Thursday, December 19, 2013

hepimiz yolsuzluktan suçluyuz (2002'den kalma)



Hepimiz yolsuzluktan suçluyuz
(2002'de yazılmış bir yazı)
 


Lise öğrencisiyken beni kopya çekerken yakalayan "Milli Güvenlikçi"nin surat ifadesini hatırlıyorum. "Sen de mi...?" derken, sınıfta bir gülüşme. Kim bilir kaçıncı suçumu işlerken sonunda ele geçmiştim. Sınıfta yanımda oturan Memo da, fırsattan istifade, kendi kayıtlarına gömülüp eksiklerini tamamlamaktaydı ben hesap verirken. Kızlar bacaklarına yazdıkları antlaşma maddelerine yöneldiklerinde ise, sınıf düzeni iyice çığrından çıkmıştı. İşlediğimiz suçların sayısı sonsuz, şu hayatta. Hepsi için de bir mazeretimiz var.

Lüzumsuz. Bana o yıllarda sorsanız, "neden?" diye, "lüzumsuz bilgilerle kafamı doldurmak istemiyorum", gibi hâlâ pek çok öğrencinin pek tuttuğu geçerli bir "açıklama"da bulunurdum. "Lüzumsuz bilgileri öğrenmeme hakkı"mı kullanırken, bunun doğal sonucuna katlanmamak gibi bir uyanıklığa başvurmam için ise ne desem boş, biliyorum. İyi not almaktan da vazgeçmiyoruz, bu arada. Derslerin lüzumsuzluğu ile ilgili heyheylenmelerimin arkasında yeterince durmayı beceremeyip, sonuçlarına katlanmaktan kaçınmanın mazereti olur mu? Ama öyleydi işte.

Hayâli ihracat ya da banka hortumlama filân gibi işleri de, hepimizin kendi çapımız ölçüsünde bulaşabileceği cinsten suçlara benzetiyorum. Uzaktan bakınca, müthiş akıllıca bir soygun planı gibi gözüküyor. Ama, hakkımız olmayan bir şeyi gereken çabayı göstermeden elde etmekten başka bir şey olmayan bu tip davranışları sadece bir takım kriminal tipler yapmıyor. Aksine, benim gibi kopyacılar (ki çoğunlukta olduğumuzu sanıyorum!!), hem de inandırıcı gerekçelerle, yapıyorlar.

Sistem de az değil, hani. Gerekliliği gerçekten tartışılır kuralları koyup, ona uymamanın yollarını da hazırlayarak, hepimizi suç ortağı durumuna düşürüyor. Dibi kara tencereler olarak, uygulanamaz ve canları isterse/işlerine gelmezse denetlenir kuralların delicisi olma yolunu tutuyoruz. Zahmet sevmeyiz ya, onu bilenlerin bize oyunu bu. Böyle diyip de suçlarımızdan arındığımızı sanmayın. Ama, ezber dersi diye bilinen Edebiyat'ı nasıl kopyasız atlattık diye soran olursa... Hocası Azize Hanım, müfredat bilmemne dinlemeyip, bize o Aruz kalıplarını ezberletmedi. Sınav sorusu yapmadı. Merak edenler, hevesliler iyice etüd ettiler, 9 yerine 10 aldılar. Ezberlemeyenler de başka konularda maharetlerini gösterdiler. Azize Hanım da müfredata uymayarak, bir başka suç işledi, diğer yanda... Neyse, nas'olsa emekli oldu artık, bu ifşaatten bir zarar görmez.

Kopya sebebiyle okuldan atılan Amerikalı üniversite öğrencileriyle karşılaştığımda, Amerikalıların bazı şeyleri yine abarttığını düşünmüştüm, ilk tepki olarak. Söz arasında, meslekdaşlarımla konuşurken "kopya=hırsızlık" denkleminin herkesin kafasında net bir şekilde yerleşmiş olduğunu gördükten sonra, şaşırma sırası bana geldi. Şaşırdığım şey, kendi şaşkınlığımdı.

