Tuesday, November 30, 2010

akıllı tahta

bazı okullarımızda akıllı tahtalarımız var. eğitim yöneticileri bunu şişinecek böbürlenecek bir durum olarak görüyorlar. hiç olmazsa, "tahtalar akıllı" diye biraz rahatlayabilir miyiz acaba?

iltifat ise marifetim ne?

aşağıdaki alıntılar bana son bir iki hafta içinde gelen emaillerden: üzülsem mi, sevinsem mi, bilemediğim türden ruh hallerine girdiğim durumlardan

....Yine bu kitap (onlar benim kahramanlarım, doğan cüceloğlu, yy notu)sayesinde Yankı Yazgan hakkında edinmiş olduğum bir ön yargıdan kurtuldum.Gerek medya gerekse tv'lerden edindiğim izlenimler ile Yankı Yazgan'ı kalburüstü bir ailenin okumuş ve kolay başarıya ulaşmış bir bireyi olarak yine ailesinin sayesinde medyatik olan bir oğlu olarak kafama yazmıştım. Oysaki görüntüye bakarak ön yargıda bulunmamak gerekirmiş...


.... 20 yıldır Epilepsi ile uğraşan bir anneyim dolayısıyla hastane-doktor serüvenim 20 yıldır devam etmekte. Sizin isminizi ve çalışmalarınızı bugüne dek çok duydum fakat açık konuşmak gerekirse bu popüler hayatın içinde önyargılarım vardı size dair ta ki BirGün gazetesinde yazılarınızı görene dek... Sizden isteğim, meşguliyetiniz nedir bilemiyorum fakat bu konuyla ilgilenirseniz çocuğumla size gereksinim duymaktayım....

Sunday, November 21, 2010

TV macerası 2: aklayıcı olmak istemedim

Bir TV programına davet edildiğimde yanımda kim vardır vs sormak adetim pek yoktur. Bunu sormayı da ayıp saydığım için biraz. Misafirliğie gideceğinizde (bu misafirlik kelimesi de ne kadar yaşlı işi kaçtı değil mi?) başka kim geliyor merak etseniz bile sormamak gibi...
Bu huyum birkaç kez geri tepti; örneğin, bir keresinde susmak bilmeyen ve açıkçası bilimden ve mantıktan yoksun bir şekilde konuşarak birbirleriyle kapışan benden yaşça büyük iki psikiyatrın arasında kalmıştım. Okan Bayülgen’in programıydı; ne söyleyeceğimi bilemeyip de sustuğumda, program aralarında OB, bazen abi, bazen hocam öntakısıyla, konuşma aralarına atlamam gerektiğini, yoksa bana söz gelmeyeceğini hatırlatmıştı. Aynı programda yine psikologlar hakkında atma tutma olmuş
Tam o noktada bir türlü söz alamadığım için program boyuncaki küskünümsü suskunluğumu tek bozma girişimim bvaşarısız, psikolog meslekdaşlar (pek de ihtiyaçları olmayan) savunmamdan yoksun kalmışlardı.
Bayramdan önceki gün yılda bir iki kez konuk olduğum, aklıbaşında nadir programlardan birisine “katılırım elbette” diye cevap yollamştım. Gel gör ki, bu sefer, hangi nedenle bilmem, belki programanında karşılaşırsam neler yapabileceğimin öngörüsüyle, programa davetli olan diğer kişinin adını da bildrdiler.
Program bir tartışma ya da farklı görüşlerin seslendirilmesiprogramı olsaydı, müthiş bir fırsat olacaktı. Ama kardeşlik ve dostluk günü olan bayramlarda, televizyon ekranında anlamadığı kounlarda kitaplar yazan ve topluma kulağa hoş gelen ama hem uzmanlık alanı olmayan çocuk ruh sağlığı ve bozuklukları alannda ahkam kesip, hem de annelerin çocuklarını ihmal ediyor olabilecekleri çıkış noktasından “çalışan” bir doktorla bayram şekerleri gibi oturamayacağım aşikardı. Programcılar, “o varsa ben yokum” mesajımı memnuniyetle alıp, yollarına devam ettiler. Vebali boyunlarına, desem fazla mı kurban bayramı kokar ?
Profesör ve doktor ünvanlı olması sebebiyle yaptığı iş iyice kabul edilmez olan hanımın yanında gülümseyen bir yüz ifadesiyle görünerek ya da tatlı tatlı çocuklarımızın hali ne olacak tartışması yaparak aklayıcısı olmaktan kurtuldum diye sevindim. Ama, ne yalan söyleyeyim, bayram mayram demeyip bilimden nasibini almamış saçma sapan (ama kulağa hoş geldiği inkar edilemez) fikirlerini deşifre edip televizyonda haddini bildirme fırsatını kaçırdım diye de üzülmedim dersem yalan olur.
Her zaman bu kadar keskin olmadığımı yakın okurlar bilirler, bu sefer beni bu kadar öfkelendiren ne? Sahtekarların, sahtekar olduklarını unutup kendi palavralarına inanmaları, ve bu inanmışlıkları ile saf olanları da inandırmaları mı? Bu durumu seyretmek zorunda kalmak, bir şey yapamamak mı? Öfke, acizlik ve haksızlık karşısında hissettiğimiz duygu değil mi? Öfke ile yol almanın mümkün olmadığını söyleyip duran ben değil miyim?

