Monday, August 19, 2013

Özürlü denmesini neden tercih ediyorum? bir görme özürlü/kör açısından kelimeler ve anlamı


Özürlü olmayı seçtim. 
(Gültekin Yazgan’ın 2003’te yazdığı bir makaleden) 
‘’Okul, dernek, vakıf adlarında; gazete haberlerinde, radyo ve televizyon yayımlarında; dahası kendi konuşmalarımızda bazen özürlü, bazen de engelli sözcüklerinin kullanılmakta olduğunu duyuyor, okuyoruz. Bu iki sözcük karşısında bir takım sorular takılıyor kafama:
"Şu veya bu sakatlığın yükünü sırtımızda taşımakta olan biz körler, biz kolsuzlar, biz sağırlar, dilsizler, biz felçliler biz, biz ... evet, bizler özürlü müyüz, engelli miyiz? Yoksa hem özürlü, hem de engelli miyiz?"
"Engelli ile özürlü sözcükleri eş anlamlı mıdır da birbirlerinin yerine kullanılmakta?"
Bu sorulara duygusallıktan uzak, nesnel bir yanıt bulmak için özürlü ve engelli sözcüklerinin genel anlamları üzerinde durarak konuyu irdelemek istiyorum.
Özür sözcüğü, bir şeyde veya bir insanda bulunması olağan niteliklerden ve özelliklerden bir veya birkaçının eksikliği anlamına gelen bir terimdir.
Kendisinde özür sayılacak bir eksiklik olan kişiyi anlatmak için "özürlü" sözcüğünü kullanırız. Engelli sözcüğüne gelince, ilkin bu sözcüğün türetildiği "engel" sözcüğü üzerinde durmak uygun olacaktır. Gerçek anlamda engel, bir şeyi yapmayı, bir şeyden yararlanmayı veya bir şeyin meydana gelmesini önleyen etkendir, diyebiliriz.
Bu tanımlamaya bakarak, körlüğü veya sağırlığı ya da topallığı bir engel sayanlar; bundan dolayı "engelli" sözcüğünün kullanılmasının doğru olduğunu ileri sürenler çıkacaktır.
Bu yorumu benimseyecek olursak, engellerle çevrilmiş olmanın kaynağının kendimizde bulunduğunu kabul etmiş olmaz mıyız?
Unutmayalım ki, sakatlığımızı bize bir engel gibi gösteren kaynak çevremizdir. Başka deyişle engeller dışımızdadır. Üstelik bir sakatlığı, söz gelimi körlüğü, engelliliğin kaynağı olarak kabul ettiğimiz zaman, ne olduğu aşağı yukarı belirli ve değişmeyen bir durumu değişken bir durumla karıştırmış oluruz. O zaman karşılaştığımız engelleri aşmaktan veya temelli kaldırmaktan nasıl söz edebiliriz? Özürlülük tanımlanabilen , kapsamının ne olduğu belirli olan bir durumdur. Bireyden bireye değişen anlamlar taşımaz.
Engellilik ise kapsamı ve derecesi kişiden kişiye değişen bir durumu anlatır. Bundan dolayı anlamı, özürlülük gibi genel değil, bireyseldir. Alnımıza engelli etiketini yapıştırırsak, değiştirmek için çaba gösterdiğimiz bir durumu, değiştiremeyeceğimiz bir duruma dönüştürmüş oluruz. Özürlü gruplarının çağdaş hedefi; engelleri azalta azalta her insan kadar engelsiz bir yaşama kavuşmak değil midir?
Bireysel seçimlere kimse karışamaz. Özürlü olmak yerine engelli olmayı tercih edenler tabi ki olabilir; ama binlerce özürlü kardeşim gibi, ben de özürlü olmayı seçtim. Engelli olmayı reddediyorum; çünkü körlükten kurtulmamın çaresi yoktur ama karşılaştığım engelleri aşmanın çaresi olduğuna inanan ve bu yönde çaba göstererek normal yaşama kavuşmuş bir insanım; çünkü engelli sözcüğü ile elimi kolumu bağlamak, umutlarımı söndürmek istemiyorum; çünkü mutluluğumuzun, dışımızdaki engelleri aşmaya veya yok etmeye bağlı olduğuna inanıyorum.’’ (G Yazgan, 2003).