Kopyanın gerçek anlamını çözmekte, hakkım olmayan bir şeyi elde etmenin basit ve mâsum bir hilesi olduğunu anlamakta nasıl bu kadar gecikmiş olduğumu epey bir zaman anlayamadım. Bir tür körlük diyebiliriz. Bir yolsuzluk, bir alavere-dalavere, hayâli ihracat, şu bu ile karşılaştığımızdakine benzeyen. Hani, "bu memleket böyle arkadaş", ya da "valla, helâl olsun" gibilerinden tepkiler verdiğimiz.

Bulduğum cevap şu: Bu tür suçları küçük yaştan işlemeye başlıyoruz. Başkaları da bir şekilde hoşgörüyor, göz yumuyorlar. O çocuksu dürüstlüğümüz, yalan kıvıramazlığımızın kayboluşunu hızlandırıyor çevremizdekiler elbirliğiyle. Anne-babamız evdeyken, kapıyı açıp da, istenmeyen misafire "annemler evde yok" dedirtilmemiz gibi.

Bizi suça ortak ettiklerinde (ya da biz ortak olduğumuzda), şu ya da bu ölçüde, sesimizi çıkartmamız giderek zorlaşıyor. Kendi suç dosyamız giderek kabardığında ise, daha beteri, suçu olağan karşılıyor, "n'olacak ki" diyebiliyoruz. "Hayâli işler" için fazla uzağa gitmeye gerek yok, anlayacağınız.

