Korku salmak, tehlikeli gibi gözükmenin ve göstermenin en kestirme yoludur. Hayatlarımızın yönetimini toplumdaki en cüretkarlara devretmemiz için, risk algımızın belirlediği risk endeksinin yükselmesi yeterli olabilir. Risk, tehlikenin gerçekleşmesi olasılığına yönelik yaptığımız hesabın sonucudur. Riskin iki ana unsuru var: Birisi tehlikenin kendisi, diğeri ise saldığı korku. Risk algısının döneme ve kişiye göre değişmesini belirleyen, tehlikenin kendisinden ziyade, saldığı korkudur. Tehlike çok yakın hissediliyorsa, risk algımız kolayca harekete geçiverir. Tehlikenin, gerçekleştiğinde, korkunç sonuçlara yol açabilirliği de, risk algısını tırmandırabilir. Riskin kaynağını kontrol edilebilir buluyorsak, bir şeyler yapabiliriz diye düşünüyorsak, daha atılgan hareket edebiliriz. Yakın gelecekte, sonuçları korkunç olan ve bir şekilde kontrol edilebilir gözüken tehlikeler, risklilik listesinde diğer tehlikelerin önüne geçiverirler.
Peki gerçek tehlike hangisi? Sahici bir hesap yaptığımızda, bir kişinin örneğin bir terör saldırısında hayat kaybetme olasılığı, sigaraya ya da yetersiz aşılamaya bağlı bir hastalıktan ölme olasılığına göre çok daha düşüktür. Ama, teröre bağlı ölüm çok daha korkunç, acı ve dehşet verici olacağından, ürkütücülükte ve risklilikte öne geçer. Sigaradan ölmek de on yıllarca sürdüğüne göre (!), hemen şimdi olmayacak bir tehlike olarak, tehlikenin kendisi büyük de olsa, algılanan risk katsayısı aşağılara düşüverir. Terörü kontrol etmenin, sigarayı bırakmaktan ya da 'doğal' hastalıkları önlemekten daha kolaymış, en azından daha bir kontrolumuzdaymış gibi algılandığını da hatırlayın. Riske dayalı önceliğin nereye verileceğini tahmin edebilirsiniz.
Hayatın giderek karmaşıklaştığı dönemlerde, hayatı anlamakta zorluk hissettiğimizde, elimizdeki mevzilere sıkıca sarılmamızın ilk provasını bebeklikten çocukluğa geçiş yıllarımızda yapıyoruz. Hayatın korkutuculuğunu ilk hissettirişi ile birlikte... Bu dönemin takıntılı stilini bir türlü bırakamayanlar, hayat boyu aynı stille devam etmeyi, öyle kalmayı, ya da sıkıştıklarında öyle olmayı “tercih” ediyorlar. Her şey “hep öyle” ya da “hep böyle” kalsın diyenler, takıntılı kalıyorlar.
Dört yaşına gelene kadarki hayatımıza hükmeden korkular, sonrakilerin “giyinmemişi” sayılabilirler. Tehlikenin kucağına atılmamak için elinden geleni yapanların bir kısmı, bildik ve emniyetli saydıklarından ayrılmamak için bir şeylere “takılmayı” dener. Uyku vaktinde, mesela... Uyumamak için direnen çocuklar, takıntılarını uygulamaya sokarlar. Yatmadan önce söylettirilen marşlar, bir masal, iki masal, üç masal... Bitmek bilmeyen ayrılık merasimleri... Hiç yatmasam, n’olur sanki? Yattığımda sonrada kalktığımda, yattığımdaki gibi bir dünyaya kalkabilecek miyim?
Hayat bıraktığım yerden devam edecek mi? Bu soruyu açıkça sormayan bir çocuğun, sorusunun “doğru” cevabının ürkütücülüğünü hissettiğini, ama kelimelendiremediğini düşünüyorum. O ürküntünün verdiği dehşetle, ne yaptığını bilir mi insan? Çocuk açısından güvenliği tehdit edilen her şey, bir takıntı sebebi sayılabilir.
Felaketlerden kaçmanın en güvenli yolu da, güvenli kucaklara sığınmak. Daha bebekken aldığımız “ders”ten yararlanmayı sürdürenlerimiz, kucaktan hiç inmemeyi veya kucağa hiç çıkmamayı seçenler olarak ikiye ayrılabilir. İki durumda da senaryo aynı aslında: Korkunun yönettiği bir hayatın öznesi olmak, kaderine pek elleşmeyen birisi olarak kalmak... Takıntılı çocukların hayatlarının başka dönemlerinde, o tutuk, takıntılı hallerinden kurtulduklarında, hiperaktifleşmeleri de senaryonun öbür tarafına geçmek gibi: Çok kontrolden hiç kontrole... Hepsi aynı kapıya, korkuya açılır.