Saturday, August 17, 2013

2000'den kalma bir yazı: 17 Ağustos'un etkilerini aşmak için devrimci bir seferberlik


Devrimci bir seferberliğe ihtiyacımız var

17 Ağustos ve 12 Ekim 1999 tarihlerinde Türkiye'yi vuran iki büyük deprem, yalnızca büyük can  ve mal kaybına değil, bu tür felaketlerin ardından toplum ruh sağlığı alanında değerlendirme ve müdahelede bulunabilecek ulusal çapta kurumların eksikliğini hissettiren katastrofik  ruhsal sonuçlara da yol açtı. Hem felaketin boyutlarının çok büyük ve yıkıcı oluşu, hem de bu anlamda en çok yardıma ihtiyaç duyan kitleyi oluşturan çocuklara ve gençlere yönelik ruh sağlığı hizmetlerinin eleman sayısı ve yaygınlık açısından yetersiz oluşu, doğru müdahele stratejilerini belirlemeyi ve uygulamayı güçleştirdi.  Bu sorunlara rağmen, geçtiğimiz aylar içerisinde çeşitli akademik kurumlar, meslek örgütleri ve dernekleri, yardım grupları ve vakıflar, ve tek tek bireyler gerek bölgede yaşayan, gerekse bölgeyi terkederek ruhsal yaralarıyla birlikte başka illere taşınan çocuklara ve gençlere (ve ailelerine) ruh sağlığı hizmetlerini örgütleyip sundular.
Bu yazıda, 17 Ağustos’un ruhsal travma etkileri hakkında bazı genel bilgileri sunduktan sonra, bu geniş ölçekli travma ile başa çıkma yolunda yapılabilecekler hakkındaki görüşlerimi sunacağım.
Travma nedir? Ruhsal travma, "dış kaynaklı bir felaketin yarattığı zihinsel durumun sonucu olarak, bireyin kendini geçici olarak çaresiz hissetmesi ve daha önceleri işe yarayan savunma ve başa çıkma mekanizmalarının işlemez hale gelmesi" olarak tanımlanabilir. Depremin kendisi ve sonrasında olanlar başlı başına anormal bir durumdur. Bu anormal duruma karşı ortaya çıkan tepkilerin de anormal nitelikte olması beklenir. Depremin ve doğurduğu ruhsal tepkilerin anormalliğinden söz ederken, bütün bu sürecin “doğallığını” yadsıyor değilim. Hayatımızın rutinleri içinde yer almayan, alışılmadık bir durum olarak anormalliği kastediyorum. Bu anormal tepkilerin neler olduğunu bilmek ise, olayın psikolojik etkilerini anlamayı ve bunlarla başa çıkmayı kolaylaştırabilir.
Şiddetli bir depremden hemen sonra, en sık görülen durum şoktur. Hatta bazı insanlarda şok o derece ağırdır ki, duyguları ifade etmek çok zorlaşır. Bir donukluk ortaya çıkar. Bu durum, aslında yoğun sıkıntıya karşı organizmanın vermesi beklenen bir tepkidir. Bir süre için kişi kendini uyuşmuş, yaşamdan kopmuş gibi hissedebilir. O kopukluk, bir süre için ruhsal travmanın etkilerinin yıkıcı olmasını önleyebilir.
Durum zaman içinde nasıl seyreder? Bazı insanlar hemen tepki gösterir, bazılarının tepkileri ise aylar, hatta yıllar sonra, gecikmeli olarak ortaya çıkabilir. Ortaya çıkan rahatsızlık verici tepkiler uzun zaman sürebileceği gibi, bunların kısa zaman içinde  yatışması da mümkündür. Travmaya maruz kalmış kimi kişiler, olayın yaşandığı sırada çok enerjiktirler ve sanki bu enerji sayesinde, olayla daha kolay başediyor gibi gözükebilirler. Aynı yorulmak bilmezliği yardım ekiplerinde de görmüş olabilirsiniz. Ama aynı kişiler, bir süre sonra umutsuzluk ve karamsarlık yaşarlar.