TV macerası 1: gıcıklık parayla değil ya

bir kaç ay önce davet edildiğim bir başka TV programında (genel olrk yayın çizgisini beğendiğim bir programdı, ama o gün "bana alışık olmayan" bir sunucu vardı), gençlerin neden böyle olduğundan şikayet eden annebabaların kendilerinin köşe dönme ve kolay zahmetsiz yoldan para kazanma kültürünün ne kadar parçası olduklarını düşünmeleri gerektiğini söylediğimde, sunucu renkten renge girmeye başladı. bana tersçe bakmakla kalmadı, ben ayrılıp giderken rahatlamanın rehaveti ile güle güle bile diyemedi.

Çok mu radikal kaçıyorum, sahici bir radikal olmadığım kesin de, radikal mi davranıyorum,kesip atıcı anlamda...? Yoksa, giderek sinirli bir orta yaşlı adam rolüne mi giriyorum? Hiperrasyonel,saçmalamaya karşı toleranssız... bu orta yaşın bir fenomeni değil aslında, orta okul ya da lise yıllarımda ağzımdan en sık çıkan laflardan birisinin “saçmalama” olduğunu hatırlarsak...
kibar kibar, "gençlere daha çok sevgi verelim", ya da "hayat hepimizi o kadar çok yoruyor ki, başkasına verecek bir şey kalmıyor" gibi genelgeçer ve buram buram empati kokan mesajlar vermekten ve psikolojik top çevirme yöntemleri ile ne olduğu belirsiz, karaktersiz bir "iz bırakmak"tan oluşan medyatikliğin bu sırlarını uygulamama tercihim, galiba ve galiba, sinir bozucu bulunabiliyor.
hak vermemek mümkün değil.

Wednesday, November 17, 2010

sadece benim için


Ağustos ayında dostum ve hocam Jim Leckman (yazılarımda zaman zaman ismi geçen, çok önem verdiğim bir insan) çok sevdiği İstanbul'a gelmişti. birlikte gezip tozma yanısıra, zor vakalar hk da konuştuk. Bu çocuklardan birisini beraberce görüp, hayatını nasıl kolaylaştırırız diye düşündüğümüz bir sabah saatinde, tiklerini bir türlü kontrol edemediğimiz bu çocukla uzunca konuştuk. konuşmanın sonunda çocuğa "ne dersin, dr leckman'a sen bir soru sormak ister misin, son söz olrk?" dediğimizde, çocuk, daha doğrusu delikanlılığa geçmekte olan şirin ergenin sözü ne oldu? "sorun ona, amerika'dan sadece beni görmek için mi gelmiş?" ne tiklerinin ne zaman kaybolacağı, ne tikleri için mucizevi bir tedavinin varolup olmadığı değildi onun için önemli olan. kendisini karşısındakinin ne kadar önemsediğini anlamak, daha doğrusu kendisini önemsetmiş hissedişinin bir tesadüf olup olmadığından, "amerikal" başta olmak üzere bizler için ne kadar önemli olduğundan emin olmaktan başka hiç bir şey önem taşımıyordu.
psikiyatrinin diğertıp dallarının farketmediği bazı insani gerçekleri görmemizi sağlaması bile bu mesleğin zorluklarına değmez mi?
fotoğrafta tıp fakültesi hastanesindeki sevgili asistanlarım, ziyaretçi ve stajyer öğrenciler, jim ve bendeniz var.
bu arada, jim leckman ile istanbul gezilerimden bahseden bir yazımda, 4-5 yıl önce yayımlandığında, jim'in benim istanbul'a ilişkin tahlillerimi (istanbul'u değişik mizaç özellikleri olan bir insanmışcasına tanımlamış, bir tür "analiz" yapmıştım) değerlendirip beni denetlediğini (psikoterapi jargonundaki süpervizyonun türkçe karşılığı) yazmıştım. bu yazıyı okuyup da yanki yazgan koca profesör olmuş halâ jimleckman'a denetletme ihtiyacı hissediyor, diye yazan, iletişim, nlp ve her şey uzmanı bir kişinin yazısına google'daki taramalardan birisinde rastlamıştım. şimdi jim'e sayısız kendimi denetlettirtmelerimi nasıl açıklasam, işi bir türlü öğrenemedim, aman benden uzak durun mu, desem. cehalet ile görgüzülük bir araya gelince, böyle oluyor demek ki...
kendi bilgi ve uygulamalarımızı başkalarının, yetkin saydığımız kişilerin ("peer review" ya da supervision) denetimine açmak, böyle insanların çevremizde olması ne büyük şans. aynı gelenekle başkalarına bu denetim desteğini sunmak da öyle...
tıpkı tiklerini unutup, kendine verilen önemin sahici olup olmadığından emin olmak isteyen ergen hastamız gibi, denetlenmeye değer görüldüğüme sevinerek tamamlamıştım o günü.