Wednesday, December 11, 2013

inanmamak istemeyiz


Inanmamak istemeyiz

İnanmak istiyoruz. Özellikle bugünkü dertlerimiz boyumuzu aşıyor ama dertleri aşmak için gereken emek fazla geliyorsa; umudumuz az, şimdikinden daha iyisinin mümkün olabileceğine inancımızı kaybettiysek, durumun değişmesini istemiyor, fikrimizi değiştirecek bilgiye uzak duruyoruz. Güçlünün söylediğine, işimize gelene inanmak istiyoruz.
Bir başka deyişle, aksi yöndeki görüşlere, görüşümüzü sarsacak bakış ve kanıtlara rağmen (doğru bildiğimize) ‘inanmamayı istemiyoruz’. İnanmamak maliyetli. Alışkanlıklarına bağlı bir canlı türü olan insan için mevcut durumun dışına çıkmanın ya çok gerekli, ya çok zevkli ya da çok kolay olması gerekir (başka seçenekler de vardır, ama bu bir pazar yazısı en nihayetinde).
Durumumuzdan memnun (‘Allah bugünümüzü aratmasın’) olduğumuzda, bu memnuniyetimizin tadını kaçıracak bilgi ya da görüşü pek duymak istemeyiz (‘adam yakınlarını zengin etti’ dese birisi ama ‘e, ama iş yapıyorlar hiç olmazsa, bal tutan parmağını yalar’). Mevcut durumu değiştirmeseler de sarsanlara ise sinir olur, onlarla ilgili her türlü karalamayı sorgusuz sualsiz kabul eder (‘camide içki içtiler’ gibi), tersini söyleseler, hatta gösterseler de inanmayız (‘resimde gözükmüyordur’, ya da ‘yapmışlardır bir şeyler, koskoca bakan yalan mı söyleyecek’). Kısacası, mevcut inançlarımızı sarsmayan, konumumuzu çok etkilemeyen etliye sütlüye, suya sabuna dokunmayan herşeye (‘evrene haykıralım’) inanmaya hazırken, hayatımızı ellerimize almaya, en kritik konularda ‘acaba gerçekten öyle mi ?’ ya da ‘başka türlüsü mümkün mü ?’ dememeye adeta yeminliyiz. O zaman, ‘işimize gelen’ bize ‘öyleymiş gibi’ hatta ‘doğruymuş gibi’ gelebilir.
Peki, bütün bunları menfaatperestliğimizden mi yapmaktayız ? Bilişsel psikoloji ve davranışsal ekonomi diye bilinen alanlardaki yayınlarda çok sözü geçen ‘aykırıyı görmezlikten gelme’ (cognitive dissonance) kavramının türevleri bu davranışımızın ‘bilmeden’ olduğunu söyler. Bilmeden oldu ile istemeden oldu sıkça birbirine karışır. Bile bile yapmak ile bile isteye yapmak arasındaki nüans çok önemli olmasa bile arada bilerek ama istemeden yapmak olduğunu belirtmek isterim. ‘Yaptığımda uyumuyordum, bilincim yerimdeydi, ne yaptığımın farkındaydım, ama davranışımı kontrol edemiyordum’da olduğu gibi iş olup bittikten sonraki tanımlarımız amaçlanmadan olanların önemini gösterir.
Farkındalığımız davranışımıza söz geçirmemize yetmemekte, bizi başka tarafa çeken o an’ın gücü, daha doğrusu o andaki rahatlığın kendini muhafaza etme gücüdür. Kapının zili çaldığında yayıldığımız koltuktan kalkıp kapıyı açmaya yeltenmediğimizde, ya da çokça olduğu gibi ‘kapı çalıyor’ diye bağırıp evdeki başkalarının hareket etmesini beklediğimizde zihnimizden geçtiği gibi kapıyı açtığımızda ‘kim gelecektir ki ?’. Beklediğimiz bir kimse yok ise,  ne söylense inanırız, ‘kimse yok, yanlışlıkla çalmışlardır kapımızı’.
Iktidarın inandırıcılığının seçeneklerinin görünür ya da inanılır olmaması ölçüsünde arttığını düşünebilir miyiz ? Bunu söylemeye bir engel pek yok.
xxxx
Inanmaya hazır olmak, koşulsuz güvenmek, bir başkasına ‘yapmaz öyle şey’ diyebilecek kadar inanmak bir ayrıcalıktır. Hayatın ilk birkaç yılında hemen her bebeğin değişen ölçülerde yaşadığı bu inanabilme’nin bir ayağı güven’dir. Bizi besleyene, bakıp büyütene güvenmekten başka bir seçenek de yoktur. Güvendiğimiz anne-babamıza sevimli gözükmek, 8inci haftada gülümsemek, yaş ilk yılın yarısını bulmadan sesler çıkartmak onun bizi bırakmasını engelleyici olur. Sevildikçe güveniriz. Doğru mu yanlış mı bakmadan inandığımız kişiden, bilerek isteyerek bir zarar göreceğimiz olasılığının düşüklüğü rahatlatır. Terkedilmek, yalnız ve kimsesiz kalmak gibi korkutucu durumlar ve elde olmayan tehlikeler zihnimizin bir köşesinde elimizdekinin kıymetini bilmeyi hatırlatır. Çok sevip güvenerek seçtiğimiz karizmatik liderlerimize benzer duygularla bağlandığımızda, hayal kırıklığı olasılığını en aza indirmek için zihnimiz elinden geleni yapar. Annemize babamıza laf ettirtmezsek, liderimizi de yedirtmeyiz. Hayalimizin yıkılmasını istemez, kimsesiz kalmaktan korkarız. Yönetici ile halk arasında anne-baba ile çocuk arasındakine benzer bir ilişki olduğunu söylemek, siyasi bir konuyu sadece psikolojik etkenlerle açıklamak istemem. Ama etkisi yok da diyebilir miyiz, kendi bebeklik deneyimlerimiz ile biçimlenmiş beynimizin benzer durumları arayıp bulma ‘dürtü’sünün ?
Woody Allen’ın son filmi ‘Blue Jasmine’de ana kadın karakterin eşi büyük çapta dolandırıcılıklar yapmıştır; olayların çoğu kadının gözü önünde olmasına rağmen ‘hiç haberim yoktu, fark etmemiştim’ der. Filmin doğruları söylemekle sorumlu trajik karakterlerinden birisi ‘bal gibi biliyordun, sadece görmezden geldin’, yoksa, onbin dolarlık çantalarını nasıl alacak, sosyetik partilerini nasıl yapacaktın diye sorar. Bir anlamda kurulu düzeni(mizi) destekleyen sözlere yalan ya da yanlış da olsa inanmak zorunda (mıyız ? ) olmamız (hissetmemiz), inanmayı tercih edip aksi yöndeki görüşlere kafamızı öteki yana çevirmemiz, görmezden gelmemiz bizi de ahlaken sakatlar. Herkesin yaptığını yapmak bu ahlaki sakatlanmayı sıradanlaştırırken, gerçeğin sadece tek bir açıklaması olacağına onun da bu açıklama olacağına inandıran kuşkudan arındırılmış eğitim kısa bir süre içinde ahlaki rahatsızlığımızı da giderecek zihinsel malzemeyi sağlar. Gel de işine gelene inanma, bundan sonra.