Başlangıçta. İlk şoktan sonraki tepkiler kişiden kişiye ve aynı kişide zaman ekseni boyunca farklılıklar gösterir. Korku, endişe, suçluluk, pişmanlık, öfke, karamsarlık, panik, çaresizlik ve utanç gibi duygular çok derin ve yoğun yaşanır. Bu duygularda ani iniş-çıkışlar olur. Karamsarlık ve kaygı bakış açılarını etkileyebilir.
Orta ve uzun vadede. Travmatik olayla birlikte ya da olaydan bir süre sonra başlayıp, müdahele edilmediği takdirde aylarca sürmesi muhtemel olan diğer belirtiler ise; insanlardan uzaklaşma ve yabancılaşma, psikosomatik şikayetler (karın ağrısı, döküntü gibi), “disosiyatif” belirtiler (rüyada gibi hissetme, çevreyi ve bedeni değişmiş gibi algılama), yorgunluk/ bitkinlik, konsantrasyon bozukluğu, travmatik olayı tekrar tekrar yaşıyormuş hissi, sürekli "teyakkuz" halinde olma ve kendi kendine zarar verici davranışlarda bulunma olarak özetlenebilir.
Şiddetli ve yıkım yaratan büyük bir deprem felaketini yaşayan herkesin ağır ya da hafif psikolojik rahatsızlıklar yaşaması normaldir. Fakat, bunun normal ya da beklenen bir süreç olması, müdahele edilmeyeceği anlamına gelmemelidir. Bu yazının amacı olası müdahelenin nasıl olacağı hakkında bir tartışmaya katkıda bulunmaktır.

Bölgeden bulgular... Gölcük, Yalova ve Adapazarı'ndaki geçici yerleşim yerlerinde, travmatik durumlarla ilişkili  stres bozukluklarına en yatkın grup olan  çocuklar ve aileleri/öğretmenleri ile sürmekte olan çalışmalardan elde ettiğimiz deneyim, yaşadığımız depremin  psikolojik sonuçlarının, çeşitli felaketler geçiren farklı ülkelerdeki  afetzede çocuklarda ve gençlerde saptananlarla benzerlik gösterdiğini ortaya koymaktadır. Çocuklar kendilerini yetişkinler kadar kolayca doğrudan ve sözel bir biçimde ifade edemezlerse de, yaşadıkları korku veya çaresizliği davranışlarındaki bozukluklarla, ya da yaşanan kötü olayı konu alan oyunları sıkça tekrarlayarak dışa vurabilirler. 
En sık rastlanan belirtiler arasında; yaşından küçük davranışlar ve daha önce öğrenilen becerilerin kaybolması ( altına kaçırma, bebeksi konuşma vs.), ayrılık anksiyetesi (anneden babadan uzak kalmamak için her yolu deneme), hiperaktivite (özellikle çocuğun anne-babada gözlemlediği çaresizliğin doğurduğu), duygual alışveriş güçlüğü, yıkıcı ve öfkeli davranışlar, iştahta artma veya azalma, uyku bozuklukları, kabuslar ve  geleceğe yönelik umutsuzluk sayılabilir.
Bu tür "travma sonrası stres bozukluğu" belirtileri depremi yaşamış çocukların yaklaşık % 50'sinde ilk 3 ay içerisinde ciddi düzeyde gözlenmekteydi. Bölgede 6. ayda yapılan değerlendirmeler bu oranın aşağı yukarı sabit kaldığını göstermektedir.