yolculukta "the naive and the sentimentalist" olmak

son iki aydır, konferans vermek, konferans dinlemek, yeni şeyler öğrenmek, bazen öğretmek amacıyla İstanbuldan sıkça uzak kaldım. bir süre sonra zor gelebilen bu yolculukların en sevdiğim yanı kitapçılardaki gezinti kısmı. 15 gün önceki ABD gezisinde tam Harvard College kampüsünün karşısındaki kitapçının vitrininde Orhan Pamuk'un 2009'da yaptığı dizi konuşmaların metinlerinden oluşma "the naive and the sentimentalist novelist" kitabını gördüğümde, madalya töreninde istiklal marsini duymaya benzer bir “kinship” hissi ile desteklenen bir duyguya kapildim; neredeyse biyolojik; “gögüs kabartan” cinsten; dönerin ya da dolmates’in “aslinda türk” hatta “bizim” oldugunu olur a söylersek hissedecegimiz cinsten bu duyguyu elitler ve modernler olarak banal bulma egilimini tasisak da, çok sahici bir duygu oldugunu teslim etmek lazim.
South station-penn station arasindaki yolda kitabi gözden gecirme firsati buldum; “visual to verbal” (görselden sözele) ve “words mobilizing visual imagination” (kelimelerin harekete geçirdiği görsel hayal gücü) konusu kitabin benim için etkili kismi.
Beyinin içindeki "cross modal associations" (algı sistemleri arasındaki bağdaştırma ve geçişler)dokunmanin görmeye transferi ile baslar (ekmeğin taze olduğunu dokunmadan anladigimizdaki gibi; ama nedense elle söyle bir yoklama ihtiyaci duyariz; ya da cürük meyveyi gördüğümüzde tadini bile hissedebiliriz).. bunun en aşırı formu "synesthesia" diye bilinen bir hissi başka bir hisle algılamak (Sacks'ın kitabının adındaki "sesleri görmek" gibi)


Gerçek ve hayali olan arasindaki karşıtlık üzerinde duran bölümler de güzel. özellikle bu sınırların devamli kaydigi, ve bir belirsizlikten (uncertainty) ziyade muğlaklığın (ambiguity) ortaya ciktigi romanlarin cazibesi başka. Zihnimizin yasayip yasamadigmizi test etmek için kullandigina benzer bir mekanizmayi harekete geçirerek, dikkat ve vigilancei canli tutmak gibi bir etkisi var.


kitapta, Schiller'in şairler için yaptığı sınıflandırmadan ödünç alınıp romancılara uygulanmış olan naif (içinden geldiği gibi, bir tür yontulma gereksinimi ve gereği olmadan) ile sentimental (almanca'da akla ve düşünmeye dayalı gibi bir anlam taşımakla birlikte, bu biçimde öevrilince hissi anlamını taşısa da, kullanımındaki kasıt almancasında olduğu gibi bir sisteme dayanarak) yazma biçimlerini tanımlayan Pamuk, romancının bu iki sistemi bileştirme çabasının önemli olduğunu belirtmiş.

Benim de tam tanı süreçleri hk bir yazı hazırlamam gereken döneme denk düşen bu kesişim sayesinde, tanıya naif ve sentimentalische yaklaşımın nasıl birbiriyle uzlaştırılabileceğinden basheden bir makaleyi hazırladım. birkaç ay içinde yayımlandıktan sonra Türkçesini de hazırlayıp, okurlarla paylaşacağım.

sonradan bu ikilemin neden bu kadar yakın geldiğini düşündüğümde, kendi kitaplarımda yaptığım kalp/beyin ya da akıl/duygu "klişe" ayrımlarının o kadar da klişe olmadığını, yüzlerce yıldır devam eden bir kategori üzerinden düşünmenin bazen verimli bir araç olabileceği sonucuna vardım. aferin bana:)