Tuesday, December 03, 2013

Benim adımı hiç söylemedin ama seni sevdim


(OT dergisi'nin Adile Naşit anma dosyası için hazırladığım yazının tam metni)

Benim adımı hiç söylemedin ama seni sevdim
Yankı Yazgan

12 Eylül sonrasının huzur ve barış ortamında ailelerin bankerlere kaptırılan paraları ya da Zeki Müren’in kalp krizini dert ettiği bu garip geçiş döneminde çocuk-merkezli aileler henüz zuhur etmemiş, uyku saati ya da evde pişirilmiş yemek demode olmamıştı. Kendi evimdeki televizyon kapalı olsa da İzmir’de evlerin ardına kadar açık balkon kapılarından komşulara doğru yayılan sesler sayesinde ne var ne yok dinleyebilirdim.
Çocuk olmaktan çıkalı çok olmuştu, ama öncesindeki yıllarda fazla televizyon seyretmemişliğin de katkısıyla çocuk programlarının cazibesinin etkisinden çıkamamıştım.
‘Bütün gün açık ve tek kanallı televizyonun en çocuksu dakikaları’nı Adile Naşit’in doldurduğu yıllardı. Programın açılışında Masalcı Teyze tek tek adını saydığı 8-10 çocuğa seslenip yanıbaşına çağırır, hangi masalı anlatacağını düşünmeye başlardı yüksek sesle.
Sevimli-güleryüzlü-tonton, lahana  sarması ve un kurabiyesi çağrışımlı Masalcı Teyze’nin programını izlemeye koşan ‘kuzucuk’ların başlıca derdi ‘acaba bu gece benim adımı söyleyecek mi ?’ olur, kendi adını duyamayan çocuklar sinirlenseler de, yatağa 5 dakika olsun geç gitmek uğruna masalı da dinlerlerdi.
Büyümüş kuzucuklara ‘adınızı ekrandaki Adile Naşit’ten duymak neye benziyordu’ diye sorduğumda, tarif etmekte zorlandılar. Günümüzden örneklerle kıyaslayarak, örneğin havaalanında uçağı kaçırmak üzere olduğunuz anons edildiğinde ya da starbaks’da adınız yüksekçe söylendiğinde adınızı duyduğunuzda hissettiğinize benziyor muydu, dediğimde ‘alakası yok’tu. Çocukluğun aile, okul ve mahallede tanınmaktan ibaret bilinirliğinin ötesine geçen bir tür şöhret miydi, heyecan veren ?
Adınızın söylenmesi televizyona çıkmanın bir biçimiydi, evet, ama, varlığınızın bu en tonton insan, fahri anneanneniz tarafından adeta meşrulaştırılmasıydı. Erkenden uykuya yollanmaya tahammül gücü veren, adınızın belki yarınki Uykudan Önce söylenebileceğiydi.
Adile Naşit’in youtube’daki kayıtlarını çok zaman sonra tekrar izleyince herhangi bir ‘meşhur’ olmadığını hissettiren adını koyamadığım bir yanını gördüm. Öldüğünde 57 yaşındaymış, şaşırdım. Onaltı yaşında kimbilir hangi sebeple ölmüş olan oğlu Ahmet’in yanına gömülmüş. Evladını kaybetmiş bir Adile Naşit’in ülkedeki her çocuğu evlat edinip sevebilecek bir yüreğe sahip olduğunu o zamanki çocuklar sesinden, bakışından, hitabından, hiç bir çocuğu sevgisinden eksik bırakmak istemediğini bir biçimde sezip anlamışlar.
Çocukların burnu iyi koku alır, kimi sevip sevmeyeceklerini bir bakışta şıp diye anlarlar. Seksenlerin göstermelik huzur ortamının içinde sahici bir insanın, kendilerini ciddi ciddi seven birisini bulmuşlar, belli ki, bırakmak istememişler. Adı hiç söylenmemiş, ya da adının söylendiğini kaçırmış, Adile Naşit’i sahiden çok sevmiş bir ‘kuzucuk’tan @yankiyazgancom’a gönderilmiş bir tvit ile bitireyim : ‘Adımı hiç söylemedi, hatırlayabildiğim ilk hayal kırıklığıydı ; ama öldüğünde çok üzülüp ağladım’.