Kimler riskte? Bir insanın travmaya nasıl yanıt vereceği,  o kişinin genetik altyapısı, özgeçmişi, varolan fiziksel ve ruhsal bozuklukları ve çevresinden ne kadar destek alabileceği gibi birbirinden farklı faktörlerce etkilenir. Yaşanan deprem sonrasında hangi çocuklarda travmaya bağlı stres bozukluğu görüleceği kesin olarak bilinmemekle birlikte,  çocuğun özgeçmişinde hiperaktivite ve annesinde anksiyete (panik, fobi, evham, takıntı gibi) öyküsü bulunmasının,  önemli risk faktörleri oldukları bilinmektedir. Ayrılığa dayanıksızlık, duyguların donuklaşması, gerçeklikten kopma, şaşkınlık ya da hayalperestlikte artış, üzüntü, yaşamın çok zor olacağına dair bir inanç ve karamsarlık gibi belirtiler uzun vadeli problemlerin ortaya çıkma olasılığını arttıran işaretler olarak yorumlanır. Ülkemizde yaşananlardan etkilenen kitlenin büyüklüğünü düşündüğünüzde, yüksek riskli sayılacak çocuk ve genç sayısının onbinlerle ölçülecektir. Yapılacak “müdahalelerin” bu sayıyı hesaba katarak planlanması gereğini de görebilirsiniz.
17 Ağustos ve 12 Kasım depremleri gibi geniş ölçekli bir travma sonrasında mümkün olabildiğince çok sayıdaki etkilenmiş kişiye ulaşıp, en etkin biçimde müdahelede bulunabilmek içinse, öncelikli risk gruplarını belirlemek ve kime hangi müdahelenin yapılacağına karar vermek önem taşıyor. Psikiyatri ve psikoloji alanında uygulayageldiğimiz geleneksel tedavi modelini kullanarak bu durumla yeterince ve gereğince başa çıkmak mümkün gözükmemekte.
Tutumlar... Aileden, davranış değişiklikleriyle ilgili detaylı bilgi edindikten sonra, travmatize olmuş bir çocuğu ele alırken atılması gereken ilk adım, çocuğun kafasında oluşabilecek belirsizlik durumuna bir açıklık getirmek olmalıdır. Çocuğun soruları mümkün olduğunca doğru ve net bir şekilde cevaplanarak  olayı anlaması sağlanmalı ve yaşadığı ciddi durum hakkında  yaşına uygun bir ifade şekliyle bilgi verilmelidir. Bilgi verici ya da değerlendirici konuşmalar yaparken, çocuğun yaşına uygun hareket etmek çok önemlidir. Çocuğun neyi kavrayabileceği ya da hangi yollardan tepkisini gösterebileceği, genel gelişim düzeyine (dil, hayal gücü gibi) bağlıdır.
Duygu ve düşüncelerin ifadesi. Çocuğun duygularını ifade edebilmesine fırsat tanınmalıdır.  Tek seanslık bir grup aktivitesinin bile, değerlendirme amaçlı kullanımı dışında, bazı çocuklarda travma kaynaklı belirtilerin  ortadan kalkmasında ya da hafiflemesinde rol oynadığı gösterilmiştir. Bu oturumda her bir çocuktan; deprem anını nasıl yaşadığını, aklına ilk gelen düşüncelerin ne olduğunu  ve neler hissettiğini anlatması istenir. Bunların ayrı ayrı ve yapılandırılmış bir biçimde grupla paylaşılması sağlanmaya çalışılır.  
Sınıflarda. Özellikle duygularını sözle ifade edemeyenler için resim, hikâye anlatma,  ya da drama gibi araçların kullanımı teşvik edilebilir. Bu amaçla tasarlanmış özel sınıf aktiviteleri düzenlenebilir ve bu faaliyetler profesyonel süpervizyon alan öğretmenler tarafından sınıf içinde başarıyla yürütülebilir. Bu alanda ülkemizde çeşitli çalışma gruplarının sürmekte ya da hazırlanmakta olan faaliyetleri vardır.
Ruh sağlığını koruma aktiviteleri. "Debriefing" gibi duygu ifadesini teşvik eden bir yöntemin işe yaraması büyük ölçüde sonrasındaki ruh sağlığını koruyucu uygulamalara bağlıdır. "Debriefing" uygulanıp kendi haline bırakılan çocukların sorunlarının paradoksal bir artış gösterebildiğini görmekteyiz. Duyguların ifade edilip adeta “ortada bırakılması” toparlanmayı önleyebilir. Gerisi getirilemeyecek iyi niyetli müdahelelere kalkışmak, sorunların ağırlaşmasına sebep olabilir. Trafik kazalarından sonra karga tulumba taşındığı için canını ya da bir organını kaybeden kişilerin durumunu andıran bu tür iyi niyetli hataların azaltılmasının ana yolu ise geniş kitleleri psikolojik ilk yardım ve travma sonrası ruh sağlığı hakkında aydınlatmak ve bilgilendirmekten geçer.
