten
hatırlıyormuş gibi yapmayı deneyebilirsiniz.
Paranın sorun olmadığı, demokrasi kültürünün yerleştiği ülkelerde aynı
sorular sorulduğunda, param olsa daha mutlu olurum diyenler yine başı
çekebiliyor. Ancak, geleceğe dönük bu beklenti gerçekleştiğinde (diyelim bugün
zengin olduğunuzda) pek de öyle mutlu olmadığınızı görmek şaşırtmasın.
Mutluluğu beklemek, mutlu edici olduğunu düşündüğümüz durum geldiğinde mutlu
hissetmenin garantisi hiç değil.
Ancak, mutlu hissetmediğimizi belirttiğimiz durumlara zaman geçip de
geriye doğru baktığımızda o sırada ne kadar da mutlu olduğumuzu düşünüyoruz. Şu
anda sizi ne mutlu hissettiriyor diye sorularak yapılan anket çalışmalarına
katılanlar, tanımadığı birisinin selam vermiş olmasını veya güneşin bulutların
ardından çıkıvermesini mutluluk verici olarak tanımlıyor. Mutluluk hatırlanan
ya da beklenen bir şey değil de o anda hissedilen bir duygu ise, sıradan küçük
küçük olaylarla mutlu olabildiğimiz söylenebilir. Beş duyumuzu kullanarak
yapabileceğimiz uğraşlar, doğanın varlığını hissettiğimiz anlar gibi. Bir başka
deyişle mutluluk damla damla biriken mini-mutlulukların toplamı. Mutsuz hissedilen anlar ise mutlu hatırlanır (hey gidi askerlik
günleri hey gibi).
Özetlersem, mutluluk 3'e ayrılır: beklenen, hissedilen, hatırlanan. Hangisini
seçersek…
Bilim mutluluğa nasıl ulaşılacağı konusunu didiklemekte; ama neyin mutlu
edeceğini belirlemek bizim sorumluluğumuzda. Acılarla çevrili olduğumuz bir
zamanda bile mutlu anlar yakalayabiliriz. Acı verici durumların bitmesini
beklemeksizin, mutlu olma fırsatlarını gördük mü kaçırmamak dileğiyle.
Subscribe to:
Posts (Atom)