Çocukların hayatında ilişkilerin devamlılığı esastır. Yarım kalma olasılığı olan ilişkilerden kaçınılması çocuğun yararına olacaktır. İmkanlar elverdiği ölçüde çocuğun gündelik alışkanlıklarının devamının  sağlanması açısından okula devamlılık ayrıca önem taşımaktadır. Bu çerçevede, okulların deprem bölgelerinde zor koşullarda ve özveriyle açılmaları, çocukların ruh sağlığına önemli katkıda bulunmuştur. Ancak müfredatın yetiştirilmesi, deprem mevzuunun artık kapatılması gerektiği gibi yanlışlığı apaçık tutum ve düşünceler henüz egemenliğini sürdürmektedir.
Çocuk, gündelik yaşamına geri dönerken, sosyal çevresinden (aile, okul, öğretmen..) destek alabilmesi için,  aile bireyleri ve öğretmenlere yönelik destekleyici-bilgilendirici çalışmalar yapılabilir.  Bu çalışmaların “bir terapi etkisi gösterebileceği”, yani problemlerin büyümesini önleyebileceği, toplumda bir uyanıklık ve bilinç oluşturarak problemin etkisini hafifleteceği benzer felaketleri yaşamış toplumların deneyimlerinden bilinmektedir. Özellikle kalabalık kitlelere yönelik ruh sağlığı çalışmalarında, alışılmış doktor-hasta, terapist-danışan klinik kalıbının dışına çıkılmasının zorunluluğu apaçıktır. Yaygın kitlelere yönelik ruh sağlığı çalışmalarının, bir tür seferberlik anlayışı ile yapılmasını sorunların hafifletilmesi ve kontrol altına alınması için geçerli bir yol olarak görmekteyiz.
Temel ihtiyaçlar gerek ama yetmez. Bütün bu sürecin en önemli noktası, çocuğun kendini güvende hissetmesidir. Çocuğun birlikte olduğu anne-babasının ve öğretmenlerinin yaşama koşullarının düzeltilmesi, bu yolda önemli bir başlangıç adımıdır. Ruh sağlığı alanında çalışanlar olarak, hayatın temel gereklerine yönelik faaliyetleri (barınma, beslenme, temizlik gibi) bu anlamda terapötik bulup desteklerken, temel desteklerin sağlanmasının ruh sağlığını korumaya yetmediğini de biliyoruz.
Los Angeles ile Ermenistan depremlerinin etkilerini karşılaştırdığınızda, temel gereklerin çok daha hızlı ve iyi karşılandığı Los Angeles’ta bile travma etkilerinin tartışmasız egemenliği görülüyor. Temel ihtiyaçların karşılanması risk gruplarının küçülmesine ve sıkıntıların ağırlığının azalmasına katkıda bulunabilir. Ancak ruh sağlığına yönelik özel bir strateji uygulanmadığı takdirde, Los Angeles’ın iyi bakılıp beslenmiş depremzede çocukları da, en az daha imkanları kısıtlı ülkelerdeki kardeşleri kadar ruhsal sıkıntıya düşebiliyorlar.
Deprem sonrasında yeni rollerimiz. Travma, uzmanlıkları, pozisyonları ve mevcut görev tanımlarını altüst ederek, kendi önceliklerini dayattığında toplumun ögelerinin bu yeni duruma göre rollerini tekrar tanımlamaları bir ilk adım. Örneğin, kitlesel travma öncesinde benzeri sorunlarla tek tek karşılaştığında, polikliniğe gelen hasta ve tedavisi modelini başarıyla uygulayan uzman psikiyatrist yeni bir durumla karşı karşıya. Kendi uzmanlığının kalıpları dışına çıkarak, bir hizmet koordinatörü, yeni hizmet yolları buluşçusu ya da hayat kurtarıcı gibi davrandığında alışılmıştan farklı bir rol oynamak zorunda olduğunun, böylece uzmanlık sınırlarının çok dışına çıktığının o da farkında. Ama davetsiz gelen felakete uygun bir karşılık vermekten başka çare bulunmadığını gören her uzman, bu dönemde rolünü otomatik olarak yeni durumun gereğine göre gözden geçirdi. Bunu çevresel değişikliklere uyumun bir göstergesi olarak görebiliriz. Aksi ne olabilirdi ya da ne oldu? Odanızda oturup, hastalarınızın gelip tedavi olmasını beklemek... Bir başka şekli ise, alana gidip tedavi olması gerekenleri belirleyip, onları tedaviye almak. Tabii, binlerce ve onbinlerce kişiyi bu özellikte gördüğünüzde, büyük çoğunluğa pek bir şey yapamamak.
Toplumun ruh sağlığı. 17 Ağustos’tan çıkartılabilecek derslerden bir tanesi, ruhsal tedavinin birey-ötesi düzeyde ve toplumu koruyucu bir biçimde düzenlenmesinin kaçınılmazlığı oldu. Ruh sağlığının herkese gerekli olduğunu kavrayan topluma, ruh sağlığını ulaştırma modellerinin ortaya konması ve uygulanması gereken bir evredeyiz. Çocuklarla olan çalışmalarda okullar ve öğretmenler, annelerle ve babalarla gönüllüler, toplumun çeşitli kesimleriyle sanatçılar, sporcular... Ruh sağlığını terapi koltuğu veya antidepresandan ibaret görmüş bir çok kişi, 17 Ağustos sonrasında ruh sağlığının toplum düzeyindeki çalışmalarla ilgisini hızla kavradı. Felaketin hemen sonrasında toplumun sarsılıp yere çökmesinin ardından nasıl doğrulacağı, geleceğe dönük güvenin nasıl geri geleceği tartışılıyor. Toplumun normal tepkisi olan dağılma eğilimine girmesinin önlenmesi, yeni bir örgütlenme ile rol dağılımının tekrar yapılması ve fırsatları değerlendirerek kimliğini yenileyen bir topluma dönüşmek...
Her katmanı aydınlatma. Toplumun ruh sağlığının düzelmemesi ise toplumsal kaos ve çöküşle birlikte giderek umutsuzlaşan ve geleceğe inancını yitirenlerin yıkıcılaşması sonucunu doğurabilir. Toplumun tekrar hayata dönmesi ise, sorumluluklar alan, toplumsal toparlanmayı hızlandırmak üzere eğitilmiş bireylerin bu etkilerini çeşitli katmanlara yaymasından ve umudun canlanmasından geçiyor. Okullarda öğretmenler, evlerde anne-babalar, yerleşimlerde sağlık elemanları...
Sıtma savaşı gibi. Durum adeta Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye. Her koldan ayağa kalkma çabası içerisinde bir ülke. Morali yüksek, kendine güvenli, geleceğe yüzünü döndürebilmiş insanlar. Sıtma ve trahom ile mücadeleyi hatırlayın. Sıtma ve trahom gibi hastalıkların yaygın olduğu Cumhuriyet’in ilk yıllarında, eğitim düzeyi yüksek olmayan pek çok kişi, belli bir asgari eğitimden geçirilip, sıtma ya da trahom savaş memuru olarak yetiştirildi. Sağlık yönetimlerinin süpervizyonu altında sıtma ya da trahom savaş memuru olarak yurdun dört bir yanına yayılan bu insanlar, bir devrimci seferberlik ruhu içerisinde, her iki hastalığı da safdışı ettiler. Bu uygulanabilecek modellerden bir tanesi.
Önümüzdeki aylarda, toplumsal düzeyde ruh sağlığını korumaya ve toparlamaya yönelik kitlesel program modellerinin üretilip, bilimsel geçerliliklerinin sınanması ve uygun olanların hayata geçirilmesi gerekiyor. Devrimci bir seferberliğe ihtiyaç var.  